25.2.12

inanç okulları, kadın imamlar

eğitimin "sil baştan" dönemi hazır bir kez daha gelmişken, eğitim ve din konusunda yine tüyler havada uçuşuyorken, kaosa ufak bir katkı da ben yapayım:

dindar ailelerin çocuklarını yollamayı tercih edebileceği özel okul statüsündeki "inanç okulları"nın serbest bırakılmasını, bu okulların milli eğitim bakanlığı'na bağlı olmasını, milli eğitimin 12 yıllık standart müfredatının buralarda eksiksiz okutulmasını, üstüne ek olarak din derslerinin daha geniş çerçevede ama mutlaka seçmeli olarak verilmesini, ayrıca dünya dinlerinin de bu çerçevede öğretilmesini istiyorum. bilim ağırlıklı bir öğrenime yönelen ve fen lisesinde okuyan çocuklar nasıl mecburen fizik öğretmeni olmuyorsa, dindar bir ortamda öğrenim görmek isteyen çocuklar da inanç okullarına gidebilsin, bu onların mesleklerini (yalandan bile olsa) belirlemesin istiyorum.  

inanç okulları dışındaki ilk ve orta öğretim okullarında din derslerinin yine seçmeli din kültürü dersi olmasını, buna karşın ahlak dersinin ayrılarak her kademede zorunlu olmasını, ahlakın dünya dinlerinden gelen temellerinin dışında seküler temellerinin de tartışarak, yorum gücü geliştirmeyi hedefleyerek ve günlük yaşamı ele alarak verilmesini istiyorum.   

diyanet işleri başkanlığı kapatılana dek, imam hatip lisesi sayısının, gerçek memur ihtiyacına göre belirlenmesini ve geri kalanların kapatılmasını, mezun kadınların da imam ve hatip olarak görevlendirilmesini istiyorum. 

"imam hatip ortaokulu" gibi birşeyin olmamasını, hiçbir meslek okulunun ortaokul düzeyinden başlamamasını, meslek liselerinin de, 12 yıllık zorunlu eğitimin parçası olacak standart lise eğitiminin önemli bir kısmını, meslek eğitiminin yanı sıra vermesini istiyorum. 
  

16.2.12

yaratıcı yazarların sinsi yayılışı

Herşey 1950’lerde Iowa’da başladı – daha önce de yazı atölyeleri vardı, özellikle de Amerika’da vardı, ama ilk kez geçtiğimiz yüzyılın ortalarında yaygınlık ve -Flannery O’Connor çıkıp “Ben Iowa Writers Worshop mezunuyum” dedikten sonra- saygınlık kazandılar. 1970’lerdeyse “yaratıcı yazarlık” patladı; son otuz yıldır, bazı iniş-çıkışları olsa da, aynı hızla devam ediyor.

Anlaşılmaz birşey mi, değil: ifade özgürlüğü denen şey, tüketici hakları denen şeyle birleştiğinde, ortaya oldukça eşitlikçi bir üretim potansiyeli çıkıyor; hele bir de bu işi “okulunda” öğrenecekse yazar, onu tutmak iyice zorlaşıyor. Üniversiteler özel bölümler açıyor, master ve doktora dereceleri veriyor; yazar adaylarını çekmek için bu “yaratıcı yazarlık” bölümlerinde hem ünlü, hem deneyimli yazarlarla tanışacakları, yalnızca yazmayı öğrenmekle kalmayıp kendilerine bir yazarlık kariyeri de oluşturabilecekleri söyleniyor. Bu bölümlerde okuyan öğrencilerin yapıtlarını yayımlayabilecekleri özel dergiler çıkıyor; onların hevesinden yararlanan yarışmalar düzenleniyor, antolojiler üretiliyor.

