18.5.23

meritokratik kleptokrasi

 kanat'a...


en iyi çalanın yönetime geldiği demokrasi türü. tüm partilerin çalmak için iktidara aday olduğu bir toplumda halk, hırsızlar arasında en iyisini seçmeye yönelebilir. bunun nedeni şöyle özetlenebilir: beceriksiz ya da çapsız kleptokrat, varolan gelir üretimi içinde kendisine avanta yaratmaya çalışacak, yani hazırdaki pastadan pay almak isteyecektir; oysa asıl beceri, pastayı büyütmek ve böylece alınacak payı da kat kat artırmaktadır. ekonomisi büyüyen bir ülkede kleptokrat sınıfın yandaşlarına, yamacındakilere ve nihayetinde az da olsa onların dışındakilere düşen payın büyüyeceğinden hareketle, seçmenin bu seçimi ekonomik açıdan rasyonel addedilebilir. kleptokratların milli gelir artışından %10-15 pay alması genel kabullere uygundur (ve literatürde "mr. ten percent" ya da "mr. fifteen percent" olarak anılırlar); ancak çeşitli ülkelerde çeşitli dönemlerde daha hırslı bir kleptokrat sınıfın yükselişine de tanık olunmuştur. bu doymakbilmezlikleri, genellikle muhalif kleptokratlar tarafından afişe edilir; bu süreçte eğer asapları bozulursa beceriksizlikler yapmaya başlarlar ve sonunda çaldıkları için değil, beceriksizce yaptıkları diğer hatalardan dolayı iktidarı kaybederler. bazıları siyaset sahnesinden tamamen silinebilir, ancak bazılarının ustaca manevralarla geri geldikleri de görülmüştür.

(görülen lüzum üzerine yeniden: https://sefinsalatasi.blogspot.com/2011/12/meritokratik-kleptokrasi.html )

15.5.23

2023 seçimleri: bu sonuçlar gerçek olabilir mi?

 

kılıçdaroğlu’nun ilk turda %51.4’le seçileceğini, mhp’nin oylarının düşeceğini, oğan’ın %2’yi geçemeyeceğini, mecliste hiçbir ittifakın çoğunluk sağlayamayacağını iddia etmiş biri olarak önce şunu söyleyeyim: bu sonuçlar gerçek olabilir mi? 


güzide halkımızı biraz tanıyan herkesin kabul edeceği gibi, evet, olabilir. lakin güzide siyasetimizi takip eden herkesin yine kabul edeceği gibi, olmayabilir de. günün sonunda baktığımız yer ysk verileri; bu verilerin zaman içindeki değişimini ve sahiciliğini istatistiksel olarak denetleyecek bağımsız bir kurum yok, dolayısıyla ysk ne derse o. halbuki kılıçdaroğlu’nun ifadesine göre chp bir buçuk yıldır bu seçimde oy verme işleminin denetlenmesine hazırlanıyordu. bunun ne büyük bir fiyasko olduğunu dün gece hep birlikte izledik. 192 bin sandıkta birer kişi ıslak imzalı tutanağın fotoğrafını çekip merkeze gönderecek, merkez de bu verileri işleyip ysk’dan bağımsız olarak süreç boyunca duyuracaktı, böylece daha sonraki itirazlar için herkesin görebileceği bir gerekçe olacaktı, ysk da elini korkak alıştırmak zorunda kalacaktı. 


oysa yaşanan bu olmadı: tek başına at koşturan ysk, arada saatlerce veri girişi yapmayarak, bu verileri ilk gören taraf olan iktidara büyük bir adaptasyon ve rota belirleme imkanı sundu, kimsenin de gıkı çıkamadı. oğan’a 3 puan, mhp’ye 4 puan katarak chp’nin oyunu düşürmek, bunu da dolaylı yaparak hedef şaşırtmak mümkün müydü? tabii ki. olan bu muydu? bilemem. ama “türk’ün devleti”ni denetlemenin gerekli olduğunu, bunun yetmeyeceğini, denetleyenin de denetlenmesi gerektiğini bilmeyen/ bu denetimi beceremeyen bir siyasi liderin, hayatına lider olarak devam etmemesi gerekir, kimse kusura bakmasın. 


bu hikayede herkesin payına büyük utançlar düşüyor, ama kılıçdaroğlu’na -tüm iyi niyetine ve çabasına rağmen- daha büyük bir pay düşüyor: chp’yi adam edemeden ülkeyi adam etmeye kalktığı ve ülkenin yarısını angaje edip varoluşsal bir bunalıma sürüklediği için.

