26.12.11

bir murakami okudum, pamuk'um değişti



itiraf edeyim, daha önce -iki hafta öncesine kadar yani- murakami'nin hiçbir şeyini okumamıştım. nedense okuduğumu sanıyordum, hatta kafka sahilde'nin filmini izlediğimi iddia edecek kadar ileri götürmüştüm işi, kitabı yeni okuyan esra, böyle bir film olmadığını bana google desteğiyle kanıtlayana dek.

murakami'nin son romanı 1q84 ingilizce olarak yayımlanacağı zaman büyük bir gürültü koptu, amazon'dan yüzbinlerce ön sipariş verildi, kitabın piyasaya çıkacağı gün de ingiltere'de kitapçılar gece yarısına kadar açık olacakları sözünü verdiler endişeli ve sabırsız okuyucuları sakinleştirmek için. ben de dedim ki hazır gürültü kopuyorken şu murakami'yi okuyayım, hem de nook'umu (barnes & noble'ın e-kitap okuyucusu; artık bir de e-yayıncı olduk ya) kullanmış olurum.

kitap hakkında uzun uzadıya konuşacak değilim, çünkü yaklaşık bin sayfalık kitabın yarısına geldim ama devamını "olay rusya'da geçiyor" vitesinde okuyacağım. şu kadarını söylemeye hak kazandığımı düşünüyorum yine de:  murakami dil olarak da, yaratıcılık olarak da, derinlik olarak da vasat bir yazar çıktı ne yazık ki (esra'yla notlarımızı karşılaştırdık, kafka sahilde de farklı değilmiş); kurgu anlamında da iki paralel hikayeyi birbirine bağlamak gibi standart bir numarası olduğu ve bunu sık sık kullandığı anlaşılıyor. sıkıcı diyaloglar, sırıtan ahkam kesmeler, lafı gereksiz uzatmalar, bayat fantastik unsurlarla tatlandırılmış gayet basit bir olay örgüsü... tek avantajı, çok hızlı okunması; "ben ayda iki bin sayfa kitap okurum" diye böbürlenecek tıynette biriyseniz, "murakami - bırakami".

varacağım nokta şu: orhan pamuk büyük yazarmış. alem buysa kral orhan'mış. hakikaten, içtenlikle söylüyorum bunu. doğruya doğru, bugüne kadar pamuk'un kitaplarını pek beğenmezdim (kara kitap dışında), ama bu tamamen benim hatamdan, orhan pamuk'u doğru bağlam içinde değerlendirmemekten kaynaklanıyorumuş. kendisinden, okurlarından ve varsa yanılttığım kişilerden özür dilerim.

25.12.11

kimlikleriniz itinayla kaplanır

osmanlı'da ya da ortaçağ avrupası'nda, kılık kıyafetten insanın dininin-mezhebinin-mesleğinin vs anlaşılır olmasını gerektiren kurallar bütünü önce komik geliyor (tercümanların turuncu giymesi zorunluymuş!), sonra bu kadar kurumsallaşmış bir ayırımcılık irkiltiyor insanı, ama daha sonra bugün de durumun pek farklı olmadığını, hatta bunu bir hak olarak talep ettiğimizi hatırlayınca o kadar da komik gelmemeye başlıyor. "teşhis edilmek"le "kabul edilmek" arasındaki farkı biz -foucault'dan ve 1984'ten sonra- bilmeyeceksek kim bilecek?

24.12.11

ben yapmadım, miki yaptı

ermeni soykırımıyla ilgili resmi tezimizi özetleyen bu başlığın arkasına devlet ve millet olarak daha ne kadar sığmaya çalışacağız bilemiyorum; ama işe yaramadığını ve sobelenip durduğumuzu görmek için özel bir çaba göstermek gerekmediğini biliyorum. öte yandan, bu konuda asıl önemli olan, dış politikada yaşanan gerilim, neredeyse bir yüzyıldır inkar politikasını beslemek için yapılan kaynak ve insan israfı vs değil, "ermeni dölü" lafının küfür olmasını sağlayan toplumsal koşulların ortadan kaldırılamamasından doğan toplumsal maliyet. bunun yarattığı maddi-manevi kayıp çok daha ciddi benim gözümde.

"arşivlerin türk-ermeni tarih komisyonunca incelenmesi" masalının da inanılacak bir yanı yok - bizim arşivlerden osmanlı hükümetini temize çıkaracak bir malzeme çıkacak olsaydı, bugüne dek on defa çıkardı komisyona filan gerek kalmadan; osmanlı hükümetinin suçunu kanıtlayacak malzemeninse hala arşivlerde beklediğini sanmak için de epeyce saf olmak gerekir herhalde. yabancı arşivler için de aynı şey söz konusu - bilinebilecek olan, bu saatte artık biliniyor, bu bilgiyi nasıl değerlendireceğimizi konuşalım.

nedir bu bilginin en yalın hali: sonuçta en milliyetçi türk tezine göre 300 bin, ortalamadaysa 600 bin ermeni-osmanlı vatandaşı, kendi devletlerinin doğrudan politikaları, göz yummaları, ihmalleri ve yetersizlikleri sonucunda öldü. olaya yalnızca 1915'le sınırlı olarak, yalnızca tehcir olarak baksak bile, tehcir bir devlet politikasıydı; yalnızca ermeni çetecilere ve yataklık edenlere karşı, yalnızca rus cephesinde uygulanmadı, yani savaşın doğal bir parçası değildi. "devlet öldürmedi, tehcir yapıldı, soğuktan ve hastalıktan öldüler" demek, "ben öldürmedim, tabanca öldürdü" demekten farklı değil. bunun yanında ermeni çetelerin öldürdüğü müslümanları da katarsak, işin gerçek boyutu -bunun adı soykırım olsun olmasın- ortaya çıkıyor: bir devlet, yüz binlerce vatandaşının ölümüne dolaylı-dolaysız yollarla neden olmuşsa, bunun bir karşılığının olması gerekir; ama bunun da ötesinde, biz ister "yeni cumhuriyetin çocukları", isterse "yeni osmanlılar" olalım, bu ölümlerle yüzleşmek, kendi vicdanımızda hesaplaşmak ve en azından üzüntüsünü duymak zorundayız; bunu da bir dış politika hamlesi adına değil, kendi adımıza yapmak zorundayız.

bir yüzyıldır, katı defans taktiğiyle oynadı bu devlet bu maçı; teknik direktörler değişse de taktik değişmedi, oyuncular hep bu taktik tarafından rehin alındı. o yüzden artık oyuncuların, kendi onurları adına inisiyatif almasının vakti geldi, geçiyor.


23.12.11

liseliler ne yer, ne içer?

istanbul il milli eğitim müdürlüğü bir uygulama başlattı, çeşitli yazarları okullara davet ediyor, kitaplarının da öğrenciler tarafından okunmasını sağlıyor - "yazarlar okulda" projesine dahil olanlar arasında selim ileri, ahmet ümit, inci aral, ayşe kulin ve aslı tohumcu gibi isimler var, genelde fena bir seçim değil, yaş gruplarının ilgisini çekebilecek yazarlar seçilmesine özen gösterilmiş.

tabii burada sorun çıkmasını beklemek gerekir - mazallah, küçücük (lise çağındaki mesela) çocuklar, edebiyatla karşı karşıya gelirse neler olmaz ki? olmuş nitekim - türk eğitimsen iki no'lu şube başkanı ibrahim çakmak, "öğrencilere pornografik sözler içeren kitaplar dağıtılıyor" diye ortalara dökülmüş hemen. çakmak'ın takıldığı kitap, benim 2003'te editörlüğünü yaptığım ve yky'deki "yeni yazı" dizisinde yayımladığım abis, aslı tohumcu'nun öykü kitabı. sert, karanlık bir ilk kitaptı abis, içinde de sıradan bir lise öğrencisinin sözcük dağarında bulunmayacak hiçbir şey yoktu. zaten çakmak, "çocuklarımızı yani geleceğimizi kaybetmek" korkusuyla suç duyurusunda bulunduğu ve basına dağıttığı metninde tam listeyi vermiş - am, sik, göt, orospu, sıçmak, bok, ibne, hassiktir. "bunlar bu yaştaki çocukların okuyabileceği kitaplar mıdır? bu toplumun inancına, kültürüne manevi değerlerine, bilime akla uygun mudur?" diye soruyor çakmak - benim bildiğim kadarıyla uygun olmanın ötesinde, çokça eksiktir ve hatta naiftir. herhangi bir lisenin kapısının önünden  geçmişliği olan herkes de bunu bilir.

bir lise öğrencisinin bu sözcükleri bilmesi, geleceğimizi kaybetmemize nasıl yol açabiliyor, çözmek zor. popo-pipi-kaka'yla nereye kadar idare edebiliriz; tutun ki ettik, bu neden iyi birşey olsun ve geleceğimizi kurtarsın bilemiyorum. gelecekte "am-sik-göt"ler lağvedilecek de benim mi haberim yok?

çakmak'ın "pornografik içerik" dediği şeye biz "günlük hayat" diyoruz - "liseli masum melekler" de bu günlük hayatta değil, muhafazakar tahayyüllerin riyakar kuytularında yaşıyor.

17.12.11

yeni yedi

hazırlıklar uzadı, ama tamamlanmak üzere.
yirmi yaşındaki "7", ocak 2012'de çıkıyor gibi.
boyu büyüdü, sayfası arttı.
kapak: erol "who the fuck is" egemen.

14.12.11

tuhaf metinler zamanı

türkiye’de son 20 yıldır yazılmakta olan edebiyata bakıldığında neler görüldüğü üzerine çeşitli şeyler söylendi elbette – “diyaloglar sahici değil”den tutun, “yazarlar kendi iç dünyalarının sığ sorunlarını aşamıyor, çözümü yazmak hakkında yazmakta buluyorlar”a kadar.

 çok yapılmayan bir saptama daha var yapılabilecek: eskiden bazı çok tuhaf metinler yazılırdı türkiye’de – şişedeki adam (1957), troya’da ölüm vardı (1963), tutunamayanlar (1972), gecegezen kızlar (1983) gibi; 1990′dan bu yana bu metinlerde kaydadeğer bir artış var, bir sürekliliğe, bir damara işaret ettikleri bile söylenebilir. kendi alfabelerini, kendi dillerini, kendi kurgu mantıklarını kuranlar var bunların arasında.

 bu tuhaf metinleri yan yana görmek gerek.

9.12.11

ku-ko kurgu kolektifi: delilik değil, "ku-ko"luk!


ku-ko kurgu kolektifi, yayına başladı. yalnızca e-kitap yayımlayacak bir kolektif bu,
yazarların bir araya gelerek oluşturduğu. www.kurgukolektifi.com adresinden ulaşılabiliyor, blog.kurgukolektifi.com adresinde bir de blogu bulunuyor. ku-ko kitapları idefix'te satılıyor.

şöyle bir manifestosu var ku-ko'nun:

"ku-ko kurgu kolektifi, kağıtsız yayıncılık yapar; kağıt üzerinde yayıncılık yapmaz.

ku-ko, ortak paydası olan bir grup yazarı ve bir grup metni bir araya getirmek için kurulmuştur. kuruluş tarihi 2011'dir.

ku-ko, bir araya getirilen metinleri sürekli olarak dolaşımda tutmak ve okurun bunlara her zaman erişebilmesini sağlamak için, "baskısı tükenmek" kavramını geçmişe gömmek için kurulmuştur.

ku-ko, yazarların kendi metinleri üzerindeki hak ve kontrollerini olabildiğince artırmak için kurulmuş; kitap satışından yayıncıya kalan payın %91'ini yazarlarına ödeyerek ilk adımı atmıştır.

ku-ko, kurucu yazarları arasından gönüllü katılımla oluşturulmuş bir merkez komitesi tarafından yönetilir.

ku-ko, tüm çalışma ve hesaplarının, üyesi olan yazarlar nezdinde açık ve şeffaf olması ilkesini benimsemiştir.

ku-ko, kitap fiyatlarının okur önünde bir engel olmaktan çıkmasını sağlamayı hedefler.

ku-ko, en gelişmiş okuma teknolojilerini, kitabın e halini kullanır ve bunu, metnin dışındaki şeylere değil, metnin kendisine odaklanılması için yapar.

dolayısıyla ku-ko, metnin kendisini en önemli şey kılmaya yönelik bir çağrıdır."




ingilizce sayfasında şu cümle yer alıyor: "of the authors, by the authors, for the text."





