31.1.11

küsmek - pelit'in bir teması üzerine çeşitleme

sözcüğün çocuksu, olgunlaşmamış, kaprisli bir yanı var, evet. birilerine küsen insanları da, öğrendiğimde küsme nedenlerini de hemen hep çocukça ve kaprisli buldum, doğru. küsmenin çok türk işi olduğunu söylemişti onlarca yıldır yurtdışında yaşayan bir arkadaşım - onun gözüyle bakınca bana da eni konu doğru geldi bu saptama. dolu dolu bir ingilizce karşılığı yok mesela. insan birisini görmemeye, hayatından çıkarmaya karar verebilir, bu da küsmekten farklıdır tabii - yaşam biçimini, kişiliğini, sözlerini, davranışlarını tahammül edilmez bulursunuz, onu taşımak sizi de ağırlaştırmaya başlamıştır, ya da ona benzemeye başladığınızı, onda katlanamadığınız şeylerin ufak ufak sizde de belirdiğini görürsünüz, uzak durmanın tek çözüm olduğuna karar verebilirsiniz bunun üzerine. çok sevdiğim bir arkadaşım, onun hakkında bildiğim şeyler yüzünden, daha doğrusu bu şeyleri bildiğimi karısı da bildiği için beni hayatından çıkarmıştı; benim kim olduğumu tanımlayan şeylerin başında geliyordu artık bu durum. on yıldan fazla oldu, bugün yolda karşılaşsak, elma çalarken yakalanmış gibi bir ifade kaplar yüzünü, yüksek sesle anlamsız laflar eder ve bir an önce uzaklaşmaya bakar hala.

küsmekse birisinin sizin hakkınızda belirli birşey söylemesi ya da size belirli bir davranışta bulunması üzerine olur çoğu zaman. genelde değil özelde birşeydir; insanlarla alay eden biri olması değildir neden, sizinle (ya da çok sevdiğiniz bir başkasıyla) alay etmesidir.

ben küsmemeye çok özen gösteririm; son birkaç yıldır artan asosyalliğim sayesinde, küsmemi gerektirebilecek durumlarla da fazla karşılaşmıyorum zaten. bir kere küstüm, bundan iki üç yıl önce; hala küsüm o eski arkadaşımla. tam da yukarıda tarif ettiğim gibi bir nedenden dolayı: iki arkadaşıma söylediği, bana nasıl baktığını apaçık ortaya koyan ve beni hiç beklemediğim bir yerimden, hiç ummadığım ölçüde yaralayan, ufak, geçerken söylenmiş ve belki de şimdi sorsalar hatırlamayacağı bir söz yüzünden. kin tutmayı beceremem, yüzüm yumuşaktır, sevgisizlik taşımak beni yorar; ama hala küsüm işte.

neden peki? arkadaşlık işteş birşey olduğu için belki. ben onun arkadaşı değilsem, o da benim arkadaşım olamaz, tanımı gereği - tek taraflı yürümez arkadaşlık. benim arkadaşım olmadığını, çünkü onun arkadaşı olduğuma inanmadığını söyleyen birine, arkadaşımmış gibi davranmayı sürdüremem.

bir de şu: bir tür aydınlanma, perde kalkması, geçmişteki küçük olayların bu yeni paradigma içinde yeni anlamlara kavuşması - şöyle de yapmıştı, şunu da demişti...

bir de, tabii, şu: hayattaki en yakın arkadaşı olan kişinin arkasından, bu arkadaşım, öyle şeyler söylerdi ki. arkadan konuşma, çekiştirme gibi pis bir huyu vardı gerçekten ("yüzüne de söylüyorum" dedi ama avutuyordu kendini) ama bu huy, bizim arkadaşlığımızın kapısından içeri geçmez diye düşünürdüm hep. ortak iki arkadaşımıza söylediği o küçük söz, bunun tabii ki doğru olmadığını gösteriverdi bana, benimle arkadaşlığı da, öbür arkadaşlığı gibiydi en iyi ihtimalle. bunu midem kaldırmadı nedense.

küsmek, onun bendeki payını inkar etmeme, onu ne kadar çok sevmiş ve ona ne kadar koşulsuz güvenmiş olduğumu unutmama yol açmadı, ama ağızlarını daha önce yaktığı eski ortak arkadaşlarımız bu işe çok sevindi - nihayet ben de onun gerçek yüzünü görmüştüm ve salak gibi onu sevmeyi, önemsemeyi, meclislerde savunmayı sürdürmeyecektim artık. haklı çıkmaları, beni bu küslükte en çok üzen şeylerden biri oldu sonra. onun arkadaşım olduğuna inandığım, onu sevdiğim zamanlarda hissettiklerimi özlüyorum bir de, kesilmiş bir kolun hala kaşınması gibi.

