17.6.21

Eğitimde #metoo

Erkek bir lise hocasının, dersin ortasında erkek bir öğrencinin kucağına oturması ve güle oynaya, yan sırada oturan başka bir öğrencinin ödevini kontrol etmesi tacize mi girer, yoksa komik bir olaydan mı ibarettir?

Taciz/tecavüz/zorbalık olaylarının sistematik hale geldiği yerlerden biri de eğitim kurumları, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de. Öğretmen-öğrenci ve büyük sınıf-küçük sınıf arasındaki asimetrik güç dengeleri sayesinde ortaya çıkan, kurumların “saygınlık”larına halel getirmemek için görmezden geldiği, inkar ettiği, gerektiğinde faili koruyup mağduru cezalandırdığı bir düzen bu. Yıllar sonra olaylar ortaya çıktığında, bir anda bu kurumların “bekçi”leri, “gelenek”lerin korunması için infial halinde ayağa fırlıyor. Savunmalar hep aynı: çok değerli bir hocamızdı/abimizdi, yapmaz; bana yapmadı; ben görmedim; neden şimdi anlatılıyor, o zaman anlatılsaydı; itibar suikastı yapılıyor; bunun altında başka amaçlar var.

Oysa “gelenek”in bir parçası olan bu asimetrik güç ilişkisi ve taciz sistematiği afişe edilmedikçe kendini sürdürüyor; yeni gelenler gerçekten de “burasının kuralları böyleymiş” diyerek başlarına gelenleri normalleştiriyor, sorgulamayı bile akıl edemez hale geliyor. Bireysel tanıklıklardan yola çıkarak yapıları sorgulamak, yeni kuşakların öğretim programından sağ salim çıkmalarını sağlayabilmek için şart.

Kendimden ve Robert Kolej’den örnek vereyim, çok daha vahim örneklerin olduğunu unutmayarak. Başta sözünü ettiğim olay benim başıma geldi. O zamanlar bunu bir bağlama oturtacak, anlamlandıracak kavramlara, sözcüklere sahip değildik herhalde; bunun “taciz” olduğu aklıma bile gelmemiştir. Güldük eğlendik, ben adama "Hocam kalksanız, heyecanlanmaya başlıyorum," dedim, o biraz daha oturdu, sonra da hiçbir şey olmamış gibi kalktı, derse devam ettik. Durumu okul yönetimine bildirmeyi düşünemedim ama bu da şimdi bakınca şaşırtıcı gelmiyor: Başka bir erkek hocanın yine erkek öğrencilerin kulak memelerini uluorta okşadığı, pazusunu ya da kalçasını ellediği ve dahasını yaptığı, bunun da hiçbir yaptırımının olmadığı bir ortamdı. Bende bir ruh ezikliği yaratmadı bu olay; yıllar boyu içimde taşıdığım bir öfke halini almadı ama herkes benim kadar vurdumduymaz olmak zorunda değil. Bugün benim çocuğuma bir hocasının böyle bir şey yapması durumunda herkesin üzüleceği sonuçlar olacağına eminim. Bir hocanın bu cürete sahip olabilmesini sağlayan koşulların değişmesi gerektiğinden de eminim.

Galatasaray, Kabataş, Robert Kolej gibi köklü eğitim kurumlarımızda bu konuda mağdurların söz almaya başladığını, hem öğrencilerin hem de okul yönetimlerinin on yıllarca üstünü kapadığı sistematiğin bireysel örneklerinin ortaya dökülmeye başladığını görüyorum. Bu tartışmanın tek tek okulların mezunlarına ait kapalı platformlarda değil, kamuoyu önünde yapılmasının yararına inanıyorum. Özeleştirisini yapamayan hiçbir kişi ya da kurum, “saygın” olarak anılmayı ve çocuklarımıza “eğitim” vermeyi hak etmiyor.

22.2.21

Kurumsal din nasıl finanse edilmeli

Dinsel hizmetler, pek çok ülkenin nüfusunun büyük kısmı için büyük öneme ve değere sahip. Ama yine pek çok ülkenin nüfusunun bir kısmının hiç kullanmadığı bir hizmet. Kullananlar da farklı dinlerin ve mezheplerin üyesi, yani pek çok ülkede din önemliyse de herkesin üyesi olduğu tek bir din yok. Bu bilgiler ışığında, bir ülkede kurumsal din nasıl finanse edilmeli?

Bugün bu konudaki yaygın kabul gören yaklaşım, bir dinin üyelerinin o dinin kurumsal giderlerini finanse etmesi üzerine kurulu - konut sahiplerinin konut vergisi, taşıt sahiplerinin motorlu taşıtlar vergisi vermesi gibi inanç sahipleri de inançlarını finanse ediyor. Bu finansmanı organize etmenin iki yolu var: 1-din üyelerinin doğrudan din kurumlarıa bağış yapması, 2-devletin din üyelerinden vergi toplaması.

