30.11.17

Büyük Halı



Salona büyük halıyı aldığınız günü hatırlıyor musunuz? Renkleri ne güzeldi, desenleri ne kadar incelikliydi, çok da büyüktü gerçekten, salonun neredeyse tamamını kaplıyordu, zengin de gösteriyordu. Çok iyi bir alışveriş yapmıştınız; eşinizle birbirinizi kutladınız.

Gel zaman git zaman, salondan bir ses gelmeye başladı, özellikle de gece sessizliği çöktüğünde – bir kemirme sesi. Başlangıçta o sessizlikte bile duyması zordu, o kadar zordu ki bazen duymadığınızı, uydurduğunuzu sanıyordunuz. Kulak kabarttığınızda çoğu zaman başka sesler ağır basıyordu. Fakat zamanla ses yükseldi, gündüzleri de duyulur oldu; sonunda öyle bir noktaya ulaştı ki, bastırması için yüksek sesle müzik çaldığınızda bile duymazdan gelemez oldunuz kemirme sesini.

Sesin bu kadar artmasıyla birlikte salonda tuhaf bir koku da duyulur oldu; ekşimsi bir kokuydu başlangıçta, açıkta kalmış turşu gibiydi; zamanla, sesin artmasına benzer bir şekilde, koku da kesifleşti, değişti, çürümüş et kokusuna dönüştü, genzinizi yakmaya başladı. Mümkün olsa, salonun kapısını kapayıp evin o kısmını tamamen iptal edecektiniz ama mümkün değildi; salon evin tam ortasındaydı, bütün odalar salona bağlıydı, eve salondan giriliyordu.

Uzun süren inkar döneminizden sonra bir gün gerçeği kabullenmek zorunda kaldınız: Büyük bir sevinçle evinize aldığınız, salonunuza serdiğiniz o güzelim büyük halının içinde belli ki pek çok minik yumurta vardı; zamanla hepsi çatlamış, kim bilir ne yaratıklar çıkmış, halıyı kemire kemire büyümüşlerdi. Onunla yetinmemişlerdi elbette – halının altındaki döşemenin de tamamen gittiğini, hatta yaratıkların evin diğer odalarına da sıçradığını idrak ediyordunuz artık.

Sorun bir zamanlar halıydı, ama artık ötesine geçmiştiniz – halıyla birlikte eviniz de çürüyordu, eşyalarınız, giysileriniz, yiyecekleriniz. Hatta siz de.

Sorununuz büyük halınızdan çok daha büyüktü, ama sorununuzu çözmeye nereden başlayacağınız da belliydi – altından çıkacak bütün çürümüşlüğü göze almanız gerektiği de.

19.11.17

Atatürk'ün Kızı Zehra Aylin'in Acıklı Hikayesi



Zehra Aylin 1914’te doğdu; babası Kurtuluş Savaşı’nın önemli yüzbaşılarından biriydi. Babasının ölümünden sonra Kağıthane’de bir yetiştirme yurduna verilen Zehra, daha sonra Mustafa Kemal tarafından evlat edinildi ve Ankara’ya gitti. İlköğrenimini burada, Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ilkokulda tamamladı.

Arnavutköy'deki Amerikan Kız Koleji'nden (ACG) mezun olan Zehra, Oxford’a bağlı Saint Hilda College’a İngiliz edebiyatı okumaya gitti. Noel tatili döneminde Türkiye’ye dönmek isteyince ve babası da kabul edince, 19 Kasım 1935 Perşembe akşamı saat 18.00’de Victoria Garı’ndan Calais-Paris trenine bindi. Yolculuğuyla ilgili düzenlemeler, bizzat büyükelçi tarafından yürütülmüştü.

İnanılması güç kaza 20 Kasım’da, saat 4.20’de meydana geldi. Zehra, hizmetçisiyle birlikte bulunduğu birinci sınıf kompartmandan ayrıldı; uzun süre geri dönmeyince hizmetçi tehlike çanını çaldı ve tren durdu. Yapılan arama çalışmalarında genç kızın cesedi Ailly-Sur-Noye istasyonuna yakın bir yerde, demiryolunun yanında bulundu. Önce Zehra’nın vagon penceresinden sarkarak düştüğü öne sürüldü, daha sonra vagonlardan birinin arkasındaki kapıdan düştüğü sonucuna varıldı. Olay İngiliz ve Fransız basınında da yer aldı.