 

bu sonuçlar nasıl gerçek olabilir? buna da bakmak istiyorum. bana göre iki ayağı var: 1.ideolojik temel, 2.patronaj sistemi. 


milliyetçiliğin, kürt düşmanlığının, islamcılığın ve kadın düşmanlığının hakimiyeti ve -bedeli ne olursa olsun- hakim kılınmasının  zorunlu olduğu inancı birinci ayağı oluşturuyor. “ben müslüman bir ülkede yaşamak istiyorum” talebi, “kürtlerin canı cehenneme” hissiyatıyla birleşince, bunu değiştirmeye yönelik her ihtimalin başı eziliyor. ülkenin yaşadığı sorunlar ne olursa olsun, “eski günahkar döneme dönme” ve “kürtlerin vatandaşlığının kabul edilmesi” korkusu, her türlü “reel” sorunu önemsiz kılıyor. 


ikinci ayaksa akp iktidarının çok geniş bir kitleye, kademeli olarak sağladığı maddi imkanlar. ülke ekonomisine olanlar hep soyut şeyler, pazarda fiyatlar delice artsa bile; çünkü arka kapıdan gelen maddi imkanlar var hep. bu bazıları için profesyonel pozisyon, bazıları için ithalat-ihracat-inşaat gibi faaliyetlerde sağlanan ayrıcalıklar, görmezden gelmeler, bazıları içinse otobüsten atılan oyuncak, eve getirilen kömür, dağıtılan nakit para. bu imkanlardan vazgeçmek çok zor; ideolojik temel de vazgeçmemek için yeterli mazereti zaten sunuyor; yani maddiyatı itiraf etmeden ideolojik nedenlere sığınmak çok kolay. 


bu ikisi birleştiğinde yıkılması çok zor bir kale ortaya çıkıyor. akp’nin başarısı bu. muhalefetin -siyasetçiler ve bireyler olarak- anlamakta/kabul etmekte zorlandığı da bu. iktidar yandaşı insanların “yandaş” olmak için çok geçerli ve kişisel nedenleri var. bunlardan üstün nedenler sunmadıkça bu kalede gedik bile açmak çok zor. bu da cari sistemin kendini pervasızca ağırlaştırmasına imkan sağlıyor.

3.5.23

Kurumsal din nasıl finanse edilmeli

Dinsel hizmetler, pek çok ülkenin nüfusunun büyük kısmı için büyük öneme ve değere sahip. Ama yine pek çok ülkenin nüfusunun bir kısmının hiç kullanmadığı bir hizmet. Kullananlar da farklı dinlerin ve mezheplerin üyesi, yani pek çok ülkede din önemliyse de herkesin üyesi olduğu tek bir din yok. Bu bilgiler ışığında, bir ülkede kurumsal din nasıl finanse edilmeli?

Bugün bu konudaki yaygın kabul gören yaklaşım, bir dinin üyelerinin o dinin kurumsal giderlerini finanse etmesi üzerine kurulu - konut sahiplerinin konut vergisi, taşıt sahiplerinin motorlu taşıtlar vergisi vermesi gibi. Bu finansmanı organize etmenin iki yolu var: 1-din üyelerinin doğrudan din kurumlarına bağış yapması, 2-devletin din üyelerinden vergi toplaması.

ABD gibi bazı ülkelerde devletin din vergisi toplaması anayasaya aykırı. Her din kurumu, kendi giderlerini din üyelerinin bağışlarıyla karşılamak ve bu bağışları kendi toplamak zorunda. Çoğu eyalette bu bağışlar vergiden düşülebiliyor.

Almanya gibi bazı ülkeler bu tercihi din kurumlarına bırakıyor: kurum isterse bağışları kendisi toplayabiliyor ya da devletin bunu vergi olarak toplamasını seçebiliyor. İkinci durumda devlet, topladığı verginin bir kısmını vergi toplama hizmeti bedeli olarak alıkoyuyor. Verginin kimlerden toplanacağıysa bireylerin nüfus müdürlüğüne yaptığı inanç beyanına dayanıyor ve işveren tarafından bordro aşamasında kesiliyor. Dileyen, kayıtlı olduğu dinin artık üyesi olmadığını beyan ederek din vergisi mükellefi olmaktan çıkabiliyor. Almanya'da Katolik Kilisesi'nin geliri 6 milyar euro civarında ve bu tutarı ortaya çıkaran vergi oranının devlet tarafından din üyeleri adına belirleniyor olmasının laiklikle bağdaşmadığı konusu çok tartışılıyor.

İtalya gibi kurumsal dinin daha güçlü olduğu kimi ülkelerdeyse din vergisi zorunlu ancak bireyler, kesilen verginin hangi dine aktarılacağını belirleyebiliyor – Hindu dinini seçmek mümkün örneğin. İtalya gelir vergisinin binde 8'i düzeyinde bir din vergisi topluyor. (Türkiye'de böyle olsaydı din kurumlarına aktarılan toplam bütçe 13 milyar değil 2 milyar tl civarında olurdu, ironik bir biçimde kurumsal dinin siyasallaşmasını engellemek için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da bunun sadece bir kısmına talip olabilirdi.)

Din hizmetlerinin din kurumları tarafından değil devlet tarafından düzenlendiği, devlet bürokrasisindeki din işleri yönetiminin bütçesinin milyarlarca lira olduğu, bunun da tek bir dine ait tek bir mezhep grubunun kurumlarını finanse etmekte kullanıldığı ve üzerinde hiçbir vergi mükellefi kontrolünün/tercihinin olmadığı bir ülkede tartışılacak verimli bir konu olabilirdi bu belki.

 

(daha geniş bilgi için: https://en.wikipedia.org/wiki/Church_tax)