ABD gibi bazı ülkelerde devletin din vergisi toplaması anayasaya aykırı. Her din kurumu, kendi giderlerini din üyelerinin bağışlarıyla karşılamak ve bu bağışları kendi toplamak zorunda. Çoğu eyalette bu bağışlar vergiden düşülebiliyor.

Almanya gibi bazı ülkeler bu tercihi din kurumlarına bırakıyor: kurum isterse bağışları kendisi toplayabiliyor ya da devletin bunu vergi olarak toplamasını seçebiliyor. İkinci durumda devlet, topladığı verginin bir kısmını vergi toplama hizmeti bedeli olarak alıkoyuyor. Verginin kimlerden toplanacağıysa bireylerin nüfus müdürlüğüne yaptığı inanç beyanına dayanıyor ve işveren tarafından bordro aşamasında kesiliyor. Dileyen, kayıtlı olduğu dinin artık üyesi olmadığını beyan ederek din vergisi mükellefi olmaktan çıkabiliyor. Almanya'da Katolik Kilisesi'nin geliri 6 milyar euro civarında ve bu tutarı ortaya çıkaran vergi oranının devlet tarafından din üyeleri adına belirleniyor olmasının laiklikle bağdaşmadığı konusu çok tartışılıyor.

İtalya gibi kurumsal dinin daha güçlü olduğu kimi ülkelerdeyse din vergisi zorunlu ancak bireyler, kesilen verginin hangi dine aktarılacağını belirleyebiliyor – Hindu dinini seçmek mümkün örneğin. İtalya gelir vergisinin binde 8'i düzeyinde bir din vergisi topluyor. (Türkiye'de böyle olsaydı din kurumlarına aktarılan toplam bütçe 13 milyar değil 2 milyar tl civarında olurdu, ironik bir biçimde kurumsal dinin siyasallaşmasını engellemek için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da bunun sadece bir kısmına talip olabilirdi.)

Din hizmetlerinin din kurumları tarafından değil devlet tarafından düzenlendiği, devlet bürokrasisindeki din işleri yönetiminin bütçesinin milyarlarca lira olduğu, bunun da tek bir dine ait tek bir mezhep grubunun kurumlarını finanse etmekte kullanıldığı ve üzerinde hiçbir vergi mükellefi kontrolünün/tercihinin olmadığı bir ülkede tartışılacak verimli bir konu olabilirdi bu belki.



(daha geniş bilgi için: https://en.wikipedia.org/wiki/Church_tax)

10.2.21

sıcaklığı zaman cinsinden ölçebilir miyiz? - bir deneme

elini ocağa tutan herkesin bilebileceği gibi, zamanın uzunluğu sıcaklıkla değişir. fizik ne diyor bu konuda? küçük taklalarla sonuca ulaşacağım.

önce zamanın tanımına bakalım. 1 saniyeyi nasıl tanımlıyoruz? eskiden dünyanın dönüş süresine göre tanımlanırdı, artık bir sezyum-133 atomunun 9,192,631,770 periyodu için geçen süre olarak tanımlanıyor.

bu çok çok hassas bir ölçüm, ama yine de kusursuz değil. bu periyot sayısı 0 Kelvin sıcaklığı için geçerli. 293 K'de (oda sıcaklığında) 10^-5 kadar artıyor periyot sayısı. 1 periyot artması için 293x10^5 K artması gerekiyor sıcaklığın.

güneş yüzeyindeki sıcaklığın 10^7 K olduğunu biliyoruz; dolayısıyla bu sıcaklıkta sezyum atomunun periyot sayısı 0.34 kadar uzuyor. başka bir deyişle güneş yüzeyinde 1 saniye, 3.72x10^-11 oranında daha kısa sürüyor. yani pek pratik değil ama çok büyük sıcaklık değişimlerini çok küçük süre değişimleriyle ölçebiliyoruz.

izlediğiniz için teşekkürler.

not: zaman yolcularına not: bu yöntemle zamanda yolculuk da yapılabiliyor ama gideceğiniz yere ulaştığınızda pek yüzüne bakılacak bir halde olmazsınız. güneş yüzeyinde 6 trilyon yıl geçirip dünyaya döndüğünüzde takviminiz dünya takviminden bir gün geride olur, yani zamanda bir gün geriye gitmiş olursunuz.

15.1.21

boğaziçi üniversitesi nasıl kuruldu



          

1966 yılında Howard P. Hall Robert Kolej'in geçici başkanı oldu, Mütevelli Heyeti de yeni başkan arayışına girdi; bu arada bir de Planlama Komitesi kurarak okulun geleceğini belirleme yolunda somut bir adım attı. 1967 yılında ABD hükümetinden AID kapsamında 3 milyon dolar yardım talep edildi, ancak bunun yalnızca 2,5 milyonunun alınabileceği öğrenilince yeni bir kriz doğdu: okulun fonundan yaklaşık olarak 900.000 dolar, yani %10’luk bir tutar çekilmesi gerekecekti. Bu hem yeni program ve yatırımların durdurulması anlamına geliyordu, hem de sürdürülebilir bir yol değildi.