Zehra’nın cenazesi 2 Aralık’ta vapurla İstanbul’a getirildikten sonra Şişli Sıhhat Yurdu’na kaldırıldı, ardından törenle Teşvikiye Camii’ne götürüldü, namazı kılındıktan sonra yine törenle Maçka Mezarlığı’na defnedildi. Törene “Cumhurbaşkanı Atatürk adına Umumi Katip Hasan Rıza, Vali Muhittin, Parti erkanı, İstanbul’da bulunan saylavlar, Emniyet direktörü, talebe, asker ve polis müfrezeleri” katıldı, çelenkler kondu.

Arkadaşları tarafından sessiz, sakin, içine kapanık bir kız olarak tanımlanan Zehra’nın ölümünün yarattığı soru işaretleri hiçbir zaman aydınlanmadı. Mezarının yeri bugün bilinmiyor.

(Tepedeki Okul, 2017, s. 327)

11.11.17

Varlık Vergisi: Bir Kupür, Bir Rapor, Bir Mektup




II. Dünya Savaşı yıllarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun koyduğu Varlık Vergisi, ağırlıklı olarak Türk vatandaşı gayrımüslimlerin mal ve birikimlerine el koymayı hedefliyordu, ancak yabancı okulların da özellikle gelir getiren taşınmazları nedeniyle bu vergiye tabi olacağı anlaşılmıştı. RC Başkanı Walter L. Wright, Jr., 3 Şubat 1943’te Mütevelli Heyeti'ne yazdığı raporda konuyu ve okulun durumunu ayrıntılarıyla anlatıyordu:

"Ben de dahil olmak üzere pek çok gözlemci, bu verginin gayrımüslimleri iflas ettirmek ve ülkenin ticari hayatındaki azınlık kontrolü meselesini nihai bir biçimde "çözmek" olduğu sonucuna vardık. Yabancılara ait şirket ve kurumlar da neredeyse aynı ölçüde ayrımcılığa tabi tutulmuştu. Yunanlıların, Yugoslavların ve İtalyanların sahibi olduğu kurumlar Türkiye vatandaşı azınlıklarla aşağı yukarı aynı oranda vergilendirilirken, Fransız, Alman ve Bulgarlara ait olanlar daha az vergilendirilmişti. Amerikalılarla İngilizlerin vergi yüküyse oldukça hafifti. Örneğin şehirde kendi türünün en yeni ve en iyi donatılmış binasında bulunan Amerikan Hastanesi’ne 2500 lira vergi kesilirken, sefil durumdaki Ermeni Hastanesi’nin vergisi 39.000 lira olarak belirlenmişti… Kolejin vergi değerlendirmesinin de cüzi olduğundan kuşkulanmayı gerektirecek hiçbir neden yok, çünkü mülklerimiz diğer özel okullarınkinden çok daha değerli ve operasyonlarımızın çapı da daha büyük. Büyükelçiliğin de görüşünü sorup vergiye ancak haksız ayrımcılık yüzünden itiraz edebileceğimizi ve böyle bir durumun da olmadığını öğrendikten sonra, işletmemize konan 2500 liralık verginin tamamını ödedik, ama Robert Kolej öğretmenlerinin lojmanları için konan verginin yalnızca 2000 lirasını, yani %20’sini verdik. Diğer Amerikan kurumları da benzer bir yol izledi… Maaşlı çalışan kişilerin listeleri de açıklandığında bunları inceledik ve istisnasız olarak Türkiye vatandaşı gayrımüslim çalışanlarımızın, ayrıca Yugoslav ve Yunanlıların vergilendirildiğini gördük… Herbiri 500 lira vergilendirilenlerin hemen hepsi, aylık maaşı 30 ila 50 lira arasında olan Hıristiyan hizmetlilerimiz ve işçilerimiz, yani kıt kanaat geçinen insanlar ve pek azının birikmiş parası ya da malı mülkü var… Kurumlarımıza karşı bir ayrımcılık yok, ama gayrımüslim çalışanlarımıza ve genelde Hıristiyan ve Yahudi azınlığa karşı apaçık bir ayrımcılık var.

…Bir ay içinde verginin tamamını ödemeyenlerin cezası, Doğu Anadolu’da çalışma kamplarına gönderilmekti. Bu da hükümetin, verginin tamamını ödeyemeyen ya da ödemeyen herkesi sürmeye niyetli olduğunu gösteriyor gibiydi, çünkü gayrımüslimlere getirilen vergiler genelde o kadar yüksekti ki bir aylık zaman zarfında ödenmesi imkansızdı. Dahası ödemelerin nakit yapılması gerekiyordu ve sırf İstanbul ilinde getirilen vergi miktarı 344 milyon liraydı, yani tedavüldeki toplam para miktarının neredeyse %50’si… Mütevelli Heyeti'ne gönderdiğim telgrafa aldığım yanıt uyarınca, çalışanlarımıza ufak avanslar ödedim, böylece en azından küçük de olsa bir ödeme yapabilmelerini sağladım…"

(belge: Washington Büyükelçisi'nin Dışişleri Bakanı'na gönderdiği bilgide, Robert College'e vergi konusunda kolaylık yapılmasının Türk-Amerikan ilişkileri açısından önemi vurgulanıyordu.)