5.12.11

meritokratik kleptokrasi

kanat'a...

en iyi çalanın yönetime geldiği demokrasi türü. tüm partilerin çalmak için iktidara aday olduğu bir toplumda halk, hırsızlar arasında en iyisini seçmeye yönelebilir. bunun nedeni şöyle özetlenebilir: beceriksiz ya da çapsız kleptokrat, varolan gelir üretimi içinde kendisine avanta yaratmaya çalışacak, yani hazırdaki pastadan pay almak isteyecektir; oysa asıl beceri, pastayı büyütmek ve böylece alınacak payı da kat kat artırmaktadır. ekonomisi büyüyen bir ülkede kleptokrat sınıfın yandaşlarına, yamacındakilere ve nihayetinde az da olsa onların dışındakilere düşen payın büyüyeceğinden hareketle, seçmenin bu seçimi ekonomik açıdan rasyonel addedilebilir. kleptokratların milli gelir artışından %10-15 pay alması genel kabullere uygundur (ve literatürde "mr. ten percent" ya da "mr. fifteen percent" olarak anılırlar); ancak çeşitli ülkelerde çeşitli dönemlerde daha hırslı bir kleptokrat sınıfın yükselişine de tanık olunmuştur. bu doymakbilmezlikleri, genellikle muhalif kleptokratlar tarafından afişe edilir; bu süreçte eğer asapları bozulursa beceriksizlikler yapmaya başlarlar ve sonunda çaldıkları için değil, beceriksizce yaptıkları diğer hatalardan dolayı iktidarı kaybederler. bazıları siyaset sahnesinden tamamen silinebilir, ancak bazılarının ustaca manevralarla geri geldikleri de görülmüştür.

30.11.11

yaşam üzerine düşünmek – robert nozick

Yaşam ya da yaşamak, felsefecilerin üzerinde düşünmekten özellikle hoşlandığı türden bir konu değildir. Bize çözülecek kesin problemler ya da paradokslar verin, yeterince özgün bir yönü olan keskin sorular verin, içinde hareket edebileceğimiz ya da değiştirebileceğimiz girift bir entellektüel yapı verin, böylece biz de kesin hatlarla bir kuram ortaya koyabilelim, sezgisel ilkelerden hareket edip şaşırtıcı sonuçlara ulaşabilelim, entellektüel cambazlıklar sergileyebilelim, tüm bunları yaparken de açık başarı kıstaslarını tutturalım. Ama yaşam hakkında düşünmek, daha çok geviş getirmek gibidir, bunun getirdiği kavrayış bir bitiş çizgisini geçme ama aynı zamanda kontrolü elde tutma duygusu yaşatmaz insana; biraz daha büyümeye benzer daha çok. Yaşam hakkında felsefi düşüncelere dalmak, bir kuram yaratmaz, bir portre koyar ortaya. Bu portre çeşitli kuramsal parçalardan oluşabilir – sorulardan, ayrımlardan, açıklamalardan. Neden mutluluk, tek önemli şey değildir? Ölümsüzlük neye benzerdi ve anlamı ne olurdu? Miras kalan zenginlik kuşaktan kuşağa aktarılmalı mı? Doğunun aydınlanma doktrinleri geçerli midir? Yaratıcılık nedir ve insanlar umut verici projelere girişmeyi neden erteler? Hiçbir duygumuz olmasaydı ama yine de zevk alabilseydik neyi yitirmiş olurduk? Yahudi Soykırımı insanlığı nasıl değiştirdi? Bir insan en çok kişisel zenginlik ve güçle ilgilenirse bunda yanlış olan nedir? Dindar bir insan, Tanrının kötülüklere neden izin verdiğini açıklayabilir mi? Romantik aşkın insanı değiştirme biçiminde değerli olan nedir? Bilgelik nedir ve felsefeciler buna neden bayılırlar? İdealler ve gerçekler arasındaki farkı nasıl değerlendirmeliyiz? Varolan bazı şeyler diğerlerinden daha mı gerçektir, biz de kendimizi daha gerçek kılabilir miyiz? Yine de bu kuram parçalarının birleşimi, bir portre oluşturur. Resmedilmiş bir portreye -örneğin Raphael'in, Rembrandt'ın ya da Holbein'ın elinden çıkmış bir portreye- bakmanın ve bunun içinize yerleşmesinin nasıl birşey olduğunu düşünün. Bununla bir hastanın tıbbi raporu ya da genel bir psikoloji kuramı arasındaki farkı düşünün sonra. Bir yaşam üzerine düşünmekle elde edilen kavrayışın kendisi, bu yaşamın içine yayılır ve onu yönlendirir. Üzerine düşünülmüş bir yaşam sürmek, insanın kendi portresini yapmasıdır. Rembrant son dönemlerinde yaptığı otoportrelerinde yalnızca öyle görünen biri değil, kendini öyle gören ve öyle bilen biridir, bunun gerektirdiği cesareti taşımaktadır. Onun kendini bildiğini görürüz. Bize gözünü kırpmadan bakar, biz onun bize gözünü kırpmadan baktığını görürüz; onun bu bakışı yalnızca onun kendini bildiğini göstermekle kalmaz, bizim de kendimizi eşit bir dürüstlükle bilir hale gelmemizi sabırla bekler.

28.11.11

gerçek dünyanın matrisleştirilmesi süreci ve demokrasi sonrası toplum

mısır'da temsili demokrasinin ilk adımları atılıyor - seçimleri herkes kendi meşrebine göre merakla, umutla ya da endişeyle izliyor. ama avrupa'da seçilmişlerin iktidarsızlığı ve temsil etmeyenlerin iktidarı yükselişte - yunanistan ve italya'da son hükümetlerin nasıl kurulduğu bunun en bariz örneği. ekonomi her zaman önemliydi (amerikalıların bayıldığı bir laf vardır, "it's the economy, stupid!" derler), ama artık iş ekonominin önemli olmasının, bu önemin politik olarak yönlendirilmesinin ötesine geçti, küresel piyasaların umursamaz diktatörlüğüne doğru gidiyor iyiden iyiye.  borsalar nasıl etkilenecek - artık en önemli değişken bu, türkiye'de de yaşıyoruz bunu, ama ulus-devlet halklarının bu denli iktidarsız ve konudışı kalması; insanların kendi haklarıyla ilgili olarak söz almaya çalıştıklarında bile, devletüstü ve devletaşırı piyasa oyuncularının belirlediği politikaları değiştirememesi; bu oyuncuların halk denetiminden azade olması - bütün bunlar, avrupa'da demokrasi sonrası topluma doğru yol alındığını düşündürüyor bana. habermas bu konuda medyanın halkı uyarma görevini yerine getirmesini, avrupa anayasasının üstünlüğünün korunmasını çare olarak öne sürüyor, ama çıkışın burada olduğunu sanmıyorum.

weber'in bir zamanlar "die entzauberung der welt" dediği, dünyanın büyüsüzleştirilmesi süreci, postmodernizmin yükselişte olduğu dönemde tersine döndürülüyor gibiydi; bilimin ve tekniğin tek ve mutlak doğruyu belirleme tekelinde gedikler açılmaya, dünya yeniden "büyülü" (bazılarına göre irrasyonel) bir yer haline gelmeye başlamıştı, bu sürece de "the reenchantment of the world" denmişti. marcuse'nin "tek boyutlu adam"ı, yeniden ek boyutlar kazanmaya başlayacak gibiydi. finans dünyasının son dönemde açığa çıkan darbesi, bunu imkansız kıldı, ama beklenmedik bir biçimde: tek boyutlu adam, kendini sahip olduklarıyla tanımlamaktan çıktı, ama tek boyutluluktan kurtulamadı, sadece o boyutun niteliği değişti. artık sahip olduklarıyla değil, sahip olduğunu sandığı şeylerin parasal değerinin ne olduğunun sanıldığıyla tanımlanıyordu. "gerçekte olmayan değer"in mabedi borsa, malın (ve sonuçta üretimin) yerine "algısal değer" ve türevlerini koyarak, politik alanı da, toplumsal alanı da tek boyuta indirgemeyi başardığı gibi, ekonomik alanı da bu boyuta hapsetti. dolayısıyla piyasa, mutlak özerkliğini ilan etmiş oldu: bu üç alandan hiçbirinin boyunduruğuna girmeye niyeti olmadığını da açık bir ifadeyle ortaya koydu.

dolayısıyla buradan çıkış, bu üç alanın geri kazanılmasına bağlı olacak gibi geliyor bana: gerçek ekonomi, gerçek  toplum ve gerçek politikayla. bu iddianın kendisi, politik bir iddia elbette; dünyanın yeniden politikleştirilmesi gerektiğine ("the re-politicization of the world") dayanan bir politiklik bu. yeniden politikleştirme politikasının; daha çok parayı hedefleyen, paradan para kazanma politikalarının karşısına (çünkü "finans dünyası" da bir politikayla oynuyor oyununu: gerçek dünyaya kendi politikasını dayatma, gerçek dünyanın matrisleştirilmesi sürecinin hamiliğini üstlenme politikası) koyacağı hedef şu: toplumun, politikanın ve ekonominin yalnızca para hakkında söz aldıkları ölçüde önemli oldukları yanılsamasını yıkmak, paranın da yeniden araçsallaştırılmasını, yani kendi içinde amaç olmaktan çıkarılmasını ve yeniden politikanın emrine sokulmasını sağlamak. yeniden politikleştirme süreci, ulus-devlet yapısı içinde en güçlü günlerini yaşamış olan halkların üstlenmesi gereken ve temelde de onların yeniden erklendirilmesine uzanacak bir süreç. ulus-devlet, halk, temsili demokrasi, hatta demokrasinin kendisi eskimiş kategoriler ve artık aşılması gereken prosedürler olabilir, ama -bu noktada habermas'a katılıyorum- politikanın ölümüne izin vermiş bir demokrasi sonrası toplum vizyonu, her halükarda gerici bir vizyondur ("ileri"nin ne olduğu belli olmasa bile).

25.11.11

yüzleşegelmek

1985 yılının ocak ayında, almanya'da, düsseldorf'tan mannheim'a gidiyordum, trenle. nispeten boş bir kompartman bulmuş, pencere kenarına oturmuştum; tren yola çıktığında benim dışımda biri orta yaşlı, biri yaşlıca iki kadın, bir de üniversite öğrencisi/yeni mezun çocuk vardı (ben hala lisedeydim). kimse kimseyi tanımıyordu, ama öylesine, havadan sudan bir muhabbet de çeşitli vesilelerle başlıyor, biraz devam edip kendiliğinden sönüyordu. ben elimdeki kitaba daldım bir süre sonra, arada başımı kaldırıp pencereden dışarıya bakıyorsam da okuduğum bir cümle beni başka bir yere götürdüğü içindi, manzarayla ilgilendiğimden değil.

işte böyle giderken, lafın birden hitler'e ve nazi almanya'sına nasıl geldiğini kaçırdım. fakat bir kez geldikten sonra, devamını kaçırmadım. üç kuşaktan birbirini tanımayan üç alman, sakin bir tren yolculuğunda yan yana düşmüş, suçluluklarını ve sorumluluklarını tartışıyordu, çok normal birşeymiş gibi. bizim televizyonlarda tartışma diye burnumuza sokulan az bilgi, az fikir, çok köpük, çok küfüre hiç benzemiyordu yaptıkları, ciddi ciddi vicdan muhasebesi yapıyorlardı.

geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmak gibi konular gündeme geldiğinde hep o yolculuğu ve o almanların hakiki arayışını hatırlarım: bu hatayı nasıl yaptık, nasıl yapmayabilirdik, iştirak etmediğimiz halde bizim de payımıza düşen bu suçun tekrarından bugün ve ileride nasıl kaçınırız, ne yapmalıyız... sokaktaki adam ve kadın, o suçun kendi suçu olduğunu (isterse suç işlendiği sırada daha doğmamış olsun; insanlık suçu, o toplumun ve bütün dünyanın her zaman kendini affettirmek için çabalaması gereken bir suç değil mi, sırf insan olduğumuz için?) gerçekten hissetmediği sürece, yüzleşmenin ve hesaplaşmanın, mahkemelerin ve tazminatların faydası hep sınırlı kalacak. almanların durumu ortada: o kadar yüzleşme, onları ancak buraya kadar getirebilmiş.

yüzleşme, benim annem durduk yerde kendini suçlu hissetmeye başladığında yüzleşme olmaya başlar.

