27.7.14

25.7.14

7 (not Se7en) - english version


available on Amazon. 


Originally published in 1992, 7 soon gathered a cult following as an example of the “new Turkish novel”.

Boy meets girl at a secondhand bookstore in Istanbul, they start to date, and fall in love.

He is a virgin; she becomes his tutor.

She is also the most powerful person in the hierarchy of an underground religion called Kronk.

She annonces that her boyfriend is the second prophet the scripture of Kronk foretells.

The boy goes along with this prophet thing for a while, but then decides it is too silly for him, and quits his post.

Not so easy, it turns out.

Things take a turn for the worse.

24.7.14

insanlığın kaderini değiştirecek buluşlarımdan birini nasıl yaptım



bilenler bilir - enerjiyle ilgili buluş yapmayı severim. mesela 1992'de, istanbul boğazı'nın üst ve alt akıntılarından elektrik üretecek türbinleri bulmuş ve "suç ve ceza" adlı romanımda konunun ayrıntılarını açıklamıştım.

son buluşum ise bozcaada'daki "rüzgar gülleri"nin nasıl çalıştığını bizim ufaklığa anlatmaya çalıştığım sırada gerçekleşti. rüzgardan elektrik üretmek çok şahane tabii, ama rüzgar kesilirse dımdızak kalma riski var, çünkü bu üretilen enerjiyi depolamayı hala doğru dürüst beceremiyoruz. elektrikle ilgili temel problemimiz bu zaten - üretir üretmez tüketmek gerekiyor.

bir yandan araba kullanırken, bir yandan da dev bir elektrik hattı halkası düşünmeye başladım - üretilen elektrik bu halkaya veriliyor, elektrik akımı orada dönüp duruyor, sonra lazım olunca kullanım hattına aktarılıyordu. bunun iki problemi olabileceğini hemen gördüm - birincisi, yüksek miktarda elektrik üretilecekse çok uzun bir halkaya ihtiyaç duyulacaktı, ikincisi de kablodaki enerji kaybı, böyle bir depolama yöntemini mantıksız hale getirecekti, elekle su depolamak gibi bir şeydi.

sıradan bir zihnin yılıp vazgeçeceği bu noktada ben direnmeyi, fikrimin peşinden gitmeyi sürdürdüm tabii. sonuçta mantık sağlamdı, sadece doğru malzeme bulmak gerekiyordu, direnci düşük bir malzeme. tabii ki hemen aklıma süper iletkenler geldi. böyle malzemeler vardı, sıvı nitrojenle soğutuldukları zaman hiç enerji kaybı olmadan elektriği döndürüp duruyorlardı. ülke çapında üretilen elektrik, bu süperiletkenlerden kurulacak devasa "silo"larda depolanabilir, lazım olduğunda da "grid"e aktarılarak kullanıma sunulabilirdi.

burada durdum mu? hayır, bin kez hayır. biraz ar-ge çabasıyla, bu siloların boyutunu pil boyutuna ufaltmak ve örneğin bilgisayarlarımızın ve cep telefonlarınızın (ben kullanmıyorum) şarjının durdukları yerde bitmesinin önüne geçmek mümkün olacak, elektrikli arabaların da şarj ömrü nihayet uzayacak ve tek şarjla binlerce kilometre gidilebilecekti.

bu buluşumu öncelikle sizlerle ve akabinde dünya kamuoyuyla paylaşmak için hemen bilgisayarımı açtım, dizginlenemez bir coşkuyla bu satırları yazdım. sonra her namuslu buluşçunun yapacağı gibi, konuyu google'a götürdüm.

http://science.energy.gov/np/highlights/2013/np-2013-08-a/

erken kalkan, yine yol almıştı. ama bu, süper iletken elektrik silolarımı ve pillerimi bir romanda anlatmama engel olamayacaktı. edebiyat da sonuçta bir tür bilgi deposu değilse neydi?

21.7.14

18 mart olmasa, 24 nisan olur muydu?



geçen gün çanakkale boğazı’ndan geçiyoruz, aklıma bir “counterfactual” takıldı:
çanakkale geçilseydi, yani 18 mart olmasaydı ne olurdu?