8.11.17

yeni keşfedilen üçgen (precognita)



S: Yeni keşfedilen bu üçgen hakkında ne düşünüyorsunuz? (Fotoğrafı gösterir.)
C: Öncekilere benziyor.
S: Ayırıcı bir özelliği yok mu?
C: Dokunabilir miyim?
S: Tabii. (Uzatır.)
C: Sanırım daha radikal bir imgeleme sahip ≠ dalga boyunu ölçmek zor olacak. Donald cihazı uygun olabilir. S: Demokratikleşme sürecinde kullanmayı düşünüyoruz. Biliyorsunuz, ikizkenar yapılanmadan eşkenar yapılanmaya geçerken çeşitli eşik sancıları yaşanıyor. Oysa sivil savunma, bireyin kendisini devlete karşı savunması olarak anlaşılmamalı. Tabii bu üçgenin okul müfredatına girmesi zaman alacak. Henüz insanlar üzerinde denenmemiş olması da önemli bir dezavantaj oluşturuyor.
C: Ne tutku.
S: Evinizde üçgen var mı?
C: Gerekli olanlar dışında çok şey biliyorsunuz. Boğazım kurudu.
S: (Omzuna vurarak teselli eder.)

S: Bu üçgen işe yarar mı sizce?
C: İşe yaramaktan neyi kastettiğinize bağlı.
S: Yeni bir oyun kurabilir miyiz örneğin?
C: Aşk gibi mi?
S: (Yanına gidip kucaklar.)
S: Bunu yapmak zorunda mısınız?
C: Elimden başka birşey gelmiyor. Gidenlerin arkasından yeterince ağladığımı düşünüyorum. İçi boş bir teneke olmadığımı unutmayın lütfen.
S: Elimdeki vakum pompasından mı rahatsız oldunuz?
C: Kendinizi bu kadar beğenmeniz için ne yaptım? Yalnızca yaşıyorum ben.
S: Bu oyunu sevdiniz mi peki? Yeniden oynamak ister misiniz?
C: Yaşamımı ortaya sürsem, daha değerli olacak mı oyun?

S: Sorularımla sizi sıkıyor muyum?
C: Üçgen konusundaki saplantınızdan bir uzmana, örneğin Doktor Doğulu’ya söz etseniz...
S: Karım İspanyoldu. Evde İngilizce konuşuyorduk, birbirimizin anadilini hiç bilmiyorduk. Umutsuzluk yüklü bir yemekten sonra örneğin, ya da sabah önce ben uyanıp banyoya gittiğimde ve çıktığım zaman onun daha afyonunun patlamamışken işemeye ve yüzünü yıkamaya geldiğini gördüğümde dar koridorda karşılaştığımızda, kollarına hafifçe dokunarak ama sarılmayarak, çünkü o sırada herşeyi yapabilir, söyleyebilir, kalbim kırılabilir, o yüzden hiçbir şeyi ziyan etmemek, enerjiyi hesaplı kullanmak gerekir, yanından geçtiğimde Türkçe sözler yükselirdi içimden, yıllar öncesine ait bir hava raporu olurdu bu bazen, neden hatırlıyorsam, ya da sevişmekle, şehirlerle, yalnızlıkla ilgili sözler, o da sofrayı toplamada bana yardım ederken ya da tuvaletten çıktığında İspanyolca konuşmaya başlardı, söylediklerime yanıt verir, itiraz ederdi, güldüğümüz olurdu, ciddi kavgalar ettiğimiz de, küsmezdik ama, uzun süre sessiz kalırdık, sessizliğimiz bile kendi dilimizde olurdu, karım beni terk edip başkasıyla olmaya başladığında, bir sabah banyodan kahvaltı masasının boşluğuna uzanan koridorda yürürken İspanyolca konuşmaya başladım; neden şimdi geri geldiniz, genzimi yakmaya mı?
C: Kabuklarımızın çarpışmasını dinlemekten hep nefret ettim.
S: Söylenmeyen söz ağırlaşır.


"Yazılamayacak Öykü - Donald Bathelme"den, Gizli Hava Müzesi (1993)