Ama beni burada ilgilendiren, “yaratıcı yazarlık” sektörünün işleyişi ve ekonomiye katkısı değil tam olarak. Yalnızca Amerika’yla sınırlı kalsa, konuyu belki açmazdım bile. Ama bugün yaratıcı yazarlık atölyeleri, dersleri ve okulları Amerika ve İngiltere dışında Kore’de, Çin’de, Filipinler’de, Avustralya’da, Kanada’da, Avrupa’da, Güney Amerika’da, İsrail’de kendini kabul ettirmiş durumda. Türkiye de geri kalmıyor: akademi içinde ve dışında açılmış benzer programlar bizde de var; sayılarının artmasını haklı gösterecek bir talep de var.

Bir üniversitede dönem dönem benzer bir ders açtığım için, kendi yaptığım işe yönelik bir kaygı tonunu da sesime katarak şunu söylemek istiyorum: “yaratıcı yazarlık” öğreniminin etkisi, son otuz yılın yazınsal üretiminde gittikçe artan bir şekilde görülebiliyor ve bunun tümüyle iyi bir şey olduğundan emin değilim.

Hem içerik, hem de biçemle ilgili bir etkiden söz ediyorum. İlki, “ben edebiyatı” olarak özetlenebilir. Bireysel yaşantıların her alanda öne çıkışını ve bireyselliğin yükselişini “yaratıcı yazarlık” furyasına bağlayacak kadar ileri gitmeyeceğim, ama bu atölyelerde, katılımcılara en çok yaptırılan “egzersiz”lerin, kendileriyle ilgili, kişisel deneyimlerinden kaynaklanan birşeyler yazmaya dayandığını da unutmamak gerek. Bu da doğal: bu çalışmalara katılanların önemli bir kısmı, “tam zamanlı yazar” olmayı hedeflediklerinden değil, kendilerini ifade edebilecekleri bir ortamda bulunmak istedikleri için (yani bir tür terapi için) oradalar. Yazma ediminin teknik yönleriyle ilgili bazı yetiler kazandırmayı amaçladığı varsayılabilecek yazı atölyelerinde bile, kişinin en iyi bildiği şeyi yazarak işe başlaması isteniyor, çünkü böylece tekniğe odaklanması kolaylaşıyor. Doksan kuşağı dünya yazarları arasında “ben edebiyatı” yapanların ne kadar çok olduğuna bir bakın.

Karşısındakine ulaşmayı temel alan bir etkinliğin bu denli kendine dönük bir hale gelmesinde bir ironi var sanırım. Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.

İkincisi, betimlemeye verilen ağırlık ve betimlemenin aldığı biçimler. Yazı atölyelerinde öğretilmesi en zor şeylerden birinin diyalog olduğu söylenir (ki buna ben de katılıyorum); buna karşın öğretmesi en kolay olanı betimlemedir. Kişi ve çevre betimlemesi yapılması gerektiğini, bunun da ilk ağızda göze çarpmayan ayrıntılar vererek, hoş ve ilginç benzetmeler yaparak yapılabileceğini “öğrenen” yaratıcı yazar, işin sırrını nihayet çözmüş gibi büyük bir şevkle, betim betim geliyor. Yine 90’larda ve 2000’li yıllarda yazmaya başlamış yazarların önemli bir kısmında bu dersin izlerini görmüyor musunuz siz de? Sıfat ve zarfların ilginç kılınma biçimi bile benzeşiyor bana kalırsa.

Bu söylediklerim, yine basit bir ironiye uzanıyor elbette: hani “yaratıcı” olacaktık? Bu atölyelerde kaç kişiye ne öğretilirse öğretilsin, her zaman “daha yaratıcı” olanlar çıkacaktır; yaratıcılık ancak göreceli bir biçimde tanımlanabilir. Kaldı ki yaratıcı yazmayı, iyi yazmakla bir saymak saflık olur. Gerçeği, yalnızca gerçeği yazacağına yemin ederek yola çıkmış bir yazarı, yaratıcı olmaya yemin etmiş birine her gün yeğ tutarım. Söz konusu gerçeği, yalnızca kendi ufak gerçeği olarak tanımlamamış olmasını içtenlikle dilerim; bir de bu gerçeği, dışsal öğelerle süslemeden, kendi süsüyle anlatabildiğini umarım, çekinerek.

Bunu yapabilen yazarlara rastladım; bunu öğretebilene, ya da başkasından öğrenmiş olanına rastlamadım.