28.1.11

e-kitapta dönüm noktası

bu günleri de gördük: amazon'da e-kitap satışları ilk defa normal kitap satışlarını (paperback'leri) geçmiş. daha iyi e-reader cihazları ve daha iyi kitap listeleri bekleyebiliriz demek ki. daha doğrusu amerikalılar bekleyebilir. biz zaten epey bekleyeceğiz gibi görünüyor.

19.1.11

imzadan karakter tahlili

12 Eylül’de, Brooklyn’de Kitap Panayırı vardı, Sıcak Nal adına oradaydım, Esra ve Can’la birlikte. Sokakta, pis pis yağan bir tür yağmuru umursamadan meydandaki tezgahları dolaştık, garajından ya da bodrumundan yayıncılık yapan şiir ve yazı manyaklarının gözlerinin içine baktık korkusuzca, karavandan bozma sahnelerde konuşan yazarlara kulak kabarttık, sonra hedefimize kilitlendik: imza almak için buradaydık.
Nedir hakikaten bu imza meselesi? Sevdiğiniz yazarı görmek için vesile kuşkusuz; gördüğünüzün belgesi de oluyor, daha ne? Nedir bu görme ihtiyacı peki? Yazar yakışıklı ya da güzelse, bir cazibe meselesi; yaşlıysa, belki ölmeden önce bir anıyı, bir anı yakalama isteği; daha önce hiç görmemişseniz, merak; çok ünlüyse, üne yakınlık ısıttığı için – herhalde böyledir.
 Steven Millhauser, bizde hiç tanınmayan, müthiş bir öykücü. Sessiz, sakin, alçakgönüllü, öyküleriyle uyumlu bir adam, Brooklyn’li bir Borges. Sevimli bir gülümsemeyle, hiç sormayan yumuşak bakışlarla kitaplarını imzaladı, gitti.

Ardından: John Ashbery ve Paul Auster, birlikte. Yan yana oturdular, John epey yaşlanmış artık, hala hatırlıyor ama İstanbul’a gelişini, Fol söyleşisini (“o çocuk sendin demek?”), Samih Rifat’ın çektiği (ve kendisine gönderilen) fotoğrafları. Paul’ün yanakları kırmızı, o da yaşlanmış, zamanından önce, ama hep öyleydi, on beş yıl önce bir okuma suaresine gittiğimde yine zamanından önce yaşlanmış görünüyordu, sırtında hırka. Türkçeye ve Türk isimlerine aşina; “18’ine gelmeden okutmayın çocuğa bu kitabı!” diyerek üç buçuk yaşındaki Can’a imzaladı Görünmeyen’i. O da gelmiş İstanbul’a, Balat taraflarında bir yerden konuştular John’la, ben bilmiyordum.

Onlar gittikten bir-iki saat sonraysa Salman Rushdie çıkageldi, eni konu göbeklenmişti, karısının yemekleri, malum; imza kuyruğunu düzenledi, herkesin yalnızca bir kitabını imzalayacağını duyurdu, kimseye adını sormadı, başını usulen kaldırdı, koruma filan yoktu yanında ama kendini korumasını bilen bir adam olduğu belliydi.

Çıkışta kendimizi Brooklyn’in en güzel kitapçısı Book Court’a attık, nedir hakikaten bu imza meselesi dedik, insanda kitapların arasına girme isteği yaratmak değilse.
(Sıcak Nal, 5. sayı)