Türkiye ve dünyada da zorlu bir dönem başlıyordu. Kıbrıs sorununun boyutları büyüyor, ABD’nin tutumuysa Türkiye’de tepkilere yol açıyordu. Öğrenci hareketleri tüm dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük bir artış göstermeye başlıyor, giderek politikleşen okul ortamında “Amerikan emperyalizmi” vurgusu zaman zaman şiddet içeren biçimlere bürünüyordu. Böyle bir ortamda ABD’nin eski Burma büyükelçisi Dr. John Scott Everton, Şubat 1968’de RC’nin yeni başkanı oldu. Everton’ın görevi kabul ederken öne sürdüğü koşullardan biri, Arnavutköy ve Bebek'teki iki kampüsten birinin kapatılmasıydı, çünkü ikisini birden sürdürecek mali güç artık yoktu. Everton ayrıca ODTÜ Dekanlarından Aptullah Kuran’ı, İstanbul Amerikan Kolejleri’nin başkan yardımcısı yaptı.

Sancılı dönüşüm süreci böylece başladı. İlk olarak ACG’nin (Arnavutköy kampüsündeki Amerikan Kız Koleji) dört yıllık programı üç yıla indirildi ve RA’in (Robert Kolej'in orta ve lise bölümünü oluşturan Robert Akademi) programıyla uyumlu hale getirildi. 1969 başında mütevelli heyetinin eğilimi, daha sonra Aptullah Kuran’ın da önereceği gibi, üniversiteyi Arnavutköy kampüsüne taşımak, Bebek kampüsünüyse karma eğitime açık bir lise yapmaktı. Ekim 1969’da Planlama Komitesi’nin bu yöndeki önerisi resmen benimsendi, ayrıca yüksek okul kısmının artık bir Türk okuluna dönüşmesi ve kontrolünün özel kişi ve kurumlara ya da kamuya ait olması gerektiği, bu kararların ayrıntılarının ve nasıl uygulamaya konacağınınsa Türk Hükümeti ve Milli Eğitim Bakanlığı’yla ele alınması karara bağlandı. Bu planın 1971’de yürürlüğe girmesi öngörülüyordu; 1970’ten itibaren de yüksek okulun hazırlık sınıfına öğrenci alımı durdurulacaktı.

1969’dan beri kampüste zaman zaman parlayan öğrenci olayları, 1970 Sonbahar’ında iyice alevlendi. Yapılan planların RC öğretim üyelerine duyurulmasının hemen ardından öğrenci protestoları başladı. Öğrenci Birliği, yüksek okulun Arnavutköy’e taşınmasına karşı olduklarını, bunu engellemek için her şeyi yapacaklarını, derslerin boykot, binaların da işgal edileceğini duyurdu. Bildiride şöyle deniyordu: 

“Robert Kolej öğrencileri olarak uzun zamandan beri bir mücadele veriyoruz. Mücadelemiz emperyalizmin Türkiye’deki kültür üslerinden biri olan Robert Kolej’in özerk bir üniversiteye dönüştürülmesi mücadelesidir… Tüm öğrenci kitlesi ve öğretim üyeleri Robert Kolej yerine Türk halkının çıkarlarına hizmet eden bir özerk üniversite kurulmasında birleştik. Mütevelli heyetine Robert Kolej yüksekokulunu gelecek sene Arnavutköy’e taşımanın yüksek kısmın kapanması demek olacağını, kız lisesi binalarının bulunduğu Arnavutköy’de özerk bir üniversite kurulamayacağını, ters bir karar alınırsa buna öğrencilerin kesin bir şekilde karşı çıkacağını bildirdik… Robert Kolej öğrencileri olarak bizler halkımızın devrim mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak özerk üniversite mücadelemizde kararlı olduğumuzu ve hedefimize ulaşana dek azimle mücadele edeceğimiz bildiririz. Yaşasın Robert Kolej öğrencisinin özerk üniversite mücadelesi. Yaşasın Robert Kolej öğrencilerini destekleyen tüm devrimci güçler.”