24.11.11

akademide moda




zizek'e baktıkça aklıma roland barthes geliyor - başlı başına bir ekol olmuştu barthes, kendi klonlarını yaratmanın ötesinde bir akademik yazı biçimi, bir akademik yaklaşım yaratmıştı, şimdiyse -esra bir kitabını çevirdiği için yeniden baktık da- eskimiş, kelimenin tam anlamıyla demode olmuş. zizek de barthes kadar zeki, onun kadar yol açıcı oldu, hala gidecek yolu da var üstelik; ama demode olmaktan kurtulabilecek mi?

19.11.11

yazardan kurtulmak


                   ==> Microsoft, “Where do you want to go today?” (“bugün nereye gitmek istiyorsunuz?”) cümlesini, Pepsi, “uh-huh”ı, Intel, dört notayı tescil ettirdi; son olarak, tenis topları için bir koku (taze biçilmiş çimen kokusu) tescil ettirildi.
                   ==> Internet, metinlerin, resimlerin, seslerin paylaşım ağı olarak genişlemeyi sürdürüyor.


Tarihsel bir hukuk sürecini izliyoruz: bir yandan bu sürecin mantıksal açıdan tutarlı adımları atılıyor, bir yandansa bununla taban tabana çelişen başka gerçeklikler, daha önceki dönemlerde olmadığı kadar, olmadığı biçimlerle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla hukukla yaşam arasındaki disonans (uyumsuzluk) giderek belirginleşiyor. Bu disonansın temelinde de “yazar kurgusu” var. Hukuk süreci, 17. yüzyıldan beri aynı yazar kurgusunu kullanıyor ve tutarlı olarak bunu ileriye taşıyor; bugün dünyanın geldiği noktanın gerçekliğiyse, bu kurguyla çelişen yazar pratikleri öne sürüyor.


* * *


Yazar, hep bugün bildiğimiz şekliyle yazar olmadı; metinle yazarı arasındaki bağ da hep “mülkiyet” ve “haklar” bağlamında ele alınmadı. 17. yüzyıl ortalarına kadar yazar, metinden daha önemli bir kişi değildi; çoğu metin, yazarının adı olmadan, bilinmeden, önemsenmeden yayılıyordu; yazarın adının bilinmesi de yazara metinle ilgili ancak sınırlı haklar veriyordu – metnin bütünlüğü ve değiştirilmesi ile ilgili haklar, ama ekonomik haklar değil. İngiltere’de yazar, metnini götürü bir ücret karşılığında kitapçıya (kitabı basan ve satan kişiye) satıyor, gerisine karışmıyordu. Kitapçıların bir loncası vardı ve kendi aralarında sıkı bir denetim mekanizması kurmuşlardı: loncaya zor giriliyor, girildiğinde de bütün üyeleri bağlayan kurallar söz konusu oluyordu, örneğin yüzlerce yıl önce ölmüş olsa bile bir yazarın yapıtları hep aynı kitapçı tarafından basılıyordu, başka bir lonca üyesinin basması söz konusu değildi. Ne var ki bu lonca sistemi, korsan kitapçıları engellemeye yetmiyordu. İngiltere’deki kitapçıların saray üstündeki baskısı, 1662’de yeni bir yasaya yol açtı: Lisans Yasası (Licensing Act) uyarınca İngiltere Kralı, kitap üretimini düzenlemek ve kitapçıları korsana karşı korumak için bir “lisanslı kitap sicili” kurdu, “Stationers’ Company” adı verilen kurum da basılan her kitabın bir nüshasının verilerek tescil ettirildiği yer haline geldi. “Copy right” (çoğaltım hakkı) daha önce de kullanılan bir terimdi (1486’da tarihçi Antonio Sabellico), ama ilk kez yasalara giriyordu; amaç da yazarı değil, yayıncıyı korumak ve devlete bu tescil mekanizması sayesinde ciddi bir gelir kaynağı yaratmaktı.


Yayıncının korunmasının gerekliliği 1707’den sonra artan şekilde gündeme getirildi: İngiltere ve İskoçya bu tarihte birleşmiş, İngiliz kitapçılar ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmıştı. İskoçya’ya çoğaltım hakkı yasası yoktu, dolayısıyla İskoç kitapçıları, istediklerini basmakta özgürdü. İskoçya, İngiliz kitapçılarının kabusu haline gelmişti, çünkü ülke bir korsan cennetiydi. 1709’da yürürlüğe giren Anne Yasası (Statute of Anne), bu durumu denetim altına almak ve kurala bağlamak amacını taşıyordu. Çok önemli iki yenilik getiriyordu bu yasa: yazar ilk kez burada, yapıtının çoğaltım haklarının sahibi olarak anılıyordu; basılı yapıtların belirli bir süre için korunma altına alınması kavramı da bu yasayla ortaya çıkmıştı. Böylece daha önceki “yayın tekeli”nin süresi sınırlandırılmış oluyor, ama korsana karşı kesin bir hak niteliği de kazanıyordu. Anne Yasası ayrıca basılan her kitaptan dokuz nüshanın, ülkenin çeşitli kütüphanelerine dağıtılmasını şart koşuyordu. 


Bu dönemde, matbaacılığın çok gelişkin olduğu Almanya’da böyle bir yasanın ve “çoğaltım hakkı” kavramının bulunmadığını anımsatmak gerekir. Yazarlar götürü ücret karşılığı kitaplarını yayıncıya teslim ediyor ve yalnızca “kelimesi kelimesine intihal” durumlarında yasalarca korunuyordu. Yayıncılar da yasa koruması altında değildi, korsan yayıncılık çok yaygındı ve bunun bir sonucu olarak da okuma-yazma oranı sürekli yükseliyordu. 


İngiltere’de yazarın metinle ilişkisinin mülkiyet ve hak ilişkisi haline gelmesi, dönemin toplumsal dinamiklerinin etkisiyle oldu. 16. yüzyıldan beri yazar-metin ilişkisini tanımlayacak (ve aslında belirleyecek) bir metafor arayışı vardı; yazarı çoban, ilahi esinin aracısı, büyücü, monark ya da baba olarak betimleyen metaforlar söz konusu olmuş, ancak hiçbiri yaygın bir kabul görmemişti. John Locke’ın özel mülkiyet bağlamında getirdiği kuramsal açılımlar bu noktada belirleyici oldu – Locke, mülkiyet hakkını “doğal hak” (natural right) kapsamında tanımlıyor, kişinin emeğini kattığı şey üzerinde doğal bir mülkiyet hakkı olduğunu savunuyordu. Toprak mülkiyetini ve miri mal düzeninden özel mülkiyete geçişi tartışan İngiltere’de yayıncılar, burada kendilerinin de kullanabileceği bir söylem keşfettiler. Yayıncılar feveran ediyordu: korsan yayıncılar yüzünden dürüst işadamları ve aileleri mahvoluyor, çocuklarının ağzından lokmaları çalınıyordu. Ancak yayıncının hakkının korunabilmesi için öncelikle yazarın hakkının saptanması ve korunması gerekiyordu. Milton, Aeropagitica’da “Her yazar, kendi yapıtının mülkiyetine sahip olmalıdır,” diyordu. Locke’un argümanı, yazarın emek verdiği metin üzerinde doğal hakları olduğunu, dolayısıyla da metnin mülkiyetinin kendisine ait olduğunu ve bunun da tıpkı toprak mülkiyeti gibi işlem görmesi gerektiğini savunmayı kolaylaştırdı. Yazarın yaratıcılığı, işlenen topraktı, yapıtıysa toprağın verdiği üründü, dolayısıyla her türlü hakkı da yazarına aitti. Yayıncıların haklarının devreye sokulması, çok da kolay olmayan ama parlak bir manevrayla gerçekleşti: yazar, yapıtının tüm haklarına sahip kişiydi, fakat bunları belirli bir süre için (ve karşılığını alarak) yayıncıya devrediyordu. Böylece yayıncı eskiden sadece bazı haklara sonsuz bir süre için sahipken, artık tüm haklara belli bir süre için sahip oluyor, bu anlamda bir süreliğine yapıtın mülkiyetini ele geçiriyordu. Aranan metafor bulunmuştu.


Bu metafordan hareketle “yaratıcı yazar” söylemi de yaygınlık kazandı ve özellikle Romantik dönemde ağır bir mitosa dönüştü. Bu mitosun destekleyici kavramları arasında “deha” ve “özgünlük” vardı elbette. Tüm bunlar, “yazar”ın kimliğinin köklü bir şekilde değişmesine yol açtı. Yazar, eskiden olduğu gibi metinler arasında diyalog kuran, kendisinden önce yazılmışların üstüne kendi metnini koyan, bir anlamda ortak bir yapıya kendi tuğlasını ekleyen kişi olmaktan çıktı, metinler arasına sınır çizgisi çeken, onları birbirinden ayıran, kendini metnin önüne koyan, dolayısıyla da kendini diğer yazarlardan ayıran kişi haline geldi. Foucault’nun da dikkat çektiği gibi “yazar fonksiyonu”nun böyle bir dönüşüm geçirmesi ve anonim metin rahatlığının ortadan kalkıp her metnin mutlaka bir yazarla eşleştirilmesi eğiliminin ağır basması, merkezi yetkenin de işine geliyordu – suçun ve suçlunun tanımlanabilmesi, kural ve yasakların belirlenip uygulanabilmesi buna bağlıydı. 


Bu bireyciliğin de her yerde aynı olmadığını belirtmek gerekir. İngiltere ve Almanya’da hakim hale gelen “yaratıcı olarak yazar” söylemi Fransa’da da görülüyordu, ama burada Condorcet’nin savunusunu üstlendiği ikinci bir söylem daha vardı. Condorcet “bilgi mülkiyeti”ne karşı çıkıyordu, bilginin ve fikirlerin serbest dolaşımda olduğu ve kullanıldığı, “yazarsız bir dünya” öngörüyordu. Dolayısıyla Fransa’da, “komünoter” ve “mülkiyetçi” yazar söylemleri arasında bir gerilim ortaya çıkmıştı. 


İngiliz yasalarını büyük oranda benimseyen Amerika’da da bu konuda bir gerilim yaşanıyordu. Toprak konusunda işgal ve emek katmanın mülkiyet hakkı doğurduğu, bunun da doğal bir hak olduğu kabul ediliyordu, batıya göç dalgasının temelinde bu vardı, ama bunu fikirlere uyarlanabilecek bir metafor olarak kullanmak konusunda herkes aynı görüşte değildi. Thomas Jefferson, buluşlar ve fikirlerle ilgili olarak “doğal hak”tan söz edilemeyeceğini savunuyor, “fikirler dünyanın bir yerinden diğerine özgürce yayılmalı, insanların ahlaki ve karşılıklı eğitimini sağlamalı, yaşam koşullarını iyileştirmeli...” diyordu. Nitekim Amerika bugün bile yazarın yapıtı üzerinde “ahlaki hak” değil, “faydacı hak” (“utilitarian right”) sahibi olduğu görüşüne bağlıdır, İngiltere’den farklı olarak. Bunu 18. yüzyılın aydınlanmacı anlayışına dayanarak değil, ekonomik sistemin korunması için yapar. Amerika’da 1790’da çıkan Basım Hakkı Yasası, bir kitabın basım hakkını 14 yıllığına koruma altına alıyordu; yazar bu sürenin sonunda hala yaşıyorsa, hakları 14 yıllığına uzatılıyordu. Amerika da uzun bir süre İngiltere’de yayımlanan kitapların korsan baskılarının üretildiği bir ülke oldu; Amerikalı yayıncılar, İngiltere’den gelecek gemileri limanda bekler, kimi zaman birkaç saat içinde kitapların korsan baskısını hazırlarlardı. Bunun tersi de görülmüştü: Tom Amcanın Kulübesi 1852’de Amerika’da yayımlandığında, 1.5 milyon nüshası İngiltere’de korsan olarak basıldı.


Sonuçta ikili ve ikircikli bir tanım girdi yürürlüğe: yazar bir yandan tanrısal esin ve deha sahibi, sanatçı kişilikli, dünyevi işlerin üstünde bir kişiydi, bir yandansa tam bir profesyoneldi, yapıtlarının ekonomik kontrolünü elinde tutuyordu. Bugün bile yazarlar ve toplumsal konumlarıyla ilgili pek çok tartışmanın temelinde, birbiriyle uzlaştırması zor bu iki imge vardır. 


* * *


Çoğaltım hakkı konusunda bugün Batıdaki genel yönelim, kapsamı genişletme doğrultusunda. Bir yandan süre uzatılıyor (ABD 1978’e kadar 28 yıllık bir koruma süresi öngörüyordu, bu tarihte 50 yılı kabul etti; şimdiyse Avrupa’da olduğu gibi yazarın ölümünden sonra 70 yıllık koruma süresini kabul etmeyi tartışıyor). Bir yandan “yazar”ın tanımı gerçek kişilerin yanısıra tüzel kişileri de kapsayacak şekilde genişletiliyor, “yapıt”ın kapsamı da iyice “mikro” düzeye çekiliyor (yazının başındaki örneklerde olduğu gibi). Dava etme (“litigation”) kültürünün iyice kök saldığı Amerika için bu durum, çeşitli açmazlar doğuruyor – bir yandan endüstri, yaratıcılığı koruma kisvesi altında, sahip olduğu çoğaltım tekellerinin korunmasını ve genişletilmesini talep ediyor, yasama-yürütme-yargı üzerinde büyük bir baskı kuruyor; bir yandansa en ufak bir sözün bile “copyright” kapsamına girmesi, yaratıcılığa sekte vurduğu gibi yazı yazmayı fiziksel olarak zorlaştırıyor. Bu duruma karşı örgütlenen bir muhalefet hareketi olan “Copyleft”, özellikle bilgisayar programlarının çoğaltım hakkının özgürleştirilmesini gündem edinmiş. Free Software Foundation (Ücretsiz Yazılım Vakfı) gibi kurumlar, bunun için Anayasa Mahkemesi düzeyinde çalışmalar yapmanın yanısıra, dünyanın çeşitli yerlerinde konferans ve gösteriler de düzenliyor. 


      Burada şunu da belirtmek gerekir ki bugün dünyada uluslararası anlamda “çoğaltım hakkı” satışından net kar eden yalnızca iki ülke var dünyada: Amerika ve İngiltere. Çin ve Hindistan gibi iki dev ülkeyse, uluslararası “çoğaltım hakkı” anlaşmalarını tanımıyor. 


      Türkiye’deyse 1995’ten beri (1952 Cenevre Konvansiyonu uyarınca) 70 yıllık çoğaltım hakkı tanınıyor; özellikle Amerikan şirketlerinin ve hükümetlerinin baskı ve telkinleriyle “izinsiz ve ücreti ödenmemiş kullanım”ların adli takibe uğramasının sağlanması konusunda yoğun bir çaba var.  “Copyright” için “telif hakkı” terimini kullanıyoruz, oysa bu teknik açıdan çok da doğru değil: müellife, yani yazan kişiye, yazdığı (yani telif ettiği) metin için ödenen ücretten söz ediyoruz “telif ücreti” dediğimizde. Bu ise, “copyright” öncesinde İngiltere ve Almanya’da yazarlara yayıncı tarafından ödenen götürü ücrete karşılık geliyor. “Copyright”ta açık olarak çoğaltım hakkı kastediliyor, yayıncının devraldığı hak bu, yoksa metnin yazarı olma, yazarı olarak bilinme hakkını devralmıyor. 


      Çoğaltım hakkının bugün bu yoğunlukta tartışılıyor olmasının ana nedeni, bilindiği gibi internet. Temel mantığı paylaşıma dayanıyor internetin; yüz milyonlarca kişinin paylaşımına açık olduğu için de denetlenmesi son derece zor. Dahası internet, “yaratıcı yazar” kavramını iki yoldan dönüştürmeye aday: birincisi, kavramın romantik içeriğini, yazarın yarı-tanrısal niteliklerini ortadan kaldırıyor, çünkü herkesin yazar olabildiği (dolayısıyla da “gerçek yazar”ların “ağzı olan konuşuyor, internete bağlanan yazar kesiliyor, yazarlık ayağa düştü, dil kirleniyor, ortalığı barbarlar bastı” diyerek yakınmasına neden olan) demokratik bir platform yaratıyor; ikincisi metin üretme sürecini tek kişinin dehasının gizemli derinliklerinden çıkararak, yazılmış metinler arasında bağlantılar kurarak, seçme/yanyana getirme sürecini işleterek “üstmetinler” (hypertext/ metatext) oluşturmayı geçerli bir “yaratıcılık” ve “yazarlık” biçimi olarak ortaya sürüyor. Bu biçim de açıkça “çoğaltım hakkı” mantığıyla çelişiyor. 


      Gelinen noktada, “endüstri”yle “yaratıcı”nın çıkarlarının belli noktalarda köklü bir şekilde çeliştiği gerçeğini gizlemek gittikçe zorlaşıyor. Bunu yapabilmek için “mülkiyet” metaforunun ısrarlı bir şekilde kullanıldığını görmek şaşırtıcı değil; ilk bakışta makul olsa da temel bir yadsımaya dayanıyor bu metafor. Fiziksel bir nesneye ya da toprak parçasına uygulandığında mülkiyetin anlamı açık: bendeyse sende değildir; bu evde ben oturuyorsam sen oturamazsın; bu toprağı ya ben işlerim ya da sen. Oysa “fikri mülkiyet” (“intellectual property”) aynı dışlama ilkesine oturmuyor: bir bilgiyi sana verdiğimde ben yine de o bilgiye “sahip” olmayı sürdürüyorum, benden sana geçtiğinde benden eksilmiyor. Jefferson’ın ifadesiyle, “kendi mumunu benimkinden yakan kişi, benim ışığımı azaltmaz.” Kullanılan metafor, bazen kavramlar hakkında daha kolay düşünmemizi sağlıyor, bazense o kavramı kendi biçimine hapsediyor. Ekonomik düşüncenin getirdiği bu kısıtlar, önemli seçeneklerin görülmesini engelliyor, çünkü var olan sistemin içindeki dengelere göre hareket edebiliyor ancak; dışından bakamıyor, önkabulleri değiştiremiyor.


      Bu düşünce biçimi, “çoğaltım hakkı”nın serbest bırakılmasına iki açıdan karşı çıkıyor: birincisi, yaratıcı üretimin yok olma tehlikesi; ikincisiyse, endüstrinin çeşitli birimlerinin (yayıncı, dağıtımcı, kitapçı vs.) para kazanamama tehlikesi. Birincisinin geçerli olmadığını tarih bize kanıtlıyor: “çoğaltım hakkı” yasallaşmadan önceki sanatsal ve yazınsal üretime, başyapıtlara bakmak yeter. İkinci itirazdaysa gerçeklik payı olabilir açıkçası – daha özgür bir “çoğaltım hakkı” rejimi, bazılarını işsiz bırakabilir, kar marjlarını düşürebilir. Bütün devrimlerde bu böyle olmuştur ama: sokak aydınlatmasında elektriğin kullanılmaya başlanması, gaz lambalarını yakıp söndürmekle görevli kişileri bütün dünyada işinden etmişti. Matbaanın yaygınlaşması, kitapları elle çoğaltanları vurmuştu. Ortaya konan ürünler de bundan payını alabilir: eğer yeterince kar edemeyeceğini görürse, film şirketleri 200 milyon dolar bütçeli filmlerin altına girmek konusunda çekingen davranabilir. Ama Eben Moglen’in dediği gibi, “Firavunlardan beri piramit üretimi de inanılmaz düştü” – piramit yapımını makul kılan toplumsal ve ekonomik sistem artık yok, bu da bizi çok üzmüşe benzemiyor.


      * * *


“Yazar fonksiyonu”nu yeniden tanımlamak mümkün müdür peki, gerekli olduğunu kabul etsek bile? Bunu yapabilmek için, fonksiyonun bileşenlerini ayrıştırmak ve herbirini soymak gerekiyor; yani “yaratıcı”yla “profesyonel”i. Profesyonel yazarlığı bu tartışmanın kapsamı dışında sayıyorum – sipariş üzerine yazılan metnin ücrete tabi olmasında bir sakınca görmüyorum. Dergi ya da gazete çıkaranların, tanıtım broşürü ya da kullanma kılavuzu sahibi olmak isteyenlerin, aile tarihini ya da kişisel biyografisini yazdırmaya niyetlenenlerin, reklamcıların, hatta kitap sipariş eden yayınevlerinin, istedikleri metinlerin karşılığında para vermeleri gereklidir: bu bir iş ilişkisidir, sanat ilişkisi değil - “telif hakkı” doğurur.


      “Yaratıcı”ya geldiğinde iş değişiyor: yarı-tanrısal bir yaratıcı imgesine bağlı kalmayı sürdürmek, sürdürülmesini istemek sahtekarlıktan başka birşey değil bence. Yazarlar yaşadıklarını, duyup gördüklerini, okuduklarını malzeme olarak kullanıyor, dünyaya ve sanata sordukları sorularla, imgelemleriyle biçimlendiriyor ve hem daha önce kendi yazdıklarından, hem de başkalarının yazdıklarından oluşan devasa pastişe eklemlenecek bir pastiş yaratıyorlar yazarken. Bunu da kendilerine iyi geldiği için yapıyorlar, toplumsal bir görevi yerine getirmek için değil. Toplum tarafından, toplumu eleştirmekle, ona yön vermekle görevlendirilmiş değildir yazar; bunu vehmedebilir, ya da yazdıkları, toplumun üyeleri tarafından bir eleştiri ya da yönlendirme olarak değerlendirilebilir, ama bu yine de yukarıda sözünü ettiğim türden bir “sipariş” kapsamına girmez; kendiliğinden ve karşılıksız (gratis) yapılan bir eylemdir.


      Bu iki bileşeni ayırmak için 1999’da yayımlanan bir yazımda (“'ready-made' post-modern manifesto: yazarlar için sokak çalgıcısı etiği”) “sokak çalgıcısı” imgesine başvurmuştum. “Yaratıcı” bileşeni, yazar fonksiyonunun sokak çalgıcısı fonksiyonuna yakınsadığı nokta bence: çalgıcı, verdiği emek, kullandığı birikim, yarattığı estetik değer karşılığında para toplamayı umabilir, toplumsal terbiye de, çok kötü çalsa bile biraz para verilmesini gerekli kılabilir, ama her durumda, çalgıcının para talep etmesi söz konusu değildir. Kimse ondan, sokağa çıkıp müzik yapmasını istememiştir; çalıyorsa, bu kendi bileceği iştir. Tabii eğer belediye şehrin sokaklarında müzik yapılmasının, şehir halkının yaşam standardını yükselteceğini düşünür ve bazı kişilerden sokak çalgıcılığı yapmasını isterse, ya da sokak çalgıcısına bir düğünde çalması damadın babası tarafından teklif edilirse, durum değişir. “Yaratıcı” bileşeni bu durumda yerini “profesyonel” bileşenine bırakmış, “telif hakkı” doğmuştur.


      Bu söylediklerim yazma ediminin kendisiyle sınırlı; yazılanın yayımlanması bambaşka bir konu. Burada ister “yaratıcı”, ister “profesyonel” bileşeniyle olsun, yazar fonksiyonunun yazdığı metnin çoğaltılması ve bundan kar sağlanması söz konusu. Seçenekler şunlar:


1. Yazar, çoğaltım hakkını bir tekel olarak, belirli bir süre için, belirli bir ücret ya da pay karşılığında bir yayıncıya devreder.
2. Yazar, metni götürü ücret karşılığı bir yayıncıya satar, ama çoğaltım tekelini vermez; dolayısıyla başka yayıncıların götürü ücret vermeden aynı metni kopyalayarak çoğaltması engellenmez.
3. Yazar metni internete koyar ve dileyen, hiçbir ücret ödemeden metni okuyabilir ve çoğaltabilir.
Bir formalite olarak her üç maddede, çoğaltımlar için yazarın yazılı izninin olması koşulu getirilebilir.


Yazarların geçimlerini başka yollardan sağlayabilmesi ve yazdıklarının karşılığında para talep etmemesi, başkalarının kazanacağı paradan pay almak istememesi, bugünün para odaklı toplumsal yapısına aykırı düştüğü gibi, yayıncılık endüstrisini de titretecektir elbette. Metinlerin bedava olduğu bir dünyada kitap fiyatları çok düşük olur ve ancak internetin sağlayamayacağı ek faydalar oranında artabilir. Böyle faydaları düşünmek zor değil: nesne olarak kitabın ekrandan okumaya ya da bilgisayar çıktısına olan üstünlüğü, metnin tamamını ekrandan okumanın ya da çıktısını almanın da bir maliyeti olması ve daha da önemlisi zaman alması, vs. Yine de kitap satışlarında ciddi bir düşüşün yaşanması muhtemel geliyor bana; endüstrinin kar yapısının yeniden ele alınması da gerekecektir.


Dolayısıyla bugünkü durumda, devrimden korkan yayıncılar için en büyük tehlike, yazdıklarından para kazanmak isteyen yazarlar değil, başka işlerden geçimini iyi-kötü sağlayan yazarlardır; var olan sistemi sürdürmek isteyen yayıncıların yapacağı şey, yazarlarına az para ödeyerek yazar fonksiyonunu ekonomi dışına itmek yerine (ki metni “ucuza kapatmak” ve kar marjını yükseltmek, kısa vadede yayıncıya daha mantıklı gelebilir), uzun vadede mümkün olduğunca çok yazara, yazdığıyla geçinecek, hatta iyi yaşayacak düzeyde para vermeye çalışmak olurdu.


Yazarlığın toplumsal konumundaki ve yayıncılık endüstrisindeki bu değişiklikle genel ekonominin bu ölçüde daralması, bugün için kabul edilebilir gözükmüyor. Dolayısıyla üçüncü seçenek, bir sistem önerisi olarak fazla radikal. İkinci seçenek, tarihsel olarak denenmiş olma avantajına sahip; yayıncıların hayatını gerçekten zorlaştırdığı tahmin edilebilir, özellikle de özgün içerik yayımlayanların. Yine de bu seçenekte asıl yük yazarların üstüne biniyor ve sistem, üçüncü seçeneğe yaklaşacak şekilde yazarların götürü ücretini sıfıra indirme eğilimi sergiliyor. Bu da bir sistem önerisi olarak fazla radikal gözüküyor.


Bugünün koşulları içinde tek yol, zaten uygulamada olan birinci seçeneği, yazar ve yayıncının para kazanmasını engellemeyecek, ama metinlerin serbest dolaşımını mümkün olan en üst düzeyde sağlayacak uzlaşma noktasına taşımak gibi gözüküyor. Bugün yazarlar, %15’lik “çoğaltım hakkı” bedeli karşılığında yapıtlarını, ölümlerinden 70 yıl sonrasına kadar, bir (ya da ardışık olmak koşuluyla daha fazla sayıda) yayıncıya devrediyor. “Doğal tercih”i metninin serbestçe çoğaltılması ve dolaşıma sokulması olan (çünkü “yaratıcı” metinlerinden kontrat karşılığı para kazanmayı ayıp addeden) yazarı, tek bir yayıncıya çoğaltım tekeli vermeye ikna etmek gerekir. Bunu yapmak için de tekel süresi olabildiğince kısa, yazarın kar payı da olabildiğince yüksek tutulmalıdır. Satılan kitaptan matbaa, yayıncı, dağıtımcı ve kitapçının da pay alacağını düşünürsek ve etkinliklerini sürdürebilmek için herbirinin ekonomik açıdan “feasible” bir düzeyi tutturması gerektiğini göz önünde bulundurursak, yazar payının %30’a kadar çıkabileceği, çoğaltım tekelinin de bir yılla sınırlandırılabileceği ileri sürülebilir. Amerika’da buna örnek oluşturacak bir uygulamanın bulunduğunu biliyoruz: yeni kitaplar önce ciltli (hardcover) olarak yayımlanır, bir yıl geçtikten sonra (genellikle başka yayınevleri tarafından) karton kapaklı (paperback) olarak yeniden basılır. Okuyucu, bir yıl sonra aynı kitabı neredeyse yarı fiyatına alabileceğini bilir; aradaki farkı hem daha kaliteli bir baskıya sahip olmak için, hem de kitabı bir an önce okumak için verir. Vermeyenler çoğunluktadır (karton kapaklı baskılar, ciltli baskılardan hemen hep daha çok satar), ama vermeye hazır olanların sayısı, bu sistemi ayakta tutmaya (yani yayıncısına para kazandırmaya) yeter.


Yazarların %30’luk bir pay karşılığında kitaplarının çoğaltım tekelini bir yıllığına bir yayıncıya vermeleri, ardından kitabın yazar payı ödenmeksizin basılabilmesi ve serbest dolaşıma girmesi, sonuçta görece gerçekçi olmaya çalışan bir uzlaşma önerisidir, ilkelerden ödün verilmeden bulunmuş ideal bir çözüm değil. Ancak unutmamak gerek ki bu uzlaşma, bugünkü üretim koşullarından yola çıkarak bulundu, oysa bu koşullar değişmez değil. 1600’lerde yayıncı, dağıtımcı ve kitapçı fonksiyonları büyük oranda tek bir elde toplanıyordu; endüstrileşme süreci, bu fonksiyonların dağıtılarak daha verimli hale gelmesini sağladı. Bugünse yine bir fonksiyon toplanması eğilimi ortaya çıkmış durumda: internet üzerinden kitap satışı ve “print-on-demand” (talep üzerine basım) teknolojisi, yazara çok düşük bir ücret karşılığında kitabının tasarımını yaptırma olanağı sunuyor; stok maliyetlerini sıfırlıyor, birim başı üretim maliyetlerini biraz arttırıyor; yazara çok daha yüksek bir yüzde kazandırıyor. Normal bir yayınevinin ekonomik bulmayacağı pek çok eski yapıt ve akademik çalışma, bu sayede internet üzerinden ve kitap formatında satın alınabiliyor. Henüz çok yaygın bir sistem değil, ama özellikle tanıtım ve pazarlama sorunları çözülürse (bugün bu işi yayınevleri ve bir ölçüde kitapçılar üstleniyor) talep üzerine basım yöntemi çok daha yaygın bir hale gelebilir, kitap fiyatları da bunun sonucunda iyice düşebilir. Bu durumda yazar-yayıncı ilişkilerinin doğası da bir kez daha köklü bir şekilde değişebilir.


* * *


Bir yıllık çoğaltım tekeli süresinin sonunda, aynı kitabın birden fazla kişi ve yayıncı tarafından üretilebilecek olması, bir sakınca doğurur mu? Bu bir kaos ortamı yaratır mı, metinlerin güvenilirliği azalır mı? Bu soruların yanıtlarını bugünkü sistem veriyor aslında, çünkü 70 yıllık sürenin sonunda önerdiğim sistemle aynı noktaya geliyor. Bugün her isteyen Dostoyevski, Shakespeare, Cicero ya da Homeros basabilir, basıyor da. Yayınevlerinin ve çevirmenlerin adı kadar, kitap dergileri de bu konuda yönlendirici olabiliyor; okuyucu elbette kendisi de karşılaştırarak seçimini yapabiliyor.


Birinci yılın sonunda yazarın emeğinden para kazanamayacak, kendi yapıtının “sırtından” başkalarının para kazanmasına seyirci kalacak olması, ona yapılan bir haksızlık değil mi? Sanmıyorum. Yazarın kişisel yaratıcılığının (ki bu yaratıcılığı kutsamamaya özellikle dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum) kendiliğinden bir sonucu olan bir yapıt için kontrat karşılığı verilecek paranın, bir saygı göstergesi olabileceğinden kuşkuluyum. Yine de, dediğim gibi, kısa bir süre için geçerli olması koşuluyla, yazarların yapıtlarından böyle bir gelir elde etmesini kabul edilebilir buluyorum, ardından gelecek faydanın büyüklüğünü göz önünde bulundurarak. Buna karşın okurların, yazınseverlerin, çeşitli kurumların yazar hamiliğine soyunmalarına karşı değilim. Sevdiği yazarın banka hesabına arada sırada internet üzerinden havale yapacak okurlara, hayır, karşı değilim. Yazarın yazdıktan sonra, bir yıllık çoğaltım payını da aldıktan sonra, kontrat uyarınca para talep etmesine karşıyım. Romancılığın bir meslek olmasına karşıyım. Ayrıca, merak edenler için söylüyorum, devletin bu işe karıştırılmasına da karşıyım: devletin yazar hamiliğine kalkışması, bunu toplumdan alınan vergilerle yapacağı için, bireylerin gönüllü hamiliğinden tamamen farklı bir sonuç doğurur ve işin mantığına aykırıdır, çünkü burada da yazarın “gratis” yaratıcılığına sistemli, kontratlı bir bedel biçilmektedir.


Bu sistem yaratıcılığı öldürür mü? Hayır. Yapıtların dolaşımını hızlandırıp yaygınlaştıracağı için, edinme maliyetini bir versiyonuyla çok ucuzlatacağı, bir versiyonuyla sıfıra indireceği için gerçek anlamda bir yaratıcılık patlamasına yol açacaktır tam tersine. 


Fikir hırsızlığı artmaz mı? Yazın ve sanattan söz ediyorsak, alıntı adabıyla hırsızlık arasındaki ayrım aynen geçerli olacaktır. 


* * *


“Mülkiyet” ve “hak” işte bunu yapıyor: yazmanın ve okumanın kendiliğindenliğini, karşılıksızlığını, serbest dolaşımını savunan, sokak çalgıcılarından, etkileşimlerden, devasa pastişlere eklemlenen bireysel pastişlerden söz etmek isteyen bir yazıyı paraya, yüzdelere, arz ve talebe, uzlaşmalara boğuyor. Basit birşeydi aslında söylemeye çalıştığım: yazarın kendini açgözlü ve işbilir bir bezirgan gibi hissetmek zorunda kalmamasını, onu böyle hissettirecek düzenlerden uzak durmasını dilemek, bunu mümkün kılan bir feragatla başlayacak başka bir düzen hakkında kafa yormak, kendi içinde romantik bir tavır kuşkusuz; ama yazarlığı, yaratıcılığı, ayrıksı duyarlılığı yücelten romantik yaklaşıma her koşulda yeğ tutulması gerektiğini düşündüğüm bir tavır aynı zamanda. 


      Kimi insanları kimi zaman etkileyebilen kimi şeyler yazma yetisi, bunca kibri nasıl kaldırıyor ve hala doymuyor?


      Yazarlık egosu, metinlerin isimsiz yayımlanacağı günleri mümkün kılacak noktaya çekilebilir mi, yüz yıl, iki yüz yıl sonra? 


      Bu varoluşsal bir devrim olurdu, gerçekten.


(2004)

18.11.11

"ready-made" postmodern manifesto: yazarlar için sokak çalgıcısı etiği


aşağıda, 1999'da yazdığım bir metin var; içeriğin (ısmarlama olmadığı sürece) bedava (ve özgür) olması gerektiğini o zaman da düşünüyordum. 

* * * 


bugün artık yazar, edebiyatından para kazanmaya hakkı olmadığını kabullenmeli ve rahatlamalı – köşe başında müzik yapan bir çalgıcıdır o, isteyen para verir, kimisi dinler ve geçer.

yazar, yazarak para kazanabilir elbette – kendisi dışında birşey için yapıldığında yazma edimi, işlevselliği oranında ücrete tabidir.

işlevselliğin tanımı, her zaman kendiliğinden bellidir hemen herkes için, bazı yazarlar bazen bunun istisnası olmuştur, bu onların sorunudur.

edebiyatın kendisi olmayı hedefleyen ürününse kendine tekil, ihlal edilemez, yarı-kutsal bir alan yaratabilmesi bugün mümkün değildir.

zaten söz konusu ürün dışsal bir talepten çok, ürünü gerekçelendirmeye tümüyle yetecek bir içsel hazzı elde etmek için, yani yazarın kendi kendine olan talebi sonucunda yaratılır.

edebiyat yazarı, yazabilmek ve yayımlayabilmekle yetinebilmelidir – maddi karşılık isteyebilir, tıpkı bir sokak çalgıcısı gibi seyircisinin arasında şapka dolaştırabilir, ama toplayamadığı paranın hesabını kimse verecek değildir.

yazar, geçimini sağlamak için "başka işler" yapmak zorundaysa yapacaktır. kitap yazmaya zamanının/enerjisinin kalmaması tümüyle kendi sorunudur. yazarın toplumsal üretim genelindeki asalaklığının sonu geldi – buna sevinmek ya da üzülmek yersizdir. bu böyledir.

bütün bunlar, yazarla ve yazıyla ilgili romantik saplantıların geçmişin çöplüğüne atılmış olmasından kaynaklanmaktadır. bugün önemli olan metnin kendisidir, kime ait olduğu değil. dolayısıyla metinlerin, kimlerin metinlerinden mürekkep olduğu da önemli değildir – bütün metinler miri maldır. her metin her yerde kullanılabilir. dipnot sultasının sonu, referans ahlakının sonuyla birlikte gelmiştir.

yazarların kendilerini önemseme çağı sona ermiştir. herkes herşeyin sahibidir, kimse tek başına belirli bir şeye sahip değildir.

edebiyatı üzerinde mutlak mülkiyet hakkı olduğunu savunan her yazar, ürününü dolaşıma sokmama hakkına sahiptir. kutsal alan, artık bir çekmece boyuna gerilemiştir.

1999

17.11.11

the way we were

all content must be free, unless commissioned.

free content is freed content.

one day, all content will be free.

until then, all content must be as cheap as possible.

16.11.11

dahiler de ölür/ ölüler de dahiler

psyche opening the door into cupid's garden,
john william waterhouse, 1904.
geçenlerde alper canıgüz'le dahi olmak konusunda laflıyorduk (dahi kimdir, sebepleri nelerdir, sen mi dahisin ben mi), birisi ona dahi olduğumu ima etmiş galiba, o da pek öyle düşünmemiş. üzülmemesini söyledim, eskiden dahi olmayı isterdim ama değilim dedim.

dahi olmadığımı oldukça erken yaşta idrak ettiğimi söyleyebilirim. dolayısıyla bunu bir eksiklik olarak yaşamadığımı, bu eksikliğin hayatımı şekillendirmesine izin vermediğimi umuyorum. fırsat verilen bütün çocuklar gibi ben de birkaç sanat dalında birşeyler yaptım, bir-iki yabancı dil öğrendim, bazılarına tuhaf gelecek çeşitlilikte (veya tutarsızlıkta) ve ortalama bir başarı düzeyinin üstünde bir eğitim deneyimim oldu, ama o kadar - buradan "dahi" çıkmaz. yıllar içinde kendime ana meşgale alanı olarak belirlediğim yazma işinde de bir deha sergilemiş olduğumu söylemek bence açıkça imkansız. yanlışlıkla dahi sanıldığım iki olay var ama, onları anlatayım.

ilki "7"nin ilk yayımlandığı sıralara denk geliyor. küçük iskender o dönemde beyoğlu'nda bir barda söyleşiler düzenliyordu, birine beni de çağırdı konuk olarak. hayatta katıldığım ilk söyleşiydi tabii. iskender bana kitaptan yola çıkıp cinsellik, eşcinsellik, kadınlar vs üzerine birtakım sorular sordu hatırladığım kadarıyla, ben de muhtemelen abuk subuk yanıtlar verdim. en ön sırada lale müldür ve gülseli inal oturuyordu; bir aşamada ikisi birden ayağa kalktı, lale müldür dedi ki "biz buraya bir dahiyi dinlemeye geldik ama bu çocukta deha filan yok," sonra ikisi birden salonu terk etti. ben zaten ne dediğimi bilmez bir halde olduğum için hiç etkilenmedim ve bir saat kadar daha konuşmayı sürdürdüm.

ikincisi de aslında ona yakın bir zaman, belki iki yıl kadar sonra. boğaziçi'nde siyaset yüksek lisansı yapıyordum, binnaz toprak'tan da siyaset kuramı dersi alıyordum. dönem sonu ödevi olarak suç kuramı üzerine bir yazı yazdım (sonradan "marjinal suç, sanal ceza" olarak da yayımlandı). binnaz hanım beni odasına çağırdı, yeşim arat da oradaydı; "bunu sen yazmış olamazsın," dedi binnaz hanım, "bu çocuk ya bir dahi, ya da bir sahtekar," dedi. ikisi de olmadığımı söyledim tabii, yeşim hanım da sağolsun "cem iyi yazar," dedi, ama binnaz hanım ikna olmadı, daha doğrusu o da dahi olmadığımdan emindi de, sahtekar olduğumu kanıtlayamıyordu, o yüzden "f" yerine "bb" verdi not olarak.

aradan yıllar geçti, o günden sonra beni yanlışlıkla dahi zanneden (ve sonra hayalkırıklığına uğrayan) birileri çıkmadı hiç, alper'e dek. dahi olmamak, tahmin edebileceğiniz gibi, dahi olmaktan çok daha "sürdürülebilir" bir pozisyon; dahi olmak zorunda olmak kadar kötüsü yoktur, ki sanırım alper de biliyor bunu.

öte yandan, türkiye'de edebiyat alanında dahi ("egzantrik" değil, "yetenekli ve zeki" değil, dahi) hiç olmuş mudur, kimlerdir, diye de merak etmedim değil şimdi. amerikan ve ingiliz edebiyatı odaklı literary genius diye bir kitap gördüm amazon'da, şu yazarlar ele alınmış:

Geoffrey Chaucer
William Shakespeare
John Milton
Alexander Pope
Samuel Johnson
Edward Gibbo
William Wordsworth
Jane Austen
William Hazlitt
John Keats
Nathaniel Hawthorne
Charles Dickens
Walt Whitman
Herman Melville
George Eliot
Emily Dickinson
Mark Twain
Henry James
Joseph Conrad
Willa Cather
Robert Frost
William Faulkner
James Joyce
T.S. Eliot
Ernest Hemingway

9.11.11

nasıl, niçin, ne

"önce nasıl yazıldığını, sonra niçin yazıldığını, sonra da ne anlattığını sorarak okumayı başarabilirsek" diyor semih gümüş son yazılarından birinde, faruk ulay, doğan yarıcı ve bilge karasu metinleri bağlamında. bu soruları sorduran, ya da ancak bu sorularla kuşatmaya başlanabilecek metinler için "has edebiyat" deyimini kullanıyor gümüş, benim de zaman zaman kullandığım bir deyim bu; bazen "deneysel edebiyat" dendiği de oluyor. ama sıcak nal'ın dediği gibi, "deneysel edebiyat, edebiyattır" zaten, edebiyat dediğimiz budur, bu olması, buradan başlaması gerekir, daha geriden değil. bir ad bulunacaksa, geri kalanlar için bulunmalı aslında, onlar nitelemeli hale getirilmeli - "tüketim edebiyatı" ya da "sarf edebiyatı" ya da "gündelik edebiyat" gibi. "edebiyat" ise, "okuma ihtiyacını gidermek için yazılmış metinler"e karşı savunmak zorunda kalmamalı kendini. tamamen boş bir dilek elbette - dünyanın geri kalanında olduğu gibi türkiye'de de tüketmek üzerine kurulu kitap üretimi. bilge karasu gibi yazan tek bir amerikalı yazar ismi söylemek, gerçekten çok az insanın harcı, amerika'da yaşayan iyi okurlar için bile. çağdaş klasik müziğin alanının daraltılması gibi, "edebiyat"ın da alanı iyice daraldı. öte yandan, buna yerinmek de bana yersiz geliyor - "popüler sanat" bugünün ve öngörülebilir geleceğin hakim paradigması; bugün benim görebildiğim kadarıyla hiçbir şey, bunu değiştirecek bir tohum niteliği taşımıyor, çünkü artık "yazmak" için nasıl yazacağını, niçin yazacağını ve neyi anlatacağını kendine sormak gerekmiyor, sanırım bundan sonra da gerekmeyecek.

7.11.11

cüppesiz bir ahlak pratiği

malum, hülya avşar kurban bayramı'yla ilgili olarak "hayvan keserek kutlanan bir bayrama aklım ermiyor," demiş, cübbeli ahmet hoca efendi adlı televizyon yıldızı da "yediği etler babasının tarlasında mı yetişiyor?" şeklinde cevap vermiş, verdiği cevabı çok beğendiği için bundan bir de poster imal ettirmişti.

bu bana çok parlak bir ahlak açılımı gibi geldi, mantıksal sonuçları itibariyle. hülya hanım ne demiş oluyor, "et yiyorum ama sokakta et kesilmesine karşıyım." ahmet efendi ne demiş oluyor, "et yiyorsanız sokakta da et kesilmesine karşı çıkmayacaksınız." ala. uygulayalım prensibi: evinizde sevişiyorsanız sokakta seks yapılmasına karşı çıkmayacaksınız. tuvalette sıçıyorsanız sokakta sıçılmasına karşı çıkmayacaksınız. liberter bir islam anlayışının öncüsü olarak cüppesinden soyunan ahmet efendi'yi neşeyle selamlıyorum (ama yine de onu sokakta cüppesiz haliyle görmek istediğimi sanmıyorum).

[buradan hareketle "et yiyen olmak" ama "hayvanların kesildiğini görmeyi istememek" arasındaki çelişkiyi, hatta ikiyüzlülüğü, bunun ne anlama geldiğini, bununla yaşamanın nasıl mümkün olduğunu ve "ağaçta yetişen et" utkusunu ayrıca ele almak isterim.]

5.11.11

düyunu umumiye-i elen

yunanistan'la yatıp yunanistan'la kalkıyor dünya son günlerde. borcunu ödeyemediği için önce gelirlerine, sonra gelir kaynaklarına, ardından kısmen yönetimine el konulma süreci, bana osmanlı'nın düyunu umumiye macerasını hatırlatıyor, herhalde pek çoklarına hatırlattığı gibi.

1854 kırım savaşı nedeniyle ilk ciddi dış borçlanmaya giden osmanlı, galata bankerleri aracılığıyla kısa vadeli iç borçlanmaya (ama aslında bir tür dış borçlanmaya) da yönelmiş, fakat sonunda borçlarını çeviremez hale gelmişti. bu nedenle 1879'da rüsumu sitte idaresi kurulmuş ve iç borçların ayni ödemelerle çevrilmesi yoluna gidilmiş, başta fransa ve ingiltere olmak üzere uluslararası kredi kaynakları bunun eşitsizlik yarattığından şikayet edince de 1881'de düyunu umumiye meclisi kurulmuştu. bu dönemde osmanlı'nın borçlarının yaklaşık yarısı silinmiş, kalanların vadesi uzatılmıştı. bu tarihte düyunu umumiye'nin devlet gelirleri içinde el koyduğu pay %17'ydi; 1912'ye gelindiğinde bu pay neredeyse iki katına çıkmıştı. 1882-1913 arasında yapılan borç ödemesi, hazine gelirinin iki katı düzeyindeydi. düyunu umumiye 5000 kişilik bir kadroya sahipti. başlangıçta tuz, ispirto, balık, ipek gibi ürünlere konan vergi gelirlerini devralan kurum, daha sonra bizzat üretime yöneldi, çeşitli işletmeleri yönetir oldu, toprak kirası almaya başladı. yabancılara yaptırılan demiryolları için verilen kilometre garantisini karşılayan aşar vergisinin toplanması hakkı da düyunu umumiye'ye bırakıldı ve hasılattan %5 pay alması kararlaştırıldı.

lozan antlaşması'yla düyunu umumiye kaldırıldıysa da borçlar yeni devlet tarafından devralındı. 1928'den itibaren yeniden (ve indirimli olarak) borç ödemesi yapılması karara bağlandı, ancak 1929 krizi bunu neredeyse imkansız kıldı. 1933'te borç tutarı yeniden azaltıldı, taksit süresi yeniden uzatıldı. söz konusu borçlar ancak 1954 yılında, türk lirasının değerlenmesiyle tamamen ödenebildi.

bu büyük borçluluk durumu nasıl ortaya çıkmıştı? ingiltere ve fransa, osmanlı tahvillerinin alınması yolunda mali çevreleri desteklemiş, uygulanacağı sözü verilen reformların kısa sürede etkisini göstererek osmanlı'nın mali durumunu düzelteceği beklentisini yaratmıştı. ancak bu borçların faiz yükü ve komisyon giderleri çok yüksekti. alınan borçlar da ancak kısmen yatırımlara aktarılmış, büyük oranda bütçe açığı, savaş giderleri ve borç faizleri gibi kalemlere harcanmıştı.

sonuçta ülkenin bütçesinin nasıl kullanılacağı hakkındaki kararların önemli bir bölümünün egemen devlet tarafından değil, alacaklılar tarafından verildiği bir düzenden söz ediyoruz. bu borcun çevrilebilmesini mümkün kılan en önemli etmenlerden biri, borç silinmesi ve yeniden yapılandırılmasıysa (ki türkiye bunu tekrar tekrar yaptı), bir diğeri de alacaklıların ülke içindeki karar mekanizmalarına hakimiyetinin kırılması ve devlet egemenliğinin mali alanda yeniden kurulmasıydı. ama bunu yapabilmek için bir devletin yıkılmasına göz yummak, tüm alacaklılarla fiziksel olarak savaşmak, yeni bir devlet kurmak ve doğru zaman gelene kadar oyalamasını bilmek gerekti. bu koşulların ne kadarının yunanistan için geçerli olduğu ve olacağı tartışılır, ama her halükarda ilginç bir perspektif sunduğu bir gerçek.


meraklısı için:

stefanos yerasimos; azgelişmişlik sürecinde türkiye, 2001.
emine kıray; osmanlı'da ekonomik yapı ve dış borçlar, 1995.

27.10.11

papa'yı müslüman yapmak
















din adamlarımızda böyle bir hırs var mıdır, koyu müminler arasında böyle bir geyik konusu dolaşır mı bilmiyorum aslında, ama gayet olabilir görünüyor: padişahın müthiş bir müftüsü varmış, vatikan'a gitmiş. onu orada hıristiyan zannecekleri kadar iyi biliyormuş hıristiyanlığı. kafirlerin elindeki kutsal topraklardan gelen, zulüm görmüş bir katolik rahibi olduğuna inandırmış hepsini. papa'nın huzuruna çıkmış ve gizli görüşme talep etmiş; o gizli görüşme sırasında da papa'yı imana getirmiş, müslüman yapıvermiş. tabii büyük bir sır olarak kalmış bu, ama her papa, yerini alacak halefini gizlice müslüman yaparmış o günden beri.

şimdi nerden çıktı denebilir, açıklayayım: resimde görülen kupanın üstünde şunlar yazıyor: "bismillah - (kalp içinde) peygamberimi seviyorum" ve "elhamdülillah - (gül resmi) - trabzon il müftülüğü - 2011". güzel, zamana uymuş müftülüğümüz, çay-kahve içerken insanların yalnız trabzonspor'u hatırlamasına razı gelmemiş, müslümanlıklarını ve peygamberlerini de hatırlasa ne iyi olur demiş, yaptırmış kupaları.

yalnız sonraki adımda işler biraz tuhaflaşıyor: sayın müftü, türkiye'deki hıristiyan cemaatin ruhani liderlerinden birinin müftülüğü ziyareti sırasında (bölgedeki manastırları, kiliseleri gezmek amacıyla olsa gerek) bu ruhani lidere bu kupayı armağan etmiş. gavurda buna "what were you thinking?" diye sorarlar, "aklından ne geçiyordu?" diye çevirebiliriz. hakikaten, müftümüz ne düşünüyordu? "bak adamı nasıl müslüman yapıyorum" mu dedi, "hıristiyan adama müslüman hediyesi verdim, gol sevinci yaşıyorum" mu dedi, "bu memlekette misyonerlik lazımsa onu da biz yaparız" mı dedi, bilinçsiz bir terbiyesizlikten mi ibaretti bu hareket, yoksa mesela farklı dinlerin ruhban tayfası arasında böyle bir esprileşme biçimi mi var da ben bilmiyorum?

fakat sonrası da az ilginç değil: söz konusu ruhani lider bu kupayı atmamış, kırmamış, yanındakilere teslim etmiş (herhalde - koskoca lider elinde kupayla dolaşacak değil ya) ama peşini bırakmamış, "bir müslüman kupası vermişlerdi nerde o" demiş, geçerken bize uğramış (kendisi sevdiğimiz, saydığımız bir insandır) ve "buyrun bakın size ne getirdim" diye bize hediye etmiş. şimdi severek kullanıyoruz bu kupayı, mümin bir arkadaşımız var, o geldiğinde hemen onunla servis ediyorum kahvesini mesela. bir gün vatikan'a gidersem ve papa'yla görüşme talebinde bulunursam yanımda bu kupa olacak.


13.10.11

uyuşturucuyla imtihanım

herşey orta üçte başladı: haldun taner'in keşanlı ali destanı'nda keş karakter sipsi'yi oynamamla. (aslında belki de herşey ilkokul beşte, yılsonu müsameresinde, üst kattan atılan izmaritleri balkondan sayarak toplayan ve saydıkça sinirlenen uşak rolüne çıkmamla başlamıştı, bilemiyorum. fakat şimdi düşünüyorum da, bu nasıl bir mizansendir - uşağı olan biri apartmanda mı oturur? ayrıca balkondan balkona izmarit nasıl atılır? işte böyle şeyler beni bu hale getirdi. her neyse, konuya döneyim.) fotoğrafta da görüldüğü gibi, rolüme girmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, designer kostümlerimi okul bahçesinin çamuruna bulamaktan imtina etmemiştim. oyunun büyük bir bölümü boyunca bu pozdaydım: sahnenin seyirciye en yakın kısmında yerde kaykılmış oturuyor, elimde cigara kağıdı, sarıp sarıp tüttürüyordum. gerçekçi bir oyun olsaydı, perde indiğinde salondaki herkesin kafasının iyi olması işten değildi. bu tip okul gösterilerinde adet olduğu üzre, çok sayıda fotoğrafla sezonu kapattım.

geldik lise iki yazına. ben almanya doğumluyum, türkiye'ye 7 yaşımdayken döndük, izmit'e yerleştik (ailem izmitliydi), buradaki ikinci yazımızdan itibaren de yalova'da aydın 4, aydın 6, aydınkent gibi sitelere yazlığa gittik. bunun bir istisnası lise iki yazıydı - o yazı ben izmit'te, yeni taşındığımız evdeki küçük ve apartman boşluğuna bakan, dolayısıyla yemek kokan, epeyce karanlık odamda, stüdyo fm'in yeni başlamış stereo yayınlarını dinleyerek, yeni boyadığım gitarımı çalarak ve henry fielding'in tom jones'u gibi romanlar okuyarak geçirdim.

bir aktivitem daha vardı ama: almanya'daki çocukluk arkadaşım esra'ya mektup yazmak. olay burada hızlanıyor biraz: okuldan can arkadaşım erdoğan'a, esra'nın bir arkadaşını mektup arkadaşı olarak ayarlamıştık (o zamanlar böyle birşey vardı, özellikle yabancı dilde eğitim veren okullarda yaygındı, yabancı ülkelerden mektup arkadaşı edinerek hem güzel ama çoğunca kısa süreli dostluklar kurulur, hem romantik beklenti egzersizi yapılır, hem de işte biraz dil geliştirilirdi. iys diye bir kurum vardı hatta, bunların 10'luk formları olurdu, dokuz kişiyi üye ettiğinizde sizin üyeliğiniz bedavaya gelirdi, posta havalesiyle paralar gönderilir, iki ay kadar sonraysa bir adres listesi gelirdi, amerika'dan kız "penfriend" isteyenlere mesela trinidad ve tobago'lu oğlan çıkardı vs.) o sıralar bizim okul grubu, yazları görüşmezdi, ayrı bir varoluşa yelken açardık (ben yazlıkçı olurdum filan); dolayısıyla erdoğan'la, okul kapanmadan önce şöyle bir olay örgüsü belirledik (nedense. bunu parantez içinde yazdım ama can alıcı bir soru aslında.): önce bir müzik grubu kuracaktık, sonra iyice hard rock çalmaya başlayacaktık, sonra st. joseph'li bir başka grupla tanışacak ve birlikte çalmaya başlayacaktık, partiler filan olmaya başlayacaktı, orada içki, uyuşturucu, seks filan olacaktı. uyuşturucuda da kademeli bir sertleşme söz konusu olacaktı - bu konuda pek bir bilgimiz olmadığı için eroin mi önce gelir, kokain mi daha kötüdür karar verememiş, kokaini hiç karıştırmayalım demiştik. böyle bir batağa sürüklenme sürecimize tanık edecektik almanya'daki iki kızı. kuşkusuz çok eğlenceli olacaktı.

işte ben izmit'in sıcağında baydığım zamanlarda esra'ya bu minvalde mektuplar yazıp durdum. ne hikayeler - izmit'te "mal" bulamadığım için istanbul'a gitmeye çalışıyorum ama para da yok, evdekilere de çaktırmamak lazım, ama kriz de geliyor kardeşim, çok kötüyüm vs. esra'dan gelen cevaplar beni öldürüyordu - berbat bir krizi anlattığım mektubun ardından, giriş paragrafında "cem uyuşturucu çok kötü birşey, bırakman lazım" diyor, ikinci paragrafta saçlarını nasıl kestirdiğini anlatmaya başlıyordu.

fakat hesaba katmadığım birşey vardı (hep olur): ben esra'ya yazdığım mektupları önce müsvedde olarak yazıp sonra temize çekiyor, öyle yolluyordum; müsveddeleriyse banyoda yakmak yerine, masamın en kolay açılan çekmecesinin en üstüne koyuyordum. kaza geliyorum diyor, ben duymuyordum.

bir gün akşamüstü saatlerinde annem odama geldi, "salona gelsene, kahve yaptım, içelim," dedi. bizim böyle birlikte kahve içmek gibi bir ritüelimiz yoktu, nerden çıkmıştı, zaten gitar çalıyordum - "kahveleri koydum, gel," dedi annem. sesinin tınısındaki tuhaflık, beni yerimden kaldırdı, offlayarak salona gittim. annemin kaşı gözü oynuyordu, ama meselenin ne olabileceğine dair en ufak bir sezim yoktu. geleneksel "babanla ben, senin ve kardeşlerinin arkadaşıyız" girişini, bazı ağız yoklamaları izledi. sonuç çıkmayınca "esralar da istanbul'a geliyormuş," dedi annem, "aa, gidecek miyiz görmeye?" diye sorduğumdaysa kesin bir "hayır" cevabı aldım. "eh ben giderim bir otelde kalırım bir iki gün," dedim - ki böyle birşey yapmışlığım da yoktu o güne kadar. "bakalım mine teyzen isteyecek mi esra'yı görmeni?" dedi annem, gözlerinde yaşlarla. niye istemesindi ki, doğduğumuzdan beri arkadaştık esra'yla, aileler de öyle.

sonra mesele anlaşıldı tabii: mine teyze, esra'nın annesi yani, esra'ya yazdığım mektupları okumuş, anneme mektup yazmış, annem de benim yazdığım mektupları bulmuş, ne yapacağını şaşırmıştı (her tarafımız mektuptu o günlerde). babama da birşey söylememişti üzülmesin diye, ama eczane eczane dolaşıp "bir arkadaşımın oğlu" mizanseniyle, uyuşturucu bağımlılığına karşı ne yapılabileceğini öğrenmeye çalışmıştı. sonunda sinirleri bu durumu daha fazla kaldıramayınca, son çare olarak bana neskafe yapmayı akıl etmişti.

uyuşturucu filan kullanmadığıma, bunların hepsinin şimdi iyice kötü görünmeye başlayan bir şaka olduğuna, erdoğan'la böyle bir mavra tezgahladığımıza annemi inandırmam, beklediğimden çok daha uzun sürdü. ben ki aspirin bile kullanmazdım, annemi "hap" kullanmadığıma ikna edemedim bir türlü. sonra biraz biraz inanır gibi olduğunda da, "siz salak mısınız, okulun haberi olsa sizi atarlar, geleceğinizle oynuyorsunuz" hattından giderek iyice sinirlendi. "peki", dedim, "sen oğlunu hiç mi tanımıyorsun, nasıl ihtimal veriyorsun böyle birşeye, bütün gün gözünün önündeyim üstelik?" verdiği cevap, bir sanat kariyerinin devamlılığı ilkesini açıkça ortaya koyması açısından ibretlikti: "e sen de orta üçte keş rolüne çıkmıştın." keşanlı ali'deki bütün fotoğraflarımı yırtıp atmış olduğunu da ekledi tabii.

bunun doğru olmadığını yıllar sonra öğrendim - bir gün evin dolaplarını karıştırırken (en sevdiğim aktivitelerden biriydi, genetikmiş demek ki) o fotoğrafların hepsini buldum. anne yüreği işte - yine de kıyamamıştı oğlunun keş fotoğraflarını atmaya.



7.10.11

nasıl çevirmen oldum

bundan yirmi beş yıl önceydi. lise kütüphanesinde woody allen'ın üç kitabını bulmuş, üçünü de birkaç kez, altıma işeyerek okumuş, günlük konuşmalarımda woody allen gibi espri yapmaya çalışmaya sardırmış durumdaydım. sonra bu komiklikleri memleketim insanıyla paylaşmak zorunda olduğuma kanaat getirdim, fakat allen'ın çevrilemez olduğundan da hiçbir şüphem yoktu. yine de kasvetli bir sonbahar akşamı, küçük daktilomu çıkardım, without feathers'ı masaya koydum ve başladım denemeye. tabii o zamanlar internet, google vs yoktu, "oldsmobile" ya da "white westinghouse" nedir diye lisedeki sevgili ingilizce öğretmenim john heaney'nin başını ağrıtıyordum. 1987'de gergedan ilk öykümü yayımlamaya karar verdiğinde, dergi yönetimine bu çeviriden de söz ettim, "getir bir iki parça da bakalım" dediler, götürdüm. "ayaklanma kılavuzu" haziran 1987'de yayımlandı. ilk çevirimdi yayımlanan. o gün bugündür çeviriyorum.

yandaki fotoğraf ve aşağıdaki çeviri, o günlerin anısına gelsin öyleyse.



Ayaklanma ve Protestolar için Kısa Fakat Yararlı Bir Kılavuz
Woody Allen

Bir devrimi gerçekleştirebilmek için iki şeye gerek vardır: ayaklanmaya hedef olacak kişi veya şeyler ve ortaya çıkıp da ayaklanmakla uğraşacak birisi. Genellikle belirli bir giysi zorunluluğu yoktur, günlük giysilerle devrim yapılabilir. İki taraf da yer ve zamanı seçmekte özgürdür, ancak taraflardan biri kararlaştırılan saatte gelmezse devrim girişimi genellikle yatar. 1650’deki Çin Devrimi sırasında taraflardan hiçbiri gelmediğinden, salon için yatırılan depozit de boşa gitmişti.
Kendilerine karşı ayaklanılan kişi veya partilere “baskıcılar” adı verilir; bunları ayırdetmek oldukça kolaydır çünkü en büyük şamatayı bu “baskıcılar” yapar. Genellikle takım elbise giyerler, geniş arazileri vardır ve gecenin bir yarısı bangır bangır radyo dinlediklerinde kimse onlara kızmaz. Görevleri status quo’yu korumaktır; bu, herşeyin olduğu gibi kaldığı bir durumdur ama bazen iki yılda bir badana yapmayı kabul ettikleri olur.
“Baskıcılar” otorite ve disiplini fazla arttırırlarsa ortaya “polis devleti” çıkar; burada her türlü muhalefet yasaktır. Bunun yanı sıra kikirdemeye, papyon takmaya ve belediye başkanını “şişko” diye çağırmaya da izin verilmez. Bireysel özgürlükler büyük ölçüde kısıtlanmıştır, konuşma özgürlüğünün adı bile geçmez, ancak playback yapılabilir. Hükümete yönelik eleştiri yapmak, özellikle hükümet üyelerinin dans etmedeki becerilerini eleştirmek yasaktır. Basın özgürlüğü de kısıtlanmıştır; yönetimdeki parti haberleri “idare eder”, halkın yalnızca onaylanan politik görüşleri ve kargaşa çıkarmayacak maç sonuçlarını öğrenmesine izin verilir.
Ayaklanma çıkaran gruplara “ezilenler” adı verilir, genellikle sürüler halinde etrafta dolaşıp başlarının ağrıdığından yakınırlar. (Burada şunu da belirtmek gerekir ki, baskıcılar hiçbir zaman ayaklanıp ezilenler haline gelmeye kalkışmazlar, çünkü bu iç çamaşırlarını değiştirmelerini gerektirir.)

Bazı Ünlü Devrimler
Fransız Devrimi: Köylülerin zor kullanarak yönetimi ele geçirdiği ve hemen sarayın bütün kilitlerinin değiştirildiği, böylece soyluların uzun bir süre yeniden saraya giremediği devrim. Sarayı ele geçiren köylüler büyük bir parti verip karınlarını tıka basa doyururdular. Soylular yeniden saraya girmeyi başardığındaysa etrafı temizlemek zorunda bırakıldı – her yer yağ lekesi ve sigara yanığı içindeydi.
Rus Devrimi: Uzun süre kısık ateşte pişen bu devrim, serfler, Çar ve tsar’ın aynı kişi olduğunu anlayınca patlak verdi.
Gözardı edilmemesi gereken bir nokta, devrim tamamlandıktan sonra “ezilenler”in birden “baskıcılar” gibi davranmaya başladıklarıdır. Tabii bu durumda onlara telefonla ulaşmak olanaksızlaşır; onun için siz en iyisi ayaklanma sırasında ödünç verdiğiniz sigara ve çikletleri unutun.

Protesto Yöntemleri
Açlık Grevi: Haksızlığa uğrayan kişi ya da kişiler, istekleri yerine getirilinceye kadar yemek yemezler. Sinsi politikacılar, grevcilerin kolaylıkla uzanabileceği bir uzaklığa bisküi ya da peynir koyma yoluna gitse de, kişinin nefsine hakim olması gerekir. Eğer yönetimdeki parti, açlık grevi yapanlara birşeyler yedirebilmeyi başarırsa, ayaklanma kolaylıkla bastırılır. Eğer hem yemek yemeyi hem de hesabı ödetmeyi başarırlarsa kesin kazanmışlar demektir. Pakistan’da hükümet bir açlık grevini kırmak için grevcilere gerçekten enfes dana cordon bleu sunmuş, halk da bunu reddedememiştir; ancak böylesine kaliteli yemeklere açlık grevi tarihinde pek sık rastlanmaz.
Açlık grevinin en kötü yanlarından biri, insanın birkaç gün sonra epey acıkması ve grevi kırmak için tutulan hoparlörlü araçların, “mmm, tavuk nefis olmuş... şapırt – tam ağzıma layık... mmmmm... bezelyeler de harika” şeklinde yayın yaparak grevcilerin önünden geçmesidir.
Açlık grevinin, o kadar radikal olmayan politik görüşler için uyarlanmış hali, soğan yememe eylemidir. Bu küçük eylem, doğru kullanıldığında hükümetleri büyük ölçüde etkileyebilir. Mahatma Gandhi’nin salatasını karıştırmadan yemekte ısrar etmesi karşısında bu utanç verici duruma daha fazla dayanamayan İngilizlerin pek çok ödün verdiği hala hatırlardadır. Yiyecek dışında vazgeçilebilecek şeyler: vist oynamak, gülümsemek, tek ayak üstünde turna taklidi yapmak.
Oturma Grevi: Belirlenen yere gidin ve oturun, ama tamamen oturun yoksa yalnızca çömelmiş olursunuz ve eğer hükümet de çömelmiş durumda değilse bunun hiçbir politik yararı olmaz. (Hükümetlerin çömelmeleri pek az görülen bir durumdur, ama soğuk havalarda bazen büzüşerek otururlar.) Bu grev türündeki püf noktası, istenen ödünler koparılana kadar kalkmamaktır, ama açlık grevinde olduğu gibi hükümet, sinsice yolarla grevi kırmaya çalışacaktır. “Evet beyler, herkes kalksın, kapatıyoruz,” ya da “Bir saniye kalkabilir miydiniz, boyunuzun ne kadar uzun olduğunu görmek istiyorduk da,” diyebilirler.
Gösteri ve Yürüyüşler: Bir gösterideki en önemli nokta, gösterinin görülür olmasıdır. “Gösteri” terimi de zaten buradan kaynaklanmaktadır. Eğer bir kişi evinde kendi kendine gösteri yapmaya kalkarsa, teknik açıdan bu bir gösteri değil, “salakça davranmak” ya da “götlük etmek”tir.
Boston Çay Partisi, gösterilere iyi bir örnek oluşturur: Kızılderili kılığına girmiş kızgın Amerikalılar, İngiliz çayını denize döker. Sonra Amerikalı kılığındaki Kızılderililer, İngilizleri denize döker. Bunun ardından, çay kılığına girmiş İngilizler, birbirlerini denize döker. En sonunda da “Troya Kadınları”ndaki kostümlere bürünmüş Alman tüccarlar, ortada belirli bir neden yokken suya atlar.
Gösteri yaparken, amacı belirten pankartlar taşımak her zaman yararlıdır. Önerilebilecek bazı amaçlar: 1)Vergileri azaltın, 2)Vergileri arttırın, 3)Araplara sırıtmaktan vazgeçin.

Diğer Protesto Yöntemleri
Vilayet Binası’nın önünde durup, isteklerinizi kabul ettirinceye kadar “muhallebi” sözcüğünü yinelemek.
Alışveriş merkezine bir koyun sürüsüyle dalıp trafiği altüst etmek.
Yönetim üyelerine telefon edip “Bess, You is My Woman Now” adlı şarkıyı söylemek.
Polis üniforması giyip sokaklarda sekerek dolaşmak.
Enginar numarası yapıp sokaktan geçenlere yumruk atmak.