18.1.11

u can't touch this

Bugün İslam, yalnızca yazı/yayın alanında değil, bireysel ve toplumsal varoluşumuzun her alanında bir tabu elbette; Müslümanlar da din, Allah ve Kuran hakkında “gerçekten” konuşamıyor, dinsizler de; kendi kendilerine bile konuşamıyorlar üstelik. Kurumsal dinin ancak en yüzeysel uygulamalarını, onu da ne hoşgörü zorlamalarıyla konuşabiliyoruz – Diyanet Alevilik konusunda ne yapsın, okullarda din dersi ne olsun, başlar örtülebilsin mi, aşağı yukarı bu kadar. Bunlardan mı ibarettir din? İsmail Pelit anımsattı – Zaman gazetesi “Türk edebiyatında tabu var mı?” dosyası yaptığında elbette Şeytan Ayetleri’ni kastetmemişti, “Tanpınar’a ya da Yahya Kemal’e laf edilebilir mi?”sorusunun sığlığından öteye gitmeye niyeti yoktu, çünkü Müslümanlar “Şeytan Ayetleri” lafını bile ağızlarına almaktan korkuyorlardı, Zaman da onları incitmeyi göze alamazdı. Bu hep böyle değil miydi? Evet, sanırım böyleydi; Mustafa Kemal, “dinci”lerin elinde kalmaktan korktuğundan beri böyle bu. “Laikçiler”, dinin “şahsi ve muhterem” bir tabu olmaktan çıkarılmasını hiç istemedi; halının altına süpürdükleri şeyleri sonsuza dek orada tutabileceklerine güvenleri tamdı. “Dinci”ler de istemedi öte yandan – hem kolaylarına geldi, çünkü akıllı sorulara –kendileri bile sorsa- akıllı yanıtlar bulamamaktan hep korktular, hem de saman altı varoluşa zorunlu kılınmanın getirdiği güç çok hoşlarına gitti, orada semirdiler. İşin tuhafı, dindar çoğunluğun kendini kamusal alanda daha rahat ifade edebilmesinin ve gösterebilmesinin bir demokratik kazanım olarak görülebildiği ve böylece ucube demokrasimizin biraz olsun normalleştiğinin söylenebildiği bu dönemde –ben de açıkçası bunu söyleyenlerden biriyim- Müslümanlar din, Allah ve Kuran hakkında hala “gerçekten” konuşamıyor (dinsizler zaten konuşamıyor). Din konusunda yüzeyselliğe en büyük talep yine dindarlardan geliyor. Dine kimse dokunamıyor – anlamak ya da hissetmek için bile dokunamıyor, en başta da Müslümanlar. Şimdi, bunu bilmek için Şeytan Ayetleri’ne ihtiyacımız var mıydı? Yoktu elbette, her gün bu dokunulmazlıkların etrafından dolaşa dolaşa yaşamaya çalışıyoruz, aynı gerilimin değişik versiyonlarını biriktiriyoruz, patlasın da seyredelim diye. Dindarın dindar, dinsizin dinsiz olabileceği, açıkça olabileceği, bu oluş hakkında derinlemesine düşünüp konuşabileceği ve bu oluşun/konuşmanın “karşı taraf”a, toplumun temeline, toplumsal hassasiyetlere vs bir saldırı olarak algılanmayacağı bir toplum düzenine geçemediğimiz sürece de bu durum sürecek.

(Varlık dergisinin Şubat 2011 soruşturmasına yanıt.)

17.1.11

benim annem babam öyle şey yapmaz

 süleyman the lawmaker ve süleyman the lovemaker.

(semra özal vaktiyle, o tatlı aksanıyla lady di'yi nasıl kikirdetmişti, hatırlar mısınız?)

14.1.11

editör başka, büdütör başka - 2

editörlük uğraşı, bilenlerin bildiği gibi, çok yönlü bir uğraş - dile hakim olmak, edebiyata hakim olmak, yazma tekniklerine hakim olmak, piyasa koşullarına ve tanıtım/pazarlama stratejilerine hakim olmak, baskı tekniklerini bilmek, grafik tasarımdan anlamak zorundasınız. böyle alt alta yazınca, buradan en azından iki yıllık bir master programı çıkacağı aşikar. fakat bence editörlüğün temelinde dil ve kurgu aksaklıklarını doğru saptamak ve yazarı, kendi çözümlerini bulma konusunda doğru yönlendirmek var. bu da, yazardan gelen metnin doğru değerlendirilmesini gerektiriyor. dili düzeltmek daha kolay belki - dili bilen biraz daha çok insan var, dil hatası daha nesnel bir hata gibi görünüyor, yazara dil hatasını anlatmak bir parça daha kolay. kurguyu toplamak bence daha zor iş.