Mesele, Sayı 2

12.2.12

e-kitap ve fonksiyonlar

E-kitap, yayıncılık dünyasının kafesini zangırdatıyor, asabını bozuyor. Yayıncılar ne olacak, dağıtımcılar ne olacak, kitapçılar ne olacak, elektronik kitap okuyucular ne olacak, telif hakları ne olacak, korsan ne olacak – ortada bir yığın belirsizlik var, herkes bir ucundan geleceği öngörmeye, bazılarıysa geleceğin gelmeyeceğine güvenerek hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyor. Ama kafes zangırdamayı sürdürüyor. Bu gürültü içinde biraz geri çekilmekte, temel ilişki ve fonksiyonların ne olduğuna ve nasıl bir değişim sürecine girdiğine odaklanmakta yarar var; önümüzdeki 10, 20, 50 yılın ne gibi olanaklar ve seçenekler barındırabileceğini görmek ve seçimimizi şimdiden yapıp sonucu etkilemeye çalışmak için.

Yazar 
Yazar kimliğinin bir süreden beri değiştiğini hissediyoruz – bundan 100 yıl öncesinin yazarlarıyla bugünküler farklı, ama sanki 40 yıl öncesinin yazarlarından da farklı bu yeni yazarlar. Nedir değişen? Foucault 1969 tarihli ve “Yazar Nedir?” adlı konferansında “yazar fonksiyonu”nu tanımlamış, “bir toplumda belirli söylemlerin varolma, dolaşıma girme ve işleme biçimlerini belirler” demişti. Foucault’ya göre yazar fonksiyonu sınırlayıcı bir fonksiyondu; olabilecekler arasından olacak olanı seçmesiyle, belirlemesiyle sınırlayıcıydı. Toplum değiştiğinde yazar fonksiyonu da değişiyor, ama sınırlayıcı olmayı sürdürüyordu. 1969’da yazar fonksiyonu, şu soruların yanıtını veriyordu: Kim konuştu? Gerçekten o mu? Özgün mü? Hangi derin gerçeği ifade etti? Fonksiyon değiştiğindeyse şu soruları yanıtlamaya başlayacaktı: Bu söylemin varoluş biçimleri ne? Nerede kullanılmış, nasıl dolaşıma girmiş, kim sahiplenmiş? Özneler için hangi yerleri açıyor? Bu özne fonksiyonlarını kim üstleniyor? Kimin konuştuğunun ne önemi var?

 Bugün okunduğunda, kehanet derecesinde günümüzü tarif ettiği söylenebilir Foucault’nun – bu sorular, twitter ve blog kültürünün tanımı neredeyse. Bu soruların işaret ettiği yazar fonksiyonu, bir metin yaratıcısından çok bir metin üreticisi ve dağıtımcısını gündeme getiriyor; seçki/kolaj/antoloji yapan insan, bunları yeniden paketleyip dolaşıma sokan insan; özgün metin yaratan insan değil illa. Bunda sanatların herhalde en muhafazakarı olan edebiyatın da kabuk değiştirmeye başlamasının rolü var: müzikte, resimde, fotoğrafta vs çoktan olduğu gibi edebiyatta da “sanat” popülerleşiyor, yaygınlaşıyor, idiom’u bir anlamda kolaylaşıyor ve üretim araçları kitlelerin eline geçiyor; kitleler de işin içine kitlesel beğeniyi sokuyor. Müzikten pay biçmek gerekirse: bugün bir müzisyen, örneğin Mozart’ın kompozisyon bilgisine, çalgı hakimiyetine sahip olmak zorunda değil, prestijli konser salonlarını doldurmak zorunda değil, büyük plak şirketlerinin beğenisini kazanmak zorunda değil. Gitarda üç akor basmayı öğrenen, bir buçuk oktav sesi olan, detone olmaktan gocunmayan pek çok kişi, youtube’a bir şarkı klibi koyarak müzisyen olabiliyor, bunların arasından müzik şirketleriyle kontrat yapan, konser salonlarını hıncahınç dolduranlar da çıkıyor ayrıca. Bugün 30-50 yaşında olan bir klasik müzik bestecisi adı verebilecek kaç kişi tanıyorsunuz? Müziğin geçirdiği bu dönüşümü edebiyat da geçirecek; “edebi metin” de, “edebiyat yazarı” da bambaşka şeyler haline gelecek. Bu dönüşüm elbette çoktan başladı, Türkiye’de bile başladı; e-kitap sayesinde hızlanacak.

