28.4.11

buluşlarımdan bazılarını nasıl yaptım? (iktibas)

Var olan haliyle yaşamdan tatmin olmamak, pek çok şeyin temelindeki sorunu oluşturuyor herhalde. Bazense sorun boyutuna varmayan bir itki görevi gördüğü, bu tatminsizliği daha yapıcı, en azından öneri getirici bir biçime büründürdüğü de oluyor. En azından ben, çocukluğumdan bu yana yapıp durduğum ve bana yakın kişileri bu yakınlık nedeniyle cezalandırmak dışında kullanmadığım buluşlarımı böyle görmeyi yeğliyorum. Buluş dediğim bu şeyler için tırnak işareti (bile) kullanmayacağım - onları ne kadar ciddiye aldığım, gün içinde bile değişebiliyor çünkü.

İlkokuldaydım; annanemin evi okula on beş dakikalık bir yürüme mesafesindeydi ve ben bazı günler okuldan çıkıp ona giderdim. Diğer günler servisle eve döndüğüm için ortaya çıkmayan bir sorun çıkardı bazen: yağmurda ıslanmak. Şemsiye kullanmaktan hoşlanmam; o zamanlarda da hoşlanmazdım - elimde böyle bir sopa tutmak hem garibime giderdi, hem de pek çok başka şey yapabilecek bir eli bu işe vakfetmenin yazık olduğunu düşünürdüm. İlk buluşlarımdan biri buradan çıktı: kafaya takılan bir çembere monte edilmiş bir şemsiye tasarladım; komik bir şapka gibiydi, çapı normal şemsiyelerinkinden küçüktü (çapını büyütünce kontrolü zorlaşıyordu). Rüzgarda kafadan uçmasını engellemek için çene altından bağlanıyordu. Yıllar sonra bir filmde böyle bir şemsiye gördüm ve çok sevindim.

Yine aynı dönemde, yazlık yaşantımı yakından ilgilendiren bir buluş yaptım. Çocukların çoğu gibi ben de bisiklete binmeyi çok seviyordum ve bu etkinliği bir yerden başka bir yere ulaşmanın aracı olarak değil, bizzat kendisi için, yani kendi içinde bir amaç olarak görüyordum. Kışın şehirde bisiklete binmeme izin verilmezdi; zaten bisikletim de kışlık eve getirilmezdi hiç, yazlıkta bırakılırdı her yaz sonu. Dolayısıyla yaz mevsimini sevme nedenlerimden biri, bisikletime binebilmekti. Yine de bisiklet tutkumun koşulsuz ve rakipsiz olduğu söylenemezdi: araba kullanmaktan da çok hoşlanıyordum.

Arabayı gerçekten kullanmıyordum tabii, ama bir yere misafirliğe gittiğimizde ya da ailece dışarıda yemek yediğimizde, genellikle kız kardeşimi de alıp arabaya biner, sürücü koltuğuna oturur, taksicilik oynardım. Bir süre sonra arabada beni çeken şeyin ne olduğunu ayrıştırmayı başardım: direksiyon simidi ve vites. vites konusunu çözmek görece kolay oldu - yıllarca bindiğim sarı bisan'dan sonra bir akşam bakır renkli, üç vitesli bir polo'yla geldi babam. Direksiyon meselesini çözmekse bana kalıyordu: bazen en büyük buluşlar, basit bir "kes-yapıştır"la ortaya çıkıyor. Ne var ki normal gidon yerine, açılı gelen araba direksiyonlu bisiklet fikrim, akranlarım arasında pek rağbet görmedi. Bu konuda bir film yapılmasını hala bekliyorum.

Üniversite yıllarımda, belki okuduğum fakültenin de etkisiyle, daha azimli projelere yöneldiğim anlaşılıyor. "Boğaz türbini" de bunlardan biriydi. Basit bir coğrafya bilgisini çevreci kaygılarla birleştiren bu buluşum,istanbul'a özgü bir enerji kaynağı yaratıyordu. Boğaz'da iki akıntı olduğunu biliyoruz: üstteki akıntı Karadeniz'den Marmara'ya akarken, alttaki akıntı ters yönde, Marmara'dan Karadeniz'e akıyor. Bu iki akıntının arasına, merkezi ölü bölgede kalacak şekilde yerleştirilecek, ama kanatları her iki akıntı tarafından itilecek kadar uzun olacak bir dizi türbin sayesinde, oturduğumuz yerde elektrik üretebilecektik. Bu türbinlerin sayısı ve sıklığı, suların doğal akışını fazla bozmayacak şekilde düzenlenecekti elbette [bkz. suç ve ceza, cem akaş, 1992]. Enerji bakanlığı, büyükşehir belediyesi ya da Tedaş konuyla ilgilenirse çizimlerimi ve hesaplarımı göstermeye hazırım.