(burada üçlü bir denge mekanizması olduğunu unutmamak gerek bir yandan da - yayınevi de yazar-editör ilişkisinde önemli bir unsur. örneğin yayınevi, editörünün tüm kararlarına tam destek veren bir kurum olabilir, bu durumda yazar, editöre direndiğinde kitabının yayımlanmama riskinin olduğunu hesaba katar. öte yandan yazar, yayınevi için vazgeçilmez olabilir (gelir, prestij, kişisel ilişkiler vs), o zaman da editörün eli rahat olmaz, son sözün daima yazarda olacağını bilir.)

bir metin çok çeşitli açılardan ele alınabilir; hatta pek çok metin, özgünlüğü derecesinde yeni bir metodoloji ya da yaklaşım gerektirebilir. ama bir örnek olsun diye, aşağıda bir metin değerlendirmesi veriyorum, bir editör elinden çıkmış ve "R.." adlı bir roman için yazılmış. bu değerlendirme, temyizi olmayan bir hüküm değil elbette; öznellik payı da var. ama bunlar hesaba katıldığında bile, yazara kendi metniyle ilgili farklı -çünkü sisteme, işleyişe, mekaniğe önem veren- bir bakış sunuyor bence.


Genel Bakış ve Konumlama
“R..”, yaklaşık 1100 sayfalık, epik/romantik bir roman: Yirminci yüzyılın neredeyse tamamını ve 21. yüzyılın başını kapsayan, Macaristan-Türkiye-Fransa coğrafyasına ve bir ailenin dört kuşağına yayılan bir yapı. Avrupa tarihiyle aile tarihinin iç içe geçtiği “R..”, kişisel dramları, insanlık trajedilerini, aşkı, özlemleri, ayrılıkları, kavuşmaları, aile ilişkilerini, dostlukları ve sanatsal arayışları da harmanlıyor, her okuyucunun kitaptan kendi meşrebince birşeyler alarak ayrılmasını sağlıyor. Konusu ve anlatımı itibariyle geniş bir okur kitlesine sesleneceği öngörülebilir; yabancı dillere çevrilme, hatta filme çekilme potansiyelinin olduğunu belirtmek gerekir.

Metnin Güçlü Yönlerine Dair
“R..”nın pek çok güçlü yanı var. Bunlardan ilki, kuşkusuz konusunun sahiciliği ve ilginçliği. Kitap odağına A..’in yaşam öyküsünü yerleştiriyor, bunun çevresinde de ilk nişanlılığı, başka biriyle evliliği, İstanbul’a taşınması, Macaristan’da bıraktığı ailesi, İkinci Dünya Savaşı, Nazilerin zulmü, Macaristan’daki direniş, A..’in evliliğinden ve İstanbul’daki yaşamından bunalıp ilk nişanlısına yeniden tutulması, kızları, doğumlar, ölümler, kahramanlık ve özveri hikayeleri anlatılıyor. Bu ana ekseni çerçeveleyen bir anlatıdaysa, küçük torun R..’nın yazdığı “Bir Macar Rapsodisi”nin filme aktarılma hikayesi ve R..’nın P..’le ilişkisi ele alınıyor. Çerçeve hikayeyle ana hikayenin bir noktadan sonra çakışarak üst üste binmesi, iki hat arasında yeni bir ilişki yaratıyor, böylece ana hikayeyi çerçeve metindeki film setlerinden takip etmek de mümkün oluyor.

“R..”, ana karakterlerinin hakkını çok iyi veriyor, onları soktuğu durumları çok iyi çiziyor, bu durumların ardışıklığını hiçbir zorlama hissi vermeden sağlıyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Macaristan’da geçen bölümler, yüksek gerilimi ve uyandırdığı merak duygusuyla, okuyucu için büyük bir keyif sunuyor. Ru..’nin gerçekte ne yaptığı konusunda oluşturulan merak, direniş mücadelesinin sonunda ne olduğunun tarihsel olarak bilinmesine rağmen karakterler bazında oluşturulan gerilim, gayet usta işi. Yine özellikle bu bölümde Avrupa siyasetinin, özelde de Macaristan tarihinin kurguya yedirilmesinde yazarın başarılı olduğu gözlemleniyor.

Fazlasıyla uzun bir metin olmasına karşın “R..” son derece rahat okunuyor; bunda en büyük pay, konunun ilginçliğinden de önce yazarın sağlam dili. Gerçekten de birkaç yazım hatası, birkaç ufak cümle bozukluğu dışında metin, ciddi bir düzelti çalışmasını gerektirmiyor.

