14.2.22

Sol Ne Söylemeli Ne Yapmalı?

 

Üç yıl önce yazılmış bu yazıyı yeniden ısıtayım dedim:

Bugün Türkiye'de muhalefetin nasıl konuşması gerektiği hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor; bunların önemli bir kısmı, CHP'nin ne kadar da iktidarın dümen suyunda gittiğinin eleştirisi olmaktan öteye geçemiyor, sert cevaplarla söylem üstünlüğünün ele geçirilmesi isteniyor; belli ki Muharrem İnce deneyiminden yeterinde ders alınamamış. Oysa bu çerçevede bir lafı gediğine koyma üstünlüğünün hiçbir önemi yok. Bugün muhalefetin odaklanması gereken şey aslında solun toplumsal hedeflerinin AKP tarafından özümsenmesine, apartılmasına karşı tutarlı ve ikna edici bir strateji geliştirmek. Bu da öncelikle AKP'nin 16 yıldaki başarısını doğru saptamak ve analiz etmekten geçiyor. Bunu teslim etmeyen bir sol söylemin oyunu artırmasına imkan yok. Ancak bundan sonra AKP'nin başaramadıklarına ve berbat ettiklerine sıra gelebilir.

AKP'nin başarısının odağında, Türkiye'nin en fakir %30'luk kesiminin kazanımları olduğunu öne sürmek istiyorum. Bu kazanımlar öncelikle somut, maddi kazanımlar, başörtüsü-cami kazanımları değil*. Dünya Bankası'nın verilerine biraz bakalım (bu kaynağı hatırlatan Kanat Emiroğlu'na teşekkür etmeyi borç bilirim). İlk grafik, kişi başına gayrısafi milli hasıla. 1990'larda 8.000 dolar civarındayken, 2015'te 27.000 dolar düzeyine gelmiş:



Çalışan kişi başına gayrısafi milli hasıla da ciddi oranda artmış. 1990'larda 40.000 dolar civarındayken 2015'te 75.000 dolara çıkmış:




Kişi başına düşen gayrısafi milli gelir 2000 öncesinde ancak 2.000 dolarken 2015'te 12.000 dolar civarına yükselmiş:



Gayrısafi katma değerdeki artış da çok dramatik. 1980'lerden 2000'e sabit fiyatlarla 100 milyar dolardan 200 milyar dolara çıkmış, 2015'teyse 800 milyar dolar civarına erişmiş:




Bu artışların toplum genelindeki dağılımının Batı'daki kadar çarpık olmadığını biliyoruz, yani en zenginler daha çok zenginleşiyor Türkiye'de de, ama Batı'daki kadar değil; orta sınıfın kazanımları aynı kalıyor ya da geriliyor, en fakirlerin kazanımları ise hepsinden yüksek. Burada süreçteki "işlem kayıpları"nı hesaba katsak bile ciddi bir büyüme ve toplum kesimleri arasında transfer söz konusu.

Fakirlik sınırı altındaki nüfusun oranı 2002'de yüzde 30'ken 2014'te yüzde 2'ye düşmüş (hala yüksek elbette):



Çalışan kadınların güvencesiz işlerde çalışma oranlarında da yeterli olmasa bile önemli bir iyileşme olmuş, 2000'de yüzde 55 iken 2015'te yüzde 35'e düşmüş:




Gündelik hayatta en alt yüzde 30'un diğer kazanımlarına bakalım. Önce sağlık. Kadınların doğumda ölüm oranları bugün hala yüksek sayılsa da büyük bir düşüş yaşamış. 90'larda yüz binde 95'ten 2000 yılında yüz binde 80'e kadar ancak düşebilmişken, 2015'te 19'a gerilemiş.