Filtre kahvenin Türkiye'de yaygınlaşmasına en çok sevinen insanlardan biriyim herhalde - Nescafé'ye hiçbir zaman ısınamadım. Yine de bir üstünlüğünü teslim etmek zorundayım: hazırlaması çok daha kolay. Elbette bu üstünlüğün öylece, olduğu gibi kalmasına razı olacağım anlamına gelmiyor bu. Doğaya baktığımızda, benzer bir konuda çok güzel bir çözüm görüyoruz: poşet (sallama) çay. Üstelik çay, demlenmesi gereken ve dolayısıyla "instant" çözüme aslında pek yatkın olmayan bir içecekken, kahvenin demlenmesi gerekmiyor, yalnızca yeterli bir "extraction" (sızınım) süresine ihtiyaç var. Poşet kahve fikri işte böyle doğdu. O sıralarda aynı evi paylaştığım Evren Bülay'la bu konuda yoğun araştırma-geliştirme çalışmaları yaptığımızı, hatta bunların video kaydının da bulunduğunu itiraf etmeliyim. Çay poşetlerini boşaltıp içlerini kahveyle dolduruşumuzu, suya atılan poşetlerin kaçak yapmasını, telve dolu fincanlardan kamera önünde afiyetle kahve içişimizi seyretmek isteyenler olabileceğini düşünmüştük herhalde. Buradaki en büyük problem ambalajdı, çünkü kahvenin kokusu kaçıyordu. Sonunda her poşetin hava geçirmeyen keseciklere konduğu, bu keseciklerin de konserve benzeri şık kutulara yerleştirildiği bir tasarım yaptık. Banka kredisi alıp kendimiz mi üretime geçelim, yoksa fikri Jacobs ya da Nestlé'ye mi satalım bilemedik, bu buluş da öylece kaldı. Sonra geçenlerde bir gün, sanırım Migros'ta buna benzer birşey gördüm, ama yakından bakmaya içim elvermedi.

"Subnet" buluşum bir Cuma günü akşamüstü YKY'de, Akşam gazetesinin internet sayfasını bilgisayarıma indirip, haberleri başlıkları ve içerikleriyle yayınevi dedikodularına uyarladığımda ortaya çıktı. Bir tür sınırlı, dönüştürülmüş internet olarak özetleyebilirim subneti - gerçek internetin içindeki dar bir alanı kullandığı için "sub". Şöyle işliyor: gerçek sayfaları alıyorsunuz, gerçek linkler kullanıyorsunuz, ama içerikleri projenize göre değiştiriyorsunuz. Ne kadar çok sayıda değişik siteyi işin içine katarsanız o kadar iyi, çünkü o oranda gerçek internete benziyor subnet. "Uydurma sanal evren" diye birşey olabilirse, subnet işte o. Bir tür labirent olarak da bakılabilir, eğer subnetin içine, internete çıkışı sağlayacak bir kapı konmuşsa.

Hıçkırık ilacını içgüdüsel olarak bulduğumu sanıyordum, ama buluşum sandığım şeyin zaten bilinen bir yöntem olduğu konusunda uyarılar aldım; pek inanmadım ama ısrarlı da olmadım. Nefes tutmakla, korkutulmakla filan geçmiyorsa hıçkırığınız, bir çay kaşığı limon suyuyla bu sorunu bir dakikanın altında çözebiliyorsunuz. ekşi mandalina da aynı işi görüyor - bir dilimi yavaş yavaş yemeniz yeterli.

Geçen gün yaptığım buluşu aktarıp bitireyim artık. Sizden iyi olmasın, Zeynep Ögel iki hafta önce arabasını değiştirdi, tam otomatik vitesli bir Fransız arabasından, yarı-otomatik vitesli bir Alman arabasına geçti ve eskiden başına gelmeyen birşeyden yakınmaya başladı: araba yokuşlarda kayıyordu. Düz vitesli arabalarda da sıkıntı yaratan bir durumdur ya bu, frenden ayağınızı çekip yavaş yavaş gaza basmanız, aynı anda debriyajdan da ayağınızı hafifçe çekmeniz gerekir ve eğer yokuş yukarı giderken durmuşsanız, bu esnada arabanız geriye doğru kayabilir. Çözümü basit: NSCS - "no-slip clutch system." Elektronik ve hatta mekanik yollarla çalışabilen bu sistem, tekerleklerin durmasıyla devreye giriyor ve fren pedalını basılı olduğu noktada kilitliyor, ayağınızı kaldırdığınızda basılı kalıyor; gaza dokunduğunuz anda (daha doğrusu debriyajdan ayağınızı kaldırmaya başladığınız anda) ise kilit açılıyor, böylece telaş etmenize gerek kalmıyor, usta bir şoför olarak arkanızdaki taksicinin takdirini kazanıyorsunuz.

Amerikalıların böyle durumlarda söylediği bir laf vardır: "don't give up your daytime job" ("çalıştığın işten ayrılma"); Türklerse boş bakkalların meşgaleleri konusunu gündeme getirir.

www.cemakas.com, 9 Kasım 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.