Metnin Geliştirilebilecek Yönlerine Dair
“R..”nın yayımlanma konusundaki temel problemi, uzunluğu. 1100 sayfalık haliyle, her yayıncı için ciddi bir soru işareti yaratacağı açık. İşin doğrusu, bu yalnızca bir sayfa sayısı sorunu da değil. “R..”nın anlattığı hikaye, aslında 1100 sayfayı gerektirmiyor. Her ne kadar romanda dört kuşak ele alınmışsa da, aslında A..’in hikayesi anlatılıyor; A..’ten sonraki kuşaklar, ancak A..’in çocukları ve torunları olarak varlar metinde. R.. bunun bir istisnası gibi görünse de değil; aşağıda R..’ya döneceğim. Dolayısıyla bir “Bildungsroman”da nispeten kabul edilebilir olabilecek sayfa sayısı, burada bir baş karakterin yaşadıklarının gereğinden fazla ayrıntıyla verildiği hissini uyandırıyor.

“R..”nın hikaye eğrisini şöyle çizmek mümkün:


Burada yatay eksen sayfa numarasını, dikey eksense gerilimi gösteriyor. Kabaca söylemek gerekirse (pek çok yan unsuru göz ardı ederek), metnin bir ana çatışkısı (siyah eğri), bir de taşıyıcı çatışkısı (kırmızı eğri) var. Taşıyıcı çatışkı, A..’in Ru.. ve Az..’le kurduğu üçgende ortaya çıkıyor ve tüm anlatının ağırlığını yükleniyor. Kitabı, “bu üçgene ne olacak?” sorusuna, daha da spesifik olarak “A..’le Ru.. birbirlerine kavuşacak mı?” sorusuna yanıt bulmak için okuyor okur. Oysa kitabın ana çatışkısı bu değil; ana çatışkı, “Ru.. ve K..kurtulacak mı?” sorusu etrafında şekilleniyor, yani kitabın ortasındaki bölümde ortaya çıkıyor. Ancak yarattığı etki, taşıyıcı çatışkıdan çok daha güçlü, çok daha gerilimli.

Uzunluk konusu bağlamında bu durum şöyle bir sorun yaratıyor: kitabı üç cilde bölmek mümkün değil. Taşıyıcı çatışkı açısından bakıldığında böyle bir şey olabilir gibi görünse de, ana çatışkı buna izin vermiyor. Neden? Çünkü üç ciltlik bir yapıda ikinci cilt okuyucuyu büyük heyecanlara daldıracak, ama birinci ve üçüncü ciltler çok daha evcil, hatta yavan olacak.

Bu nedenle önerim, birinci ve üçüncü cilde tekabül edecek bölümlerin ciddi biçimde kısaltılması ve hızlandırılması olacak. Benim gözümde “R..”, odağına Macaristan işgalini aldığını kabul etmeli ve onun etrafında yapılanmalı.

Buradaki zorluk, tahmin ediyorum (ama yanılıyor olabilirim!) gerçeklik payı yüksek bir hikayenin anlatılıyor olmasından kaynaklanıyor. Bu da “R..”nın bir roman mı, bir aile hatıratı mı olduğuna karar verilmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Hatıratta feda edilemeyecek şeylerin olması normal; romanda neyin feda edilmesi gerektiğiniyse yapı belirlemeli.

Bu durumda, ana çatışkıyla taşıyıcı çatışkının daha iyi örtüşmesini de sağlamak gerekir. Şöyle bir grafik hedeflenebilir:

Bu şu demek: kronolojik anlatımın daha sık bozulması, “Ru.. ve K.. kurtulacak mı?” sorusunun daha geniş bir alana (kitap sayfası olarak düşünüldüğünde) yayılıp yanıtının kitabın sonuna yaklaştırılması, buna karşın “A..’le Ru.. birbirlerine kavuşacak mı?” sorusunun daha vurgulu hale getirilip ilk sorunun yanıtıyla aşağı yukarı aynı sayfalarda yanıtlanması, bu iki sorunun kitap boyunca daha sıkı örülmesi.

Bir başka sorun şu: ana çatışkı, kitabın baş karakterinin dışında bir çatışkı; hatta baş karakter, olay mahallinde bile değil! Yani kitabın orta yerinde, okuyucuyu en çok heyecanlandıracak olaylar, baş karakterin uzak bir köşede dertlenmeleri eşliğinde verilmek zorunda kalıyor. Roman yapısı içinde bu büyük bir zaaf, ama anladığım kadarıyla (“gerçek hayat” nedeniyle) çaresi yok. Yoksa bunun çözümü, A..’i mutlaka Macaristan’a göndermek olurdu. Yukarıda anlattığım yöntem, bunun da kırılmasına biraz olsun yardımcı olabilir. A..’in olmadığı “işgal Macaristan’ı” sahnelerini, A..’in etkin rol aldığı daha sonraki sahnelerle örerek vermek mümkün olursa, başka bir karakterin hikayesine geçilmiş olduğu duygusu yaratılmayabilir.