50 bin türk askeri “çat diye” ölmezdi.
istanbul 3 yıl önce işgal edilirdi.
"kurtuluş savaşı" çalışmaları sekteye uğrayabilir, ya da çok farklı biçimde örgütlenebilirdi. bu örgütlenme, saltanatı korumayı da hedefleyebilirdi. yarbay mustafa kemal, henüz gözükaralığını kanıtlayamamış olur, kazım karabekir’in kritik desteğini alamayabilirdi.

peki, 24 nisan olur muydu?

16.7.14

kafamız iyiydi...



bir yandan bonzai salgını, bir yandan muslukları açarak hükümeti düşürme komplosu, aklıma eski komşumuz nihat abiyi getirdi.

nihat abi sessiz sakin, tamamen kendi halinde, kırklarında bir adamdı, akşamları bir duble rakısını içer, yazları erdek'te kiraladığı ufak yazlığına gidip tatilini yapar, büyükçe bir şirketin muhasebesinde çalışır, bekar hayatını geçirirdi. tek başına yaşardı aslında, ama karşı dairesinde annesi feride teyze otururdu.

bir gün nihat abi bacağını kırdı, kötü de kırmıştı, bir süre evden çıkamayacağı anlaşıldı. ben de arada sırada ziyaretine gitmeye, benden istediği kitapları götürmeye başladım. uğur mumcu - aziz nesin çizgisinde bir okurdu nihat abi, ama roman getirmemi istemişti benden, ben de hemingway götürdüm ilk olarak, sonra yolumuz woody allen'a kadar uzandı.

kırığın üçüncü haftası filandı, kötü haber geldi: nihat abi kalp krizi geçirmişti. kırık bacak, nihat abiyi öldürmüştü.

fakat kazın ayağının öyle olmadığı bir süre sonra anlaşıldı. meğer nihat abi sağken evde, salonda, pencere önünde esrar yetiştirirmiş. ölmeden önceki gece, iki kuzeniyle birlikte hem mahsul tadımı yapmışlar, hem de zuladaki kubarın dibine darı ekmişlerdi. sabaha kadar takıldıktan sonra nihat abi -esrardan mıdır, nedendir bilinmez- fenalaşmıştı; iki kuzeni de onu arabaya atıp hastaneye götürmek istemiş, ama nihat abi daha yolda son nefesini vermişti. iki kuzen arabayı kenara çekip bir süre ağladıktan sonra, kan testi filan yapılır, başları esrar meselesinden belaya girer diye hastaneye gitmekten vazgeçmişti. nihat abinin hala sıcak cesedini eve geri getirmiş, yatağına yatırmış, kül tablalarını temizleyip evi havalandırdıktan sonra feride teyzeye haber vermişlerdi.

nihat abi bugünleri görseydi herhalde pencere önünü boşaltır, geceleri yatarken pencereleri açık uyurdu. memleketin havası hakikaten acayip bir kafa yapıyor çünkü.

8.7.14

sonra maçın geniş özeti



2-0 yeniksiniz. maçın 70. dakikası. hala kendi yarı sahanızda yan paslarla top çeviriyorsunuz.

ekmeleddin ihsanoğlu'nun konuşmalarını dinlerken gözümde böyle bir maç canlanıyor. kamuoyu araştırmaları ne diyor bilmiyorum, ama benim gördüğüm şu: çok olağandışı bazı koşullar bir araya gelmezse, önümüzdeki ay erdoğan cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak (ve evet, ayaklarını başbakanlık koltuğuna uzatacak). ekmeleddin bey'in de saygın ve sıkıcı "bla bla bla" konuşmalarıyla olağandışı koşullar yaratabilmesi mümkün değil. "bozok yaylasının bilge evladı" gibi arkaik bir "seçim sloganı" da ancak ekmeleddin bey'in annesine bir şey ifade ediyordur, eğer hayattaysa.

meselenin bir kısmı ekmeleddin bey'in sakin kişiliğinden ve yaşından, bir kısmıysa chp-mhp-vs uzlaşmasının dayandığı gri-boz ortak alanın içinde pek birşey olamamasından kaynaklanıyor anladığım kadarıyla. sonuçta olan şu: erdoğan da, demirtaş da, farklı biçimlerde olsa da son derece sahici adaylar, ekmeleddin bey'se "sahici" olamadı henüz.