Gerçekten de 1970-71 öğrenim yılı boykotlar, protesto gösterileri, işgaller, bombalı saldırılar ve polis baskınlarıyla geçti. Süreçte Dev-Genç ile Sosyal Demokratlar arasında da görüş ayrılıkları ve çatışmalar yaşandı. Ülkenin çeşitli yerlerinde meydana gelen olaylar nedeniyle 27 Nisan 1971’de sıkıyönetim ilan edilince RC de kapandı. 18 Mayıs’ta Milli Eğitim Bakanı Şinasi Orel ile bir protokol imzalandı; bu protokole göre Mütevelli Heyeti, Bebek Kampüsü’nü özerk bir Türk üniversitesine dönüştürülmek üzere Türk Hükümeti’ne bağışlayacak, Arnavutköy kampüsüyse karma lise olacaktı. Protokol, bir hafta sonraki mütevelli heyeti toplantısında da onaylandı.

Yeni üniversitenin adının ne olacağı da bir tartışma konusuydu. RC Öğrenci Birliği bir forum düzenledi ve “Mustafa Kemal Üniversitesi” adının benimsenmesi kararı çıktı. AP milletvekilleriyse “Fatih Üniversitesi” adını önerdi. Sonunda kabul edilen ad, “Boğaziçi Üniversitesi” oldu. 27 Temmuz 1971’de New York Yüksek Mahkemesi, Bebek kampüsünün transferini onayladı; 17 Ağustos’ta da Boğaziçi Üniversitesi yasası TBMM’den geçti. Robert Kolej yüksek okulunun herşeyi, öğrenci ve öğretmenleriyle birlikte Bebek’te kalacak, ama adı Arnavutköy’e gidecekti. Bundan kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi, özel yüksekokulların anayasaya aykırı olduğunu saptayacak ve hepsi kapatılacaktı.

10 Eylül 1971’de resmi olarak kurulan Boğaziçi Üniversitesi’nin ilk rektörü Aptullah Kuran bu görevi 1979’a kadar yürüttü. Onun ardından Semih Tezcan (1979-1981), Ergün Toğrol (1981-1992), Üstün Ergüder (1992-2000), Sabih Tansel (2000-2004), Ayşe Soysal (2004-2008), Kadri Özçaldıran (2008-2012) Gülay Barbarosoğlu (2012-2016) rektörlük görevini üstlendi. Bu yıllarda Boğaziçi de hem kampüs olarak genişledi, hem de öğrenci sayısı 10.000’e ulaştı. 

(1971'de TBMM'de yapılan tartışmalar ve kanun müzakereleri için bkz: https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c016/mm__03016141.pdf)

9.1.21

buluşlarımdan bazılarını nasıl yaptım - dvm


 sene 2002 olmalı. french press'lerden sıkıldığım bir akşam üstü, poşet çay gibi poşet filtre kahve yapma fikrine kapıldım. ev arkadaşım müteşebbis bir kimya mühendisiydi, ona açıldım, olurunu olmazını konuşmaya başladık bir anda, her şey o kadar hızlı ilerledi ki etiket tasarımını tartışır bulduk kendimizi. önce bir market araştırması yapalım dedik - market dediysem migros. üşenmeyip gittik, kahve çay raflarını inceledik, benzer bir ürün vardı da biz mi görmedik diye özellikle dikkatli baktık. yoktu. bunun üzerine bir paket poşet çay ve bir jacobs kahve alıp eve döndük. ev arkadaşımın sevgilisi bizi videoya çekerken biz de mutfakta ürün geliştirdik: çayı poşetten boşalttık özenli bir şekilde, içine kahve doldurduk, evde zımba olmadığı için poşetin ağzını kapatamamak gibi bir sorun doğdu ama yılmadık. su kaynatıp kupaya döktük, ağzını elimle tuttuğum poşeti kaynar suda hafif hafif sallandırdım, bir dakika tanıdık kendisine, sonra tadıma geçtik. fena olmadığına karar verdik - yani umut kırıcı değildi en azından, biraz uğraşılırsa bir yerlere gideceği belliydi.

iş ciddiye binmişti ama önümüzde aynı ciddilikte bir sorun vardı hala. filtre kahvenin en can alıcı kısmı tabii ki aromasıydı; kahvenin tazeliğini korumasını nasıl sağlayacaktık? ıslak mendil ambalajı gibi bir şey yapabilirdik, bunları da balıklarda kullanılan ama daha şık küçük teneke kutuların içine koyardık. al sana şahane ürün.

bu noktaya ulaştığımızda sermaye ya da yatırımcı bulma gerekliliği de ortaya çıktı tabii. sonra akşam oldu, yemekte ne yapalım diye konuşurken bu konuyu da unuttuk. eşe dosta anlattık zaman içinde ama kimse de elimizden tutmadı açıkçası; "bizimkiler yine ne yapmış" diye gevreye gevreye seyredildi videomuz. 

geçen gün esra markette görüp almış, getirdi önüme koydu - iki poşet filtre kahve. gözümün ucuyla baktım, "iyi fikir ama bakalım satacak mı?" dedim, müteveffa ev arkadaşım evren'i andım, işime döndüm. "days old coffee"nin yolu açık olsun.