Alternatif olarak, başka bir karakterin hikayesine geçildiği alenen vurgulanabilir de. Bu durumda roman üç, belki dört bölümde, her bölüm bir karakterin ensesinden, yine üçüncü tekilden ama “limited omniscient” bakış açısıyla anlatılabilir. Romanın sonunda bu hikayeler bir araya getirilip bağlanabilir.

Bunun dışında yapılması gereken önemli bir başka şey daha var: çerçeve metnin hakkının verilmesi. Bu haliyle kötü uygulanmış iyi bir fikir olarak duruyor R..’nın hikayesi. A..’le karşılaştırıldığında R..’nın yaşadıkları da, hissettikleri de, aşkı da, sevgilisi de, açmazları ve dertleri de çok yüzeyde kalıyor, hiçbir şekilde boy ölçüşemiyor. Arada girilen birer-ikişer sayfalık R..-P.. bölümleri, birer “place holder” gibi duruyor, yani “buraya bir metin gelecek, unutmamak için şimdilik bunu koyduk” gibi! R..-P.. hikayesi baştan yazılmalı ve kendi içinde sahicilik hissi veren, daha girift bir anlatı eğrisi oluşturabilmeli. Alternatif olarak, R..’nın hikayesi “çerçeve metin” olmaktan çıkarılır ve yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğim bölümlerden biri (ilki ya da sonuncusu) haline getirilebilir.

Bir tuhaf eksikliği de anmadan geçemeyeceğim: Macaristan’da elbette çok daha trajik şeyler yaşanıyordu, ama Türkiye’de olup bitenlerin bu kadar üstünkörü anlatılması ciddi bir dengesizlik yaratıyor. A..’in Türkiye’ye geldiği dönem ve sonrası, buradaki Musevi nüfus açısından da, genel anlamda da çok çalkantılı yıllar. Bu daha ziyade Türk okuyucusu için bir sorun olabilir tabii; ayrıca, dediğim gibi, eğer “işgal Macaristan’ı”nın ağırlığı başka şekillerde dengelenebilirse, bu eksiklik o kadar da göze batmayabilir.


Sonuç
“R..”, çok iyi yazılmış, çok iyi anlatılmış bir hikaye. Beğenilerek okunacağını, adından çokça söz edileceğini düşünüyorum. Bazı yapısal sorunları var, ancak bunlar %80 oranında halledilmiş bir metinde, %20’lik bir mesaiye tekabül ediyor; metin bu kadar uzun olmasa, çok daha az fark edilecek sorunlar bunlar. Yine de, birinci sınıf bir çoksatar olması için, bunların halledilmesi iyi olur gibi geliyor bana.

Üç temel “iş”ten söz ediyorum:
1-     kısaltma/toparlama,
2-     kronolojiyi daha radikal biçimde bozma ve iki çatışkıyı daha iyi örtüştürme
ya da
bölümleri karakterler bazında iyice ayrıştırıp her bölüm için tek bir çatışkı grafiği oluşturacak şekilde odaklanma
3-     R.. karakteri konusunda ders çalışma
ya da
R..’yı girişte ve/veya çıkışta kullanmakla yetinme.

editör başka, büdütör başka - 1

semih gümüş, editörlük üzerine düşünen, düşündüklerini yazıya döküp paylaşan yayıncılardan biri. tanıl bora da virgül dergisinde kendi yayıncılık/editörlük deneyimlerinden yola çıkarak kapsamlı yazılar yazmıştı. ben de burada, bir tez tez çalışması için editörlük hakkında anlattığım şeyleri almıştım. semih'in radikal kitap'taki yazısını okuyunca, bizim vaktiyle yky'de yaptığımız "iç eğitim" kılıklı toplantılardan birinde, editörlüğün ne menem birşey olduğu hakkında kestiğim (ve sonra  yayımladığım) ahkamı buraya da alayım dedim.