Yenidoğan ölümleri 1990'da binde 55'ken, 2015'te binde 12'ye düşmüş:


Ölüm sebeplerinde de önlenebilir diyebileceğimiz sebeplerin oranında düşüş olmuş, 2000'de yüzde 10,5'ken, 2016'da 4,5'e inmiş: 





1990'da doğumların yüzde 75'i kalifiye sağlık personeli tarafından gerçekleştirilirken, 2015'te bu oran neredeyse yüzde 98 olmuş:



Çocukların aşılanmasında 1990'lardaki kampanyaları hatırlayanlarınız olacaktır, Metin Akpınar-Zeki Alasya "Haydi Çocuklar Aşıya!" derdi televizyonlarda her gün. İşte o yıllarda aşılanma oranı yüzde 80'lerde gezinirken 2015'te yüzde 97'ye çıkmış:


1992'de doğum öncesi bakım erişimi olan hamile kadınların oranı yüzde 63'ken ve 2000'de ancak yüzde 72'ye ulaşmışken 2014'te bu rakam yüzde 97 olmuş:




Sonra eğitim. 2000'e gelindiğinde ilkokul çağındaki çocukların okul gitme oranı ancak yüzde 91'e ulaşabilmişti, 80 darbesinden sonraki tüm gürültüye rağmen; 2015'te bu oran yüzde 99'u buldu, yani neredeyse okul çağındaki çocuklar arasında okula gitmeyen kalmadı. 



Bunlar dediğim gibi özellikle nüfusun en yoksul %30'u için çok önemli kazanımlar. Ama hikaye burada bitmiyor. AKP'nin bu alanlarda başaramadıkları ya da mesafe kat ettikten sonra geri düştüğü durumlar da var.

Örneğin işsizliğin ciddi bir sorun olarak başını yeniden gösterdiğini görüyoruz. Toplam işsizlik 2000'de yüzde 6,5 seviyesindeyken 2015'te yüzde 11'i geçmiş:




Kadınların işsizlik oranındaki artış daha da çarpıcı. 2000'de yüzde 6 civarındayken 2015'te yüzde 14'ü geçmiş.



Aile gelirine katkıda bulunan kadınların oranı da 2000'de yüzde 45 civarındayken 2015'te yüzde 27'ye gerilemiş:



Sağlıkta toplam bütçeden sağlık giderlerine düşen pay 2009'dan bu yana azalıyor:


Kişi başına düşen hastane yatağı sayısında da ciddi düşüş var (son dönemdeki dev hastane kampüsü furyasının bir nedeni de bu olabilir - verimliliği gözetmeden sayıyı artırmak). 2000-2006 arasında bin kişiye 2,6 yataktan 2.8 yatağa kadar yükselmişken, 2010'da 2,45'e gerilemiş:



Çocuklarda görülen obezitede bir patlama yaşanmış. 1998'de boyuna göre aşırı kilolu çocukların oranı yüzde 4'ken 2015'te bu oran yüzde 11'e ulaşmış:



Gelir, iş, sağlık, eğitim, güvence gibi konularda yanlış yapılanları, yapılmayanları, yapılabilecekleri gündeme getirmek, bunların kaynaklarını tartışmaya açmak, nüfusun çok büyük bölümü için ifade özgürlüğünden, yürütme üzerindeki yargı ve yasama kontrolünden, doğa katliamından, yolsuzluklardan, askeri harcamaların denetlenmesinden daha önemli, hatta eğitim kalitesinden, yargı kalitesinden, dindarlıktan da önemli. Solun bu konularda ve başka konularda söyleyecek çok sözü var (en azından olmalı) elbette, ama aslında hem toplumun her kesimi için konuşabilmeli, hem de öncelikle toplumun en yoksul kesimine gerçekten odaklanabilmeli. Bunu yaparken yalnızca sayıları yani niceliği değil, niteliği de somut örneklerle ve sonuçlarını sergileyerek gündeme getirmeli; Türkiye'nin sayısal verilerine duyulan güven her geçen gün azalıyor çünkü. Beri yandan, AKP'nin yaptıklarının nasıl fonlandığını, bunun sürdürülebilir olmadığını, gerçek ekonomik ve toplumsal maliyetlerini de açıkça ortaya koyabilmeli. OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında geldiğimiz noktanın hala çok geride olduğunu, dünya genelinde gözlemlenen iyileşmelerden bizim de payımıza düşeni aldığımızı ama daha iyisini hak ettiğimizi, 2013'ten bu yana önemli bazı göstergelerde yaşanan geri gidişleri anlatabilmeli. Emek sömürüsünün boyutu ve çeşitliliği, işçilerin çalışma koşullarının insanlık dışı hali, kadınların ve çocukların çalışsın çalışmasın karşı karşıya kaldığı zulüm ve vahşet, Kürtlerin devlet eliyle ve yaşam hakkı tanınmazcasına toplum dışına itilişi, göçmenler, doğa katliamlarının bizzat insan sağlığı ve yaşamı üzerindeki etkileri (Dilovası gibi), yolsuzluklar, hukuk düzeninin yıkılması, eğitimde kalitenin hızlı çöküşü gibi çeşitli konularda her gün söylenecek şey var, bunları somutlaştırarak mümkün olan her platforma taşımalı ve insanları angaje etmeli. 

