Herşey 1950’lerde Iowa’da başladı – daha önce de yazı atölyeleri vardı, özellikle de Amerika’da vardı, ama ilk kez geçtiğimiz yüzyılın ortalarında yaygınlık ve -Flannery O’Connor çıkıp “Ben Iowa Writers Worshop mezunuyum” dedikten sonra- saygınlık kazandılar. 1970’lerdeyse “yaratıcı yazarlık” patladı; son otuz yıldır, bazı iniş-çıkışları olsa da, aynı hızla devam ediyor.
Anlaşılmaz birşey mi, değil: ifade özgürlüğü denen şey, tüketici hakları denen şeyle birleştiğinde, ortaya oldukça eşitlikçi bir üretim potansiyeli çıkıyor; hele bir de bu işi “okulunda” öğrenecekse yazar, onu tutmak iyice zorlaşıyor. Üniversiteler özel bölümler açıyor, master ve doktora dereceleri veriyor; yazar adaylarını çekmek için bu “yaratıcı yazarlık” bölümlerinde hem ünlü, hem deneyimli yazarlarla tanışacakları, yalnızca yazmayı öğrenmekle kalmayıp kendilerine bir yazarlık kariyeri de oluşturabilecekleri söyleniyor. Bu bölümlerde okuyan öğrencilerin yapıtlarını yayımlayabilecekleri özel dergiler çıkıyor; onların hevesinden yararlanan yarışmalar düzenleniyor, antolojiler üretiliyor.
Ama beni burada ilgilendiren, “yaratıcı yazarlık” sektörünün işleyişi ve ekonomiye katkısı değil tam olarak. Yalnızca Amerika’yla sınırlı kalsa, konuyu belki açmazdım bile. Ama bugün yaratıcı yazarlık atölyeleri, dersleri ve okulları Amerika ve İngiltere dışında Kore’de, Çin’de, Filipinler’de, Avustralya’da, Kanada’da, Avrupa’da, Güney Amerika’da, İsrail’de kendini kabul ettirmiş durumda. Türkiye de geri kalmıyor: akademi içinde ve dışında açılmış benzer programlar bizde de var; sayılarının artmasını haklı gösterecek bir talep de var.
Bir üniversitede dönem dönem benzer bir ders açtığım için, kendi yaptığım işe yönelik bir kaygı tonunu da sesime katarak şunu söylemek istiyorum: “yaratıcı yazarlık” öğreniminin etkisi, son otuz yılın yazınsal üretiminde gittikçe artan bir şekilde görülebiliyor ve bunun tümüyle iyi bir şey olduğundan emin değilim.
Hem içerik, hem de biçemle ilgili bir etkiden söz ediyorum. İlki, “ben edebiyatı” olarak özetlenebilir. Bireysel yaşantıların her alanda öne çıkışını ve bireyselliğin yükselişini “yaratıcı yazarlık” furyasına bağlayacak kadar ileri gitmeyeceğim, ama bu atölyelerde, katılımcılara en çok yaptırılan “egzersiz”lerin, kendileriyle ilgili, kişisel deneyimlerinden kaynaklanan birşeyler yazmaya dayandığını da unutmamak gerek. Bu da doğal: bu çalışmalara katılanların önemli bir kısmı, “tam zamanlı yazar” olmayı hedeflediklerinden değil, kendilerini ifade edebilecekleri bir ortamda bulunmak istedikleri için (yani bir tür terapi için) oradalar. Yazma ediminin teknik yönleriyle ilgili bazı yetiler kazandırmayı amaçladığı varsayılabilecek yazı atölyelerinde bile, kişinin en iyi bildiği şeyi yazarak işe başlaması isteniyor, çünkü böylece tekniğe odaklanması kolaylaşıyor. Doksan kuşağı dünya yazarları arasında “ben edebiyatı” yapanların ne kadar çok olduğuna bir bakın.
Karşısındakine ulaşmayı temel alan bir etkinliğin bu denli kendine dönük bir hale gelmesinde bir ironi var sanırım. Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.
İkincisi, betimlemeye verilen ağırlık ve betimlemenin aldığı biçimler. Yazı atölyelerinde öğretilmesi en zor şeylerden birinin diyalog olduğu söylenir (ki buna ben de katılıyorum); buna karşın öğretmesi en kolay olanı betimlemedir. Kişi ve çevre betimlemesi yapılması gerektiğini, bunun da ilk ağızda göze çarpmayan ayrıntılar vererek, hoş ve ilginç benzetmeler yaparak yapılabileceğini “öğrenen” yaratıcı yazar, işin sırrını nihayet çözmüş gibi büyük bir şevkle, betim betim geliyor. Yine 90’larda ve 2000’li yıllarda yazmaya başlamış yazarların önemli bir kısmında bu dersin izlerini görmüyor musunuz siz de? Sıfat ve zarfların ilginç kılınma biçimi bile benzeşiyor bana kalırsa.