Editör - Senin Görevin, Tabii Eğer Kabul Edersen...

birtakım tanımlar
editör türleri.
editor: yazarların sahibidir. onları bulur, onları besler, onlarla konuşur, yol gösterir, "onu yap bunu yapma" der, anlaşmalarını yapar, turnelerini ayarlar, yeni romanının bölümlerini okur ve eleştiride bulunur, yeni yazarlar ve kitaplar bulur, kitapların satışında sorumluluk payı vardır. dizi editörü de bu kapsama girer - program oluşturma, bütünlük kurma, denge gözetme gibi görevleri vardır. kitaba ve yazarına gözbebeği gibi bakar. o gidince yazar da gitmek ister. bağımlılık yaratır.
şöyle ayrıştırabiliriz yaptığı işleri:
developmental editing: ayrıntılara değil, resmin bütününe bakmak, kitabın amacını, içeriğini, genel organizasyonu, satışı, hedef kitleyi düşünmek ve gereksiz olan büyük metin parçalarını saptamak.
instructional editing: yazarın coach'ı bir nevi – işin "onu yap bunu yapma" deme kısmı.
line editing: ayrıntılara bakmak, o metafor oraya olmuş mu, anlam açık mı, tutarsızlık var mı, gramer hatası, uygunsuz deyişler var mı, pasif-aktif dengesi, cümle ve paragraf gelişimi gibi şeylere takmak. bir parça developmental editing tarafı varsa da, bu daha spesifik, daha az global.
content editing: aynı şey. önce bu yapılır, sonra copy editing tabii ki.
copy editing: bkz. copy editor.
assistant editor: büyük yayınevlerinde öyle her önlerine gelene "gel kızım şuraya otur sen editör oldun" demezler. bir editörün yanına çırak verirler. işte gavurda bu çırağa verilen ad.
associate editor: kalfa editör. kolay değil bu işler.
senior editor: bu işleri bilen adam. senyör olmuş editör. aşmış. selahattinlere karışmış.
copy editor: redaktör dediğimiz şey. kitapların –telif olsun, çeviri olsun- hatasız çıkmasını sağlamakla yükümlü kişi. metni didik didik eder, her satırını okur. işin mekanik kısmına bakar diyelim.
acquisiton editor: gelen dosyaları okumakla, iyilerine yayın programında yer açmakla görevli kişi.
fact-checking editor: metindeki verilerin doğruluğunu kontrol eder, yazar "milliyet'in 23 şubat 1973 sabahı attığı manşette 'yunan oyunu bozuldu' deniyordu" demişse, gazetenin o sayısını bulur. yazarın lafına asla güvenmemekle yükümlüdür. kimi zaman copy editor da bu işi yapar. çoğu zaman stajyerlere yaptırılır. "yazarın sorumluluğu, bana ne," denmez.
managing editor: editörlük de yapan bir yayın koordinatörüdür. üretim aşamalarından sorumludur.
executive editor: işin sahibi olan editör, idareci editör, yönetici editör. editor-in-chief de denir.
editor-in-chief: baş editör, yayın yönetmeni. editörlerin lideridir, karizma sahibidir. kıdemli ve deneyimlidir. boru değildir. ağır konuşur.
diğer şahıslar.
technical editor: manüskriyi dışarıdan okuyan uzman kişi. herşeyi biz bileceğiz diye birşey yok.<
book doctor: kitabı adam etmesi için bir yazar ya da yayınevi tarafından tutulan kişi.
proof-reader: düzeltmen. yayınevinin yayınlarının tutarlılığından da sorumludur. saplantılı bir kişiliktir. hattı müdafaa etmez, sathı müdafaa eder.  