Bu yeni odaklanma başarılamazsa ne olur? AKP iktidarının kendisini zenginden alıp fakire veren, eski zenginden alıp yeni zengin yaratan, sonunda da yeni fakirden alıp yeni zengine vermeyi sürdüren bir tür Robin Hood olarak kendini tanımlayabilmesinin ve böyle kabul görüp desteklenmesinin önünü almak imkansız olmayı sürdürür. Sonuçta AKP, Türkiye'nin "yeni sahipleri"ni yaratıyor ve bu, maddi kaynakların kullanımı üzerinden gerçekleştiği için böylesine canhıraş bir biçimde, "yolunda ölürüz" ruh haliyle destekleniyor. Bu konuda kimsenin yanılgıya düşmemesi gerekir. Sol, Türkiye'nin kaynaklarını büyütmek, niteliğini artırmak ve daha eşitlikçi biçimde bölüştürmek konusunda, popülist bir sağ partiden daha iyi olmak zorunda. 


*Bu yazıyı yazdığımda böyle düşünüyordum; şimdi, aradan geçen üç yılda, bunun tam da doğru olmadığını geç de olsa gözlemlemeyi başardım. Aidiyet duygusu yaratmak da AKP'nin başarılarından biri; "vatandaşlık" tanımından dışlandığını hissedenleri artık "bu ülkeye ait" hissettirmeyi başarmasının ötesinde, ülkenin de onlara ait olduğunu hissettirdi AKP. Tabii bu yeni düzende başkaları aidiyetlerini yitirmiş oldu. 

Ateşin Suyu Özlemesi Gibi

Duşa girmek üzereydim. Kapı çaldı. Normalde açmazdım ama bir şey dürttü herhalde. Otomata bastım. Apartman kapısının açıldığını duydum. Yere bırakılan ağır çanta sesi, “Posta!” Kafamda hemen bir karşılık uyandırmadı bu duyuru. Bir postacıyla, bir postayla karşılaşmayalı kim bilir ne kadar oluyordu. Adam elime zarfı tutuşturduğunda da ne yapacağımı bilemedim – para mı veriliyordu?

Postacı gittikten sonra zarfı sehpanın üstüne bıraktım, açmadım. Girip duşumu aldım. Geç kalmak üzereydim, hızlıca bir sabunlandıktan sonra hemen giyindim, oyalanmadan evden çıktım. Zarfı unuttum.

Akşam geç geldim eve. Epey de içmiştim. Kafam zonkluyordu, güzel kafadan baş ağrısına geçmek üzereydim. Zarf sehpanın üstünde bekliyordu. Son gördüğümden beri pek değişmemişti. Gidip işedim, elimi yüzümü yıkadım, meyhane kokan giysilerimi çıkardım. Salona döndüm, çıplak. Zarfı aldım, mutfağa gittim, büyük bir bardak su içtim. Yatağa gittim. Yatağa düştüm. Zarfı açtım.