Bu söylediklerim, yine basit bir ironiye uzanıyor elbette: hani “yaratıcı” olacaktık? Bu atölyelerde kaç kişiye ne öğretilirse öğretilsin, her zaman “daha yaratıcı” olanlar çıkacaktır; yaratıcılık ancak göreceli bir biçimde tanımlanabilir. Kaldı ki yaratıcı yazmayı, iyi yazmakla bir saymak saflık olur. Gerçeği, yalnızca gerçeği yazacağına yemin ederek yola çıkmış bir yazarı, yaratıcı olmaya yemin etmiş birine her gün yeğ tutarım. Söz konusu gerçeği, yalnızca kendi ufak gerçeği olarak tanımlamamış olmasını içtenlikle dilerim; bir de bu gerçeği, dışsal öğelerle süslemeden, kendi süsüyle anlatabildiğini umarım, çekinerek.
Bunu yapabilen yazarlara rastladım; bunu öğretebilene, ya da başkasından öğrenmiş olanına rastlamadım.
Mesele, Sayı 2
Biz taşrada yaşayanlar bir şey kaybetmiyormuşuz meğer. Teşekkürler.
YanıtlaSilyıllar önce; ankara'da o kurslardan birine gitmiş iki kişiyle tanıştım. daha sonra istanbul'da birkaç kişiyle daha tanıştım. onlara kursta neler gördüklerini sordum. şaşırdım: yaratıcı yazarlık kurslarında "yaratıcı okuyuculuk" hepten ıskalanmış gibiydi. bir metinle nasıl ilişkiye girileceği hakkında fikirleri yoktu, bunun olması gerektiğini de düşünmüyorlardı.
YanıtlaSilyazarlığı, okuyuculuktan ayırmak dehşet verici: yazar metni kurarken onu karşılayacak bir ideal okuyucu ile birlikte "çalışır" (bu ideal okuyucu yazarın bizzat kendisi de olabilir), neredeyse metin o ideal okuyucunun varlığını gerçekleştirmek üzere hamleler yapar, okuyanı biçimlendirmek üzere değil; okuyanın anlam vereceği bir düzlem önererek, onun tarafından biçimlendirilmeyi kabul ederek okuyucunun varlığını kendisiyle ilişkilendirir. onu kutsar. "bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesi; metnin okuyucusunun yazarı kadar önemli bir görevi/ konumu olduğunu gösterir.
(okuyuculuğun, bir tür performans sanatı olduğunu düşünüyorum. tiyatrodaki oyun yazarı ile oyuncu ya da yönetmenin metni yorumlama biçimi nasıl metni zenginleştiriyor hatta kimi zaman metnin değeri performansın kalitesine bağlı olarak olumlu ya da olumsuz yönde değişebiliyorsa, okuyucunun metinle kurduğu ilişkinin de metnin değerini, önemini gösterebileceğini düşünüyorum. bazı metinlerin neden ilk çıktıklarında değil, çok daha sonra değerinin bilindiğini merak ettiğimde bunu görmüştüm: metin henüz kendisini yorumlayacak/ biçimlendirecek donanımlı okuyucu ile karşılaşmadıysa değerlendirilemiyor: yusuf atılgan'ın aylak adam'ının ilk baskısı ile ikinci baskısı arasındaki sürenin uzunluğuna bakılsın sonra da son on yıldaki baskı sayısına.)
kutsal metinlerden çocuk masallarına kadar dolaşımda olan, zamana direnen neredeyse tüm metinlerde (şiiri özellikle dışarıda tutuyorum. şiir söz konusu olduğunda şair okuyucuyu tümden dışarıda bırakma eğilimi gösterir. kendini göstermek, okuyucuya özdeşlik kuracağı bir "ben" önermek de metni okuyucu ile ilişkilendirir, hatta daha güçlü bir ilişki için bu gerekli de olabilir: okuyucu hiç kimseye ihtiyacı olmayan, hiç kimse olmasa da varolmayı sürdürecek bir "ben" gördüğünde ona talip olma konusunda daha istekli olabilir), "yazı"dan, yazılandan önce okuyucuyu görürüz. okuyucu olmasaydı bu metin olmayacaktı diye düşündüren bir metin, tanımadığı okuyucuyu, daha o ortada yokken tanımlayıp, konumlandıran metin: yaratıcı metin. ya da yaratıcı'nın metni.