dünyada editörlük
yayıncılık dünyasında editörlerin görev kapsamı ve saygınlığı değişkenlik gösterir. bu değişkenliğin ana değişkeni, yayıncılık sektörünün endüstrileşme derecesidir. editörlerin gücü, endüstrileşme oranıyla doğru orantılıdır genellikle.
bir başka değişken, bir ülkede yazarlığın kutsallık derecesidir. editörlerin gücü, bu değişkenle ters orantılıdır. zaten genelde yayın endüstrisinin gelişkin olduğu ülkelerde yazarlara "kutsal söz sahibi" olarak bakmazlar.
abd, yayıncılığın endüstri olarak dalağının yarıldığı güzide bir ülkedir. editörlerin en güçlü ve mühim olduğu ülke de budur. ne kadar mühim? yılda yaklaşık 35-40 bin dolar edecek kadar. fena değilse de, karşılaştırmalı olarak bakıldığında çok fazla bir para değil bu. örneğin editörüne bu parayı veren yayınevlerinin portföyündeki yazarların çoğu bundan fazla kazanır. söz konusu yazarların hemen hepsi, "assistant editor"lardan fazla kazanır. bu durum, editörler arasında diş gıcırdatmasına ve ülsere yol açar, çünkü kitapları adam eden onlardır.
endüstrileşme, üretilen malın tüketici beklentisini karşılaması, malın belirli bir standarda uyması, müşteri taleplerinin doğru olarak ölçülmesi ve buna uygun üretim yapılması kaygısını getirir. müşteri büyük şehir ofislerinde geçen aşk romanları okumak istiyorsa, "çocuğuna balon alamayan alt sınıf mensubu babanın boğazındaki düğüm" gibi konular işleyen öykü kitapları dayatılmaz. editörlerin görevi uygun malları bulmak, ürettirmek, neyin uygun olduğunu doğru saptamaktır.
öte yandan, latin amerika ve türkiye gibi ülkelerde, yazarlara romantik gözlükler arkasından bakma huyu yaygındır. o yüzden de adam ne demişse odur. karışılmaz pek. e o zaman da editöre pek hacet kalmaz.
yine de her durumda editör, burnu iyi koku alan, hangi konularda karar vermesi gerektiğini, hangi konularda kararı başkasına bırakabileceğini bilen, doğru yerde doğru karar verebilen insandır. düşünen insan, gülen insan, alet yapan insan vs. değildir.  

editörün marifetleri
burun ve karar meselesini açalım.
burun. bu daha çok adıyla sanıyla "editor" dediğimiz kişinin iyi çalışan bir uzvudur. editörün kendine özgü bir uzmanlık alanı vardır, misal çağdaş romandan anlar, misal şiirden anlar, misal denemecidir. ülkeler bazında uzmanlığı olabilir. uzmanlık kesbettiği piyasada olup biteni yakından takip eder, neler olup bittiğini bilmekle kalmaz, genellemeler yapabilecek durumdadır, yönelimleri saptar, üç yıl sonra neler okunacak kestirir. çevresi geniştir, yazarlarla sık sık bir araya gelir, onlara insan gibi davranır, bir nevi arkadaş olur, onların güvenini kazanır. yabancı kitap dergilerini, edebiyat dergilerini izler. başka yayınevlerindeki editörlerle muhabbeti vardır, herşeyi copyright'çıdan beklemez. mesleki uluslararası organizasyonlara katılır, neler konuşuluyor dinler, kendine pay çıkarır.
editör, yalnızca var olan ve keşfedilmeyi bekleyen kitapların peşine düşmez. yazarlarla yakın ilişkisi sayesinde, onların halihazırda yazmakta olduğu kitapları bilir, müdahil olur, sahiplenir ve yayınevine kazandırır.
editör bununla da kalmaz, tümüyle folsuz yumurtasız kitapları yoktan var eder. derlemelere kalkışır. kitap yazmayı düşünmeyen, ama potansiyel gördüğü insanları zehirler ve onlara kitap yazdırır.
editör, bütün bunları hem kendi kariyeri için, hem de şirketine duyduğu aidiyet duygusuyla yapar kuşkusuz. dolayısıyla da her kitabı tekil birer proje olarak değil, bir bütünün parçası olarak oluşturmaya çalışır. böyle bir tutarlılık, bir bütünlük, bir süreklilik arayışındadır.
karar. bu işin hem masabaşı aşamasında, hem de sonraki aşamalarında verilmesi gereken pek çok karar var. yazara ne kadar karışılacağı, en önemli masabaşı kararlarından biridir. yazara karışabilmek için, yazarın ona güvenmesi için geçerli nedenler sunabilmesi gerekir editörün. yani dile ve yazına hakim olması gerekir, "beğendim/beğenmedim"in ötesinde yargılar getirebilmesi ve bunları anlaşılır örneklerle destekleyebilmesi gerekir. bu işi daha önce yapmış, sonuç almış biri olsa iyi olur. bu en nihayetinde bir insan ilişkisi olayı tabii, al-ver olayı, adam gelmiş elinde kitapla, uğraşmış etmiş, belki daha önce yayımlatmış birkaç kitabını, kabul görmüş iyi kötü, niye dinlesin yani editörün lafını? kitapta niye değişiklikler yapsın, bazı bölümleri yeniden yazsın, bazı karakterleri yok etsin, birinci tekil şahıs yerine üçüncü tekilden anlatsın? pazarlamayla ilgili öneri ve talepleri niye ciddiye alsın? onu ikna edecek şeylerin başında, deneyimli, ne dediğini bilen biriyle, kitabın iyiliği için