Okur
Okurun önceliği, metne ulaşmaktır. Geçmişte metne ulaşımın kolay ve ucuz/bedava yollarını arayan okur, kütüphanelere, kitap paylaşım kulüplerine üye oluyor, kitleler için yüz binlerce basılan ucuz karton kapak kitapları (“paperback”) bekliyor, fotokopi çekiyordu. Yarın da dijital metne en kolay ve en ucuz yoldan ulaşmanın yolunu arayacak ve bulacaktır. Bu nedenle tüm dünyada yayıncıların e-kitaplarını dijital hak yönetimi (digital rights management) sistemleriyle şifrelendirmeye, dolayısıyla da paylaşılmasını engellemeye çalışması, bir dönem müzik endüstrisinin CD’leri şifrelemeye çalışması kadar anlamsız. Dijital içerik üretiyorsanız, rakibiniz her zaman için bedava dijital içeriktir, çünkü “kullanıcı”, bu içeriği bedava elde etmenin yolunu eninde sonunda bulur. E-kitap, okurun içeriğe ulaşma ve saklama biçimini de kökünden değiştiriyor bilindiği gibi. İstediği kitabı e-kitap okuyucusuyla doğrudan internete bağlanarak neredeyse anında indirip okumaya başlamak, binlerce kitabı ufacık bir cihazın içinde yanında dolaştırmak okurlar için artık mümkün – bunun karşısında “kağıt kokusu”yla durmak çok zor. Bunu engelleyebileceğini sananlar var elbette; müzik endüstrisi de aynı yanılgıya düşmüş, CD satmakta ve pahalı satmakta direnmiş, sonunda da pahalı bir ders almıştı. Yine müzikten pay biçersek: müzik endüstrisi, çeşitli acılardan sonra şöyle bir yöntemi denemeye başladı: bir yandan albümleri dijital olarak, tek tek parçalar halinde mp3 formatında internet üzerinden satmaya başladılar, bir yandan da bir tür kütüphane aboneliği sistemini uygulamaya soktular: aylık sabit (ve makul) bir ücret karşılığında üyeler, diledikleri kadar parçanın mp3 dosyasını indirebiliyor. Benzer bir uygulamanın okurlara yönelik olarak da geliştirileceğine dair işaretler şimdiden var. Bu uygulamada telif gelirlerinin nasıl dağıtılacağı konusunda da epeyce bir deneyim kazanılmış durumda.

Öte yandan, metnin biçimine önem veren de azımsanmayacak sayıda okur var; bunlar ciltli (“hardcover”) kitaplara, özel baskılara sahip olmayı seviyor, bunları takip ediyor. Bu okurlar yok olmayacağına göre, onlara hizmet sunacaklar da olmayı sürdürecektir.

Aracılar 
Herşeyin ekonomi olduğu dünyamızda, bu konunun da en ilgi çeken kısmı, işin “endüstri” kısmı – kimin para kazanacağı, kimin kaybedeceği. Ama aracıların kim olduğuna ve nasıl para kazanacağına bakmadan önce, fonksiyonlarına bakalım: temel fonksiyonları, metni yazardan alıp okura ulaştırmak. Gelişmeler, burada bir kısa devre eğilimi olduğunu, yazarların doğrudan okura ulaşma fırsatına kavuştuğunu gösteriyor. Yazarlar, çeşitli “gerilla taktikleri”yle kendi metinlerinin editörlüğünü yapıyor (ya da arkadaşlarına yaptırıyor, bağımsız editörlerden hizmet alıyor), kapak tasarımını kendi hallediyor, internet üzerinden “print-on-demand” (talep üzerine baskı”) ya da e-kitap olarak yayımlıyor, tanıtımını da twitter, facebook, blog gibi yöntemlerle bizzat gerçekleştiriyor. Bu aşamaların hiçbirinde sorun yok artık: okurların daha profesyonel editörlük talebi yok ya da giderek azalıyor, yazarın kendi dijital kamerasıyla çektiği ve kapakta kullandığı fotoğrafı zaten facebook’ta daha önce “like etmişler”, yazarı da bloğundan takip ediyorlar ve zaten kitap tanıtım eklerinin, edebiyat dergilerinin vs yüzüne bile bakmıyorlar.

