27.9.19

Hırsız ile Yakamoz

Babası ölmek üzereydi ve çilekli tart sayıklıyordu. Bunun ne olduğunu pek bilemiyordu Yakamoz, hiç çilek ya da tart yememişti, ama babasının anlattıklarından, canının çok güzel, tatlı, soğuk, ıslak, kıtır kıtır ve yumuşak birşeyi çektiğini anlamıştı. “Jöleli bisküi gibi mi?” diye sorduğunda, depremden beri eski günlerin hayaliyle yaşayan ve bıkıp usanmadan anılarını anlatan babası, her zamanki gibi iç çekip suskunlaştı. Yakamoz babasının yüzünü karanlıkta seçemiyordu, ama buna alışıktı – mum kullanmaları çok gerekmedikçe yasaktı; yaşlı adamın gözlerinde biriken yaşları göremiyordu, ama hala gür olan saçlarını okşamak için elini uzattığında başparmağının kenarıyla hissettiği ıslaklık, genç kızı birden çok üzdü; hayatta başka hiçbir şey yapamayacak olsa bile babasının bu isteğini yerine getirmek zorunda olduğuna karar verdi. Işık Gözcüsünün hesaplarına göre 16-17 yaşındaki bu solgun yüzlü, zayıf bedenli kız, arkadaşlarına göre oldukça güçlüydü, bu da ona, yapmayı düşünmeye başladığı şeyin altından kalkabileceğine dair bir güven veriyordu.

Babasına çilekli tartın nerede bulunduğunu sorduğunda “Pastanede,” yanıtını aldı, pastanenin ne olduğunu sorduğundaysa buranın çilekli tart satan bir yer olduğunu öğrendi. Bu bilgiyi alan Yakamoz, babasının uykuya dalmasını beklemeye başladı, bir yandan da gözünde babasının o güne kadar anlattıklarını canlandırmaya, dışarı çıktığında ne yapması, nereye gitmesi gerektiğini belirlemeye çalışıyordu. Babası Yakamoz’un dışarı çıkmasına öteden beri taraftardı, ama Konsey babasını, kızının vesayetini devralmakla tehdit ettiğinden beri bu konuda konuşmayı bırakmıştı. Yakamoz’dan birkaç yaş büyük olan ve dışarısını hayal meyal anımsayan Kaya Abisi de babasıyla ciddi ciddi tartışır, dışarıda düşmanların ve ölümün beklediğini, iyice hazırlanmadan çıkmanın intihar demek olacağını, onları ölüme terk edenlerin karşısına tüm silahlarıyla dikilebilecekleri güne kadar beklemeleri gerektiğini söylerdi. Babasının bazı arkadaşlarıysa dışarı çıkılmasına tümden karşıydı – dar ve basık kovuklarda gerçekleştirilen Konsey toplantılarının en gözde tartışmasıydı bu, üstelik o aralar iyice alevlenmişti, çünkü yaklaşık yirmi yıl önceki bir depremle yerle bir olmuş ve çevresi kapatılarak sonraki kuşaklara ibret olsun diye doğal anıt-milli park haline getirilmiş bu şehrin yıkıntılarının içinde yaşayan topluluğun yiyecek stokları tehlikeli bir düzeye inmişti.

Zamanında o kadar yoğun bir yerleşim merkeziydi ki burası, depremin ardından neredeyse yekpare bir yıkıntıya dönüşmüştü yapılar; iki gün süren arama-kurtarma çalışmalarından sonra bastıran kar fırtınası ve keskin soğuk, çökmüş şehri iki hafta boyunca kar altına gömmüş, içeridekilerin yaşamlarından umut kesilince de “park” fikri ortaya atılmıştı. Yıkıntıların çökme tehlikesi olduğundan bu alana girilemiyor, ancak etrafında dolaşılabiliyordu. İçeride kalanların birbirini bulması, ölülerini gömmesi ve yeni bir yaşam biçimi kurması üç yıl sürmüştü; izleyen yıllarla birlikte farklı bir kültür de serpilmeye başlamıştı. İlk başta konserve gıdalarla ve haplarla beslenen yıkıntı halkı, zamanla fare, karga, böcek gibi hayvanları özel gözcüler aracılığıyla avlamaya, yosun ve mantar yetiştirmeye de yönelmişti, ama konservelerin iyice azalması ciddi bir tehdit oluşturuyor ve bir önlem alınmasını zorunlu kılıyordu. Şahinler grubu daha fazla zaman istiyordu; Konseyde ağırlıkları olmasından yararlanarak karneyle dağıtılan yiyecek paylarını iyice kısmışlar ve topluluğun tüm olanaklarını savaş hazırlıkları için seferber etmişlerdi. Güvercinler grubu, baskıcı ve yalıtımcı siyasal kültürlerine eklenen bu yeni unsuru eleştirmeye çalışıyorsa da, bu davranışları yurtsevmezlik olarak algılanıyordu.