sahici olmanın en önemli koşullarından biri, maçın bu dakikasında, bütün hatlarıyla rakibin üstüne gitmek ve bunu neredeyse amatör bir coşku ve tutkuyla, hatta delilikle yapmak. ekmeleddin bey, erdoğan'ı yenebileceğine inanmıyor; erdoğan'ı yenmek istediğinden emin değil; erdoğan'ı yenmek için yapması gerekenleri yapmak istediğinden de emin değil. ikili mücadeleler böyle kazanılamaz.

sahici olmanın en önemli diğer koşulu, nasıl bir türkiye istediğini tak diye söyleyebilmek. her şeyi de -dış politika, kürdistan, ekonomi, eğitim, haklar, demokrasi, şiddet vs- bunun içine çok doğal bir biçimde sokabilmek.

ilk koşula örnek, erdoğan'ın "terleyen cumhurbaşkanı" söylemi sayesinde bol miktarda çıkıyor. herşeye karışacağını, mesela yollara da karışacağını övünerek, rakibiyle dalga geçerek söylüyor erdoğan; dinamik ve aktif portre, pısırık ve pasif portreden tabii ki daha çekici, bunu biliyor. oysa ekmeleddin bey'in "gözetmen cumhurbaşkanı" modeli, illa pısırık ve pasif bir cumhurbaşkanı anlamına gelmiyor. "erdoğan cumhurbaşkanı değil, belediye başkanı olacağını sanıyor herhalde" gibi birşeyler dese,rakibiyle angaje olsa, tribünlerden ses gelecek.

ikinci koşulu formüle etmek elbette ekmeleddin bey'in kampanyasını yürütecek reklam ajansının işi (ateş ilyas başsoy'un adı geçiyor), ama bence "iyi türkiye" kadar basit ve hatta naif bir damar tutturmaları ve arınma hissine oynamaları gerek.

ekmeleddin bey bu iki koşulu yerine getiremezse, akp-chp-mhp seçmenleri için "tekmelettin bey" olmaktan öteye gidemeyecek. maç bittiğinde de, "bu da bitti neyse" diyip terliklerini giyecek.

4.7.14

çevirileri ayarlama enstitüsü



biraz ukalalık edeceğim.

yukarıda, türkçeden ingilizceye çevrilmiş ve büyük bir yayınevi tarafından yayımlanmış çok önemli bir romanın ilk sayfası var, bir de ona eşlik eden editörlük notları. daha da titiz davranıp üslupla ilgili şeyler de söylenebilirdi, uzatmak istemedim. buradaki maddi hatalar, yayınevinin anadili türkçe olan VE çok iyi ingilizce bilen bir editör çalıştırmamış olmasından kaynaklanıyor aslında; böyle bir editör çeviri hatalarını saptayabilir ve doğru çeviri için çevirmene yol gösterebilirdi. çevirmen de "hatmetmek" gördüğü yerde "hatim indirmek" gördüğünü sanmaktan kurtulurdu.

amerikan yayınevleri, özgün metne sadakatten çok çeviri metnin rahat okunurluğuna öncelik verir geleneksel olarak. gerçekten de yalnızca çeviriyi okuyacak biriyseniz (ki benim gibi gıcıklar dışında bu kitabın tüm okurları bu kapsama girer) rahat okunan, iyi bir çeviriyle karşı karşıya olduğunuzu düşünebilirsiniz. oysa gerçekte, çevirileri ayarlama enstitüsü'nden birinin gelip duruma müdahale etmesi gerekiyordur.

2.7.14

devlet


DEVLET a. Bir ülke içinde öldürme tekelini elinde bulunduran, kendi organları aracılığıyla öldürebildiği gibi devlet dışı oluşumlara öldürme yetkisini sınırlı kapsamla devredebilen ya da gerektiğinde öldürme yetkisinin bu tür oluşumlar ve hatta bireyler tarafından kullanılmasına göz yumabilen, bu tekelin kendi bünyesi içinde farklı gruplar tarafından çelişkili kullanımı söz konusu olduğunda öz güvenliği tehlikeye girebilen ve bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için bu farklı grupları ortak bir öldürme projesi etrafında birleştirme yoluna giden hukuki yapı.