Konuyu hemen kavrayamadım, mektubu okuduğumda. Zarfa yeniden baktım, mektup gerçekten bana mı yollanmış diye. Öyleydi.

Tanımadığım birinden geliyordu mektup. Nur Toroslu. İsim hafızam çok iyi değildir, kafam da çok iyi durumda değildi, ama yine de hayatımda bu ismi duymadığıma emindim. Bu da durumu biraz tuhaflaştırıyordu, çünkü şöyle yazmıştı Nur Toroslu:

“Hastanede, ölmek üzereyken yazıyorum sana; sen bu mektubu okuduğunda ben komaya girmiş ya da ölmüş olurum herhalde. Gömülmekten, toprak altında kalmaktan hep çok korkmuşumdur, biliyorsun, işte şimdi bu korkum gerçekleşmek üzere ve korkumla yüzleşip onu yenmek gibi bir seçeneğim yok. Çok düşündüm ve başka kimseden bunu isteyemeyeceğimi, bunu isteyebileceğim birisini tanıdığım için de çok şanslı olduğumu anladım: Beni denize atman gerekecek, mümkünse Marmara olmasın, Ege olabilir, Akdeniz istemek biraz aşırı olur farkındayım. Ama ne olur, şişip yüzeye çıkmayacağımdan emin ol, taş bağla, bir şey yap, sen bilirsin ne yapılacağını. Sonsuzluk varsa, sana sonsuza kadar şükran borcum olsun.” Altında hangi hastanede yattığı bilgisi yer alıyordu.

Sızmışım. Ertesi sabah uyandığımda mektupta yazılanları hatırlamıyordum. Ayılınca da hatırlamadım. Mektubu yatakta görünce önce şaşırdım, sonra postacıyı hatırladım ama içerikle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Yeniden okudum.

***

Hastane odasında altmışlarında bir kadın, ben yaşlarda yani kırklarında bir başka kadın, aynı yaşlarda bir de adam vardı. Nur Toroslu yatakta yatıyordu, gözleri kapalıydı. Beni gördüklerinde diğer üçü şaşırdı. Merhaba, dedim. Nur? dedim, yatağı göstererek. Başlarını salladılar evet anlamında. Yatağa yaklaştım, sırf merakımdan. Altmışlarındaki kadın da yanıma geldi. Ben Nur’un annesiyim evladım, dedi, Sen işten mi arkadaşısın?

Solgun yüzlü, ince hatlı, kısa kızıl saçlı, benden biraz daha küçük gösteren bir kadındı Nur. Ve onu hala tanımıyordum.

Okuldan herhalde? dedi yanımdaki kadın.

Ben yaşlardaki kadın yanımıza geldi. Anne, dedi. Koluna dokundu. Birlikte geri çekildiler. Adam dışarı çıktı.

Nur’dan gözlerimi alamıyordum. Öleceğini ben bile anlamıştım, yüzüne yerleşmişti ölüm, artık gitmezdi. Yine de güzel olduğu belliydi, gülümsemeye alışık olduğu. Mutluluğa. Saçlarının diplerinin kestane rengi olduğunu fark ettim. Ben yaşlardaki kadına biraz benziyordu, alın yapısı daha çok, bir de ağzı. Ablasıydı demek. Güzel bir alyans vardı parmağında. Niye çıkarmamışlar, diye düşündüm. Sonra da aslında çıkardıklarına ama bu aşamaya gelince yeniden taktıklarına karar verdim. Dışarıdaki adam kocasıydı herhalde. Bütün bunlar somut bilgi olsa bile bana hiçbir faydası olmazdı. Yoktu. İki kadınla göz göze geldik. Üzgünüm, dercesine ağzımı büzdüm. Çıktım. Bana bu kadar güvenecek bir insanı hafızamdan silecek bir insan haline gelmeyi hak etmek için ne yapmış olabileceğimi düşünmeye çalıştım.