Bu nedenle Yakamoz, dışarıya çok gizli bir şekilde çıkması gerektiğini, yaptığı şey Konseyin kulağına giderse başının büyük belaya gireceğini biliyordu; yıkıntılarda yaşayan insanların dışarıya çıkması kesinlikle yasak olduğu gibi, dışarıdan da içeriye hiçbir şeyin, hatta ışığın bile girmemesi için bütün delikler ilk fırsatta kapatılmıştı, Konseyin ilk icraatlarından biriydi bu.

Surlarda bir gediğin açıldığını görmek için yirmi yıl geçmesini beklemek gerekecekti. Yakamoz babasının başucunda plan yaparken birden yukarıda bir tıkırtı duydu. İlk başta her zamanki gibi karnı aç bir farenin ya da kapanını arayan bir karganın sesi sandı bunu, ama tıkırtı giderek arttı, arttı, kovuklarının içine toz dolmaya başladı. Tam Yakamoz kalkıp ne olduğunu görmek için mum yakacakken içerisi aydınlanıverdi. Işık gözüne girince Yakamoz çığlığı bastı; dışarıda da birinin bağırarak yuvarlandığını duydu; ışık içeri düştü. Az sonra ışığın sahibi, yeni açılan deliğin ağzında belirdi. Bir erkekti bu, genç bir erkek; iki taraf da şaşkınlık ve heyecan içindeydi. Adam orada birinin olup olmadığını sorunca Yakamoz terslenerek olumlu yanıt verdi, ama o da adamın dışarıdan mı geldiğini sormayı akıl edebildi ancak. Adam yanıt vermek yerine içeri atladı ve yerde duran el lambasını alıp kovuğun içini taradı, Yakamoz’u ve bütün bu patırtıya uyanmayan babasını gördü. Yakamoz genç adamdan ışığı söndürmesini istedi, aydınlıktan şikayet ederek. Oraya define aramak için gizlice gelmiş olan genç, el lambasını söndürdü bunun üzerine. Yakamoz hemen çilekli tartın ne olduğunu bilip bilmediğini sordu; define avcısı çilekli pastayı biliyordu. Pastanenin ne olduğundansa elbette haberi vardı. Yakamoz bunun üzerine ondan, babasına çilekli tart getirmesini, babasının çok hasta olduğunu söyledi. Define avcısı, Yakamoz’un yüzünü yeniden görmeyi çok istiyordu, sesi onu çok etkilemişti. El lambasını tavana tutarak kısa bir süre için yaktı – bu yüze aşık olduğunu hissediyordu. Onun için yapmaya hazır olacağı şeylerin listesi hızla uzuyordu kafasında; çilekli tartın esamesi bile okunmazdı.

Onlar karanlıkta oturmuş konuşurken Kaya Abi ve iki güvenlik görevlisi girdi içeri – gözcüler birinin yıkıntılara doğru yaklaştığını ve içeri girmeye çalıştığını bildirmişti. Böyle birinin istihbarat açısından değerinin büyük olduğu açıktı; kendini define avcısı olarak tanımlayan ama onlara göre hırsız olan genç hemen, acil toplantıya çağrılmış olan Konsey üyelerinin önüne çıkarıldı.

Konsey, hırsızın dışarıdaki dünyayla ilgili olarak anlattıklarını büyük bir merak ve dikkatle dinledi. Ardından üyeler saatler süren bir tartışmaya girişti ve oturumun sonunda hırsızın sınırdışı edilmesini oybirliğiyle; toplu olarak dışarı çıkılması projesinden vazgeçilmesine, yiyecek sorununun gerilla taktikleriyle çözülmesine ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı yıkıntıların zayıf noktalarının saptanıp güçlendirilmesine oy çokluğuyla karar verdiler. Yıkıntıların olduğu bölgeye izinsiz girmek büyük bir suç sayıldığından ve kimse, bir hırsızın anlatacağı saçma sapan hikayeye inanmayacağından onu bırakmakta bir sakınca görmemişlerdi. Böyle bir suçun cezasını göze alıp yıkıntıların içinde kalmış olabilecek şeyleri bunca yıl sonra talan etmeye çalışmaktan başka bir çaresi olmayan insanlar yetiştiren bir düzenin de, kendi düzenlerinden çok daha zavallı bir halde olduğunu düşünmüşlerdi. Konseyin büyük çoğunluğu, eskiden aşırı bulunan muhafazakarlara hak vermeye başlamıştı.

Hırsız ertesi gece elinde çilekli tart paketiyle geri döndü. Ne var ki bu kez Yakamoz’a ulaşamadı, çünkü önceki gece açtığı deliğin olduğu yerde koca koca beton bloklar vardı artık – ne kadar yıkık da olsa duvar, duvardı. Aşkını kalbine gömmekten başka seçeneği yoktu hırsızın. Paketi de bir karanfil gibi oraya bırakmak aklından geçtiyse de, o kadar para saydığı çilekli tartın tadına bakmak daha cazip geldi. Bir molozun altına sıkışmış pastane paketiyse uzun yıllar orada durdu.