Yine de, bu bir gerilla yöntemi; ana akımın bu yöntemi benimsemesi için daha epeyce zaman olduğu söylenebilir, dolayısıyla da aracıların varlığının süreceği ama elbette dönüşeceği anlaşılıyor. Bunu da görüyoruz zaten: dünyanın en büyük yayınevlerinden Pelican, kendilerine başvuran her yazarın kitabını makul bir ücret karşılığında (ve başka bir marka altında) e-kitap olarak yayımlayacağını duyurdu geçenlerde. Dünyanın en büyük iki kitapçısı Amazon ve Barnes&Noble, hem kağıt baskılı, hem de elektronik kitap yayıncılığına başladı. Konvansiyonel kitapevi zincirleri, mahalle kitapçılarını öldürerek gelmişlerdi bugünkü konumlarına; şimdi onları internet kitapçıları öldürüyor. İnternet kitapçıları içinse rekabet pek yakında uluslararası boyutta gerçekleşecek: İdefix ya da Kitapyurdu, Amazon’la boy ölçüşmek zorunda kalacak, çünkü e-kitaplar, kağıttan kitapların getirdiği stok ve nakliye zorluklarını tümüyle ortadan kaldırıyor, yani bir Amazon, bütün dünya dillerinde bütün dünyaya kitap satmaya yetebilir (vergi ve copyright meseleleri çözülürse tabii).

Yayınevleri de Amazon’la boy ölçüşmek zorunda kalmaya başladı zaten – Amazon şimdiden onlardan yazar çalmaya başladı; üstelik e-kitap satışlarında oligopolistik bir durum söz konusu olduğu için, yayınevleri e-kitaplarını satmakta yine Amazon’a mahkum. Yayınevleri açısından gelecekteki fonksiyonları, ağırlıklı olarak editörlük, tasarım ve tanıtım hizmetleri vermek olacaktır diyebiliriz; büyük bazı yayınevleri eskisi gibi devam edecektir, küçük bazı yayınevleri de seçkin ve “butik” yayıncılık anlayışıyla varlıklarını sürdürebilecektir, ama ortadaki yayınevlerinin çoğu ya kapanacak, ya da o güne kadar kendi kitapları ve kendi yazarları için yaptıkları işleri birer hizmet kalemi olarak tüm kitaplara, tüm yazarlara sunmaya başlayacak; bunu iş edinen pek çok yeni “yayın hizmetleri şirketi” de kurulacak. Bir yandan da e-yayınevleri ortaya çıkacak: kitapları yalnızca e-kitap olarak yayımlayan, bunları doğrudan kendi sitesinden satan, yani hem yayınevi, hem matbaa, hem kitapçı, hem de dağıtımcı fonksiyonunu üstlenen yayınevleri. Bu yayınevlerine daha geniş anlamıyla “içerik sunucu” demek gerekir – satacakları şey daha geniş tanımlı bir ürün olacağı için (bkz. aşağıda “Metin”).

Kitapçılar da tümden yok olmayacaktır herhalde, ama onların da “fiziksel kitap” edinmek isteyen okurlara bu aracılık hizmetini yepyeni yollarla sunmaya başlayacağı söylenebilir. Stok maliyetini sıfıra yaklaştırmak, kitabı nesne olarak okurun istekleri doğrultusunda, kişiselleştirilmiş olarak orada ve hemen üretmek teknik olarak neredeyse mümkün artık. Yayınevinin online satış sitesinden kitabı satın alıp “print-on-demand” tekniğiyle, okurun dilediği boyutlarda ve kalitede basan kitapçıları herhalde göreceğiz. Bunu bizzat yapan yayınevlerini de göreceğiz, böylece tarih ilginç bir biçimde tekerrür etmiş olacak: eskiden kitapçılar zaten yayınevi, yayınevleri de zaten matbaaydı.

Dağıtımcılar, internet üzerinden bir sistem kurmakta geciktikleri her gün, bir çivi daha çakıyorlar tabutlarına, ama şimdilik onlar da tümüyle yok olacak değil. Gelecekte onların fonksiyonu, büyük olasılıkla tek bir aracı tarafından üstlenilmeyecek, diğer aracılar tarafından paylaşılacak; ya da dağıtımcılar, diğer aracıların fonksiyonlarından bazılarını da bünyelerine katıp başka bir şey haline gelecek.

Metin
E-kitap konusu tartışılırken en az konuşulan konu, metnin kendisi oluyor; konuşulduğunda da artık geride kalmış örnekler üzerinden (Umberto Eco’nun “yatakta bilgisayardan kitap okunmaz” demesi gibi) konuşuluyor. Burada metni, “kitap”tan ayrıştırıyorum; kitap yalnızca o metnin nasıl taşındığına ilişkin bir format çünkü. Bu formatın şu anki yeni halleri –e-kitap okuyucular, tabletler vs- geçici olabilir (tıpkı CD’ler gibi), ama bir özellikleri belirleyici: dijital olmaları. Dijital oldukları için diğer dijital yaratımlarla –resim, müzik video, animasyon, oyun vs- birleşebilecekler (bu bugün de mümkün elbette, bloğu olan herkesin bildiği gibi; kitapta kullanıldığını pek görmemiş olmamızın tek nedeni, yayınevlerinin bunu ticari bir meta haline getirmeyi bugüne dek başaramamış olmasıydı; artık o sorun da ortadan kalktı!), metin yalnızca metin olmaktan daha çok çıkacak; en basitinden, ses kaydı olarak satılan (“audio”) kitaplar, yazılı metinle kolayca birleşecek, aynı e-kitap dosyası içinde hem metin, hem de seslendirmesi (hatta çevirisi) yer alabilecek. Yine dijital oldukları için, diğer dijital metinlerle de kesintisiz bir uzam oluşturacaklar ve yepyeni okuma pratiklerine imkan verecekler: 10,000 e-kitaplık bir kütüphanesi olan biri, diyelim ki “adalet” sözcüğünü bütün kitaplarında aratıp bu alıntıları peşpeşe okuyabilecek, hatta dilerse böyle bir antoloji yapıp e-kitap olarak yayımlayabilecek.

Metnin başına gelecek bir başka değişiklik, okurun okuma pratiğini ilgilendiriyor: sayfanın yok oluşu. Metnin kullanımını kişiselleştiren cihazlar, haliyle metnin standart sunumunu da ortadan kaldırmış oluyor; e-kitap okuyucunuzda metnin satır aralığını, puntosunu, hatta fontunu değiştirebiliyorsunuz, nasıl görmek isterseniz öyle görüyorsunuz metni. Dolayısıyla “sayfa hafızası” denen şey gidiyor. Ama buna da ne kadar üzülmek gerekir bilemiyorum.

Kitap 
Kitabın fiyatı ve bunun nasıl bölüştürüleceği konusu, tahmin edilebileceği gibi çok tartışmalı. Şu anda Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye, e-kitaba kitap değil, elektronik hizmet muamelesi yapıyor, bu nedenle de indirimli kitap KDV’si değil, en yüksek KDV uygulanıyor (İngiltere’de kitap için KDV sıfır, e-kitap için %17.5; Türkiye’de bu rakamlar %8 ve %18). Burada aslında önemli bir yatırım çekme fırsatı var: elektronik hizmetler, sunulduğu ülkelerde vergilendiriliyorlar, tüketildikleri ülkelerde değil; yani Türkiye’de yaşayan biri amazon.de’den e-kitap aldığı zaman, vergisi Almanya’da ödeniyor, Türkiye’de değil. E-kitap satıcıları, haliyle vergi yükümlülüğünün en düşük olduğu yerlerde kurmak istiyorlar hizmet sunucularını; Türkiye’de e-kitap KDV’sinin basılı kitap düzeyine, yani %8’e çekilmesi bile uluslararası boyutta sonuçlar doğuracak bir değişiklik olur.

E-kitap fiyatları, yayıncılık endüstrisi tarafından, basılı kitapların biraz altında tutuluyor genelde, okuyucuları bu yeni formata çekmek için. Yazarlar basılı kitaptan %10-15 telif alırken, e-kitaptan %30-40 telif istiyor. Üretim maliyetleri sıfıra yakın, stok maliyeti ve iade hiç yok, ama yayınevleri henüz e-kitapların gerçek maliyetini hesaplamayı ve gerçekçi fiyatlandırma yapmayı başarmış değil. Bunun temel nedeni, hesaplarını eski model üzerinden yapmaları ve karlılıklarının düşmemesini nasıl sağlayacaklarını henüz belirleyememiş olmaları, çünkü e-kitap satışları hızla artıyor olsa da ana gelir kaynağı olması için 5-10 yıl var. Bazı yayıncıların e-kitaba ciddi olarak muhalefet etmelerinin nedeni de bu. Türkiye gibi, e-kitabın da, e-kitap okuyucuların da yeterince yaygınlaşmadığı, çeşitlenmediği ve fiyatının düşmediği ülkelerde bunun üzerine bir iş modeli kurmanın zorluğu ortada.

Sonuç
Önümüzdeki 10 yıl içinde herşey olabilir: basılı kitap düzeninin sermaye merkezli bir benzeri, e-kitap için kurulabilir, ya da yazarın ve okurun hakimiyetinde yepyeni bir düzen kurulabilir. Bunu mümkün kılmanın tek yolu, yazarlarla okurların güç birliği yapması ve cesaretle inisiyatif alması, bağımsızlığı seçmesi. Öncülerin çatısını kuracağı yeni bir düzen, yeterli destek bulursa ciddi bir alternatif haline gelebilir. Gelemezse, bugüne kadarki modelin yeni bir varyantıyla hayat devam eder.

Varlık, Şubat 2012

1.2.12

tekerleksiz bisikletler

yeni öykü kitabı tekerleksiz bisikletler, doğan kitap'tan çıktı.

aşağıda alıntıladığım arka kapak yazısının da belirttiği gibi, 1987'de yayımlanmıştı ilk öyküm, demek ki 25. sanat yılımdayım! bir not daha var o öyküyle bu kitabı birbirine bağlayan: 1986 yazında, bir yandan üniversite sınavına (öys derdik biz) hazırlanırken bir yandan da öykü üzerinde çalışıyordum; bittiğinde haldun taner öykü ödülü'ne göndermeye karar verdim. o yıl ilk kez düzenleniyordu yarışma, tek öyküyle katılınabiliyordu, herhalde binlerce öykü yağacaktı jürinin üstüne, ama ne gam. neyse, sonunda ödülü bana vermediler; murathan mungan, tomris uyar ve nedim gürsel arasında paylaştırdılar, büyük skandal çıktı tabii (bana vermedikleri için değil, üç tanınmış ve birbirine benzemez yazar arasında ufacık ödülü paylaştırdıkları için; tomris uyar ödülü reddetti hatta). ben de öyküyü gergedan'a yolladım, üçüncü sayısında yayımlandı, bu haldun taner meselesi de "tabii ki kazanamadı" ibaresiyle yazar tanıtımında yer aldı.

tekerleksiz bisikletler'i 2011 haldun taner öykü ödülü'ne göndermek geldi aklıma, nereden geldiğini de bilmiyorum, ödül takip etmem, hangi ödüller var onu bile doğru dürüst bilmem, hiçbir kitabı, ödül kazandığı için okuduğum olmamıştır. ayrıca yarışmalardan hoşlanmadım hiçbir zaman, tek olası faydalarının da genç yazarların adlarını duyurmak olduğuna inandım, dolayısıyla göndermezdim normal koşullarda. esra da karşı çıktı, "deli misin, ne işin var?" dedi. lakin, kendimi adı duyulmamış genç bir yazar gibi hissettiğim bir gün, bu hissin geçmesine fırsat vermeden dosyayı ödül sekretaryasına yollayıverdim. tahmin ettiniz: tabii ki kazanamadım.

bu kitabı, hiçbir yarışmaya katılmamış sevgili leyla erbil'e adamak isterdim, ama o çok daha iyi şeylere layık.

kitaba dönecek olursak: bazıları epey eski buradaki öykülerin, bazıları bu kitap için yazıldı. bu toplamı oluştururken aklımdaki fikir, kabaca şöyle bir şeydi: bir öykü, neleri eksiltilirse öykü olmaktan çıkar? dille, olay örgüsüyle, karakterleriyle, betimlemeleriyle, anlamıyla ilgili pek çok unsur var "öykü" dediğimiz şeyin içinde; bunları eksiltmek, onu işlevsiz hale getirir mi, hangi noktada getirir, yoksa bazı eksiltmeler, öyküyü tam tersine kanatlandırır mı? kapak görseli, bu fikri dile getiriyor tabii. 

kitap önümüzdeki ay ku-ko'dan e-kitap olarak da yayımlanacak - meraklısına duyurulur.

arka kapağa geçelim; söz selahattin özpalabıyıklar'ın:

'Cem Akaş (1968), daha ilk öyküsünde ("Gerçeğin Öte Yanında”, 1987) öykü ve romanın “olmuş ya da olabilecek olayları” anlatan yazılar olmadığının, temelde bir dil ve üslup işi olduğunun bilincinde olduğunu kanıtlamıştı. O zamandan beri de öykü, roman, deneme gibi edebiyatın hem kurmaca hem de kurmaca-dışı alanlarında (benzetme yerindeyse) "Calvinogiller” arasında yer alıyor ve bu takımın bütün üyeleri gibi edebiyatta asıl değer yaratanın “söylenen” değil “söylenmeyen, eksik bırakılan” olduğunu okurlara ve eleştirmenlere gösteriyor. 

Cem Akaş’ın Tekerleksiz Bisikletler'de ilk kez kitaplaşan öykülerinin ortak noktası da işte bu: bilinçli "eksiltme’ler içermeleri. Bir öykü kısa eylem cümlelerinden kurulmuş, nerdeyse hiç sıfat ve zarf içermiyor. Bir başkası bir graffiticinin yaşadıklarını ele alıyor, kahramanın hızlı yaşamına uygun olarak cümlelerin son sözcüğü yok. Biri dünyaca tanınmış bir şiirin çok farklı bir kahramanın diliyle, söylemiyle düzyazı olarak yenidenyazımı. Bir başkası bir sınırın iki tarafına geçişlerden oluşuyor: Ama hangi tarafa? Bir öykü, okurun gözünden anlatıldı - tam böyle. Kimi öyküler bilinen roman kahramanlarının “duygu anıları"nı bağışladığı bir kütüphanenin raflarını oluşturuyor. Kimileri “kısa, çok kısa” ama beklenmedik ölçüde yoğun fotoğraf okumaları. Kimi de bir romanın serbest yenidenyazımı... 

Kıssadan hisse: “Bir kitabın adı ‘Tekerleksiz Bisikletler’ olabilir ama kitapta bir kez olsun tekerlekli ya da tekerleksiz bisikletlerden söz edilmeyebilirdi; yine de kitap, ancak bu başlıkla bütünlüğe kavuşabilir, gerçek anlamını bu sayede, gökyüzünde uçan, tekerlekler yerine kanatları olan ve eksik tekerleklerini asla aramayan, hatta tekerleklerin gereksizliğini kanıtlayan bu imge sayesinde kazanabilirdi.” 

Yani: Tekerleksiz Bisikletler'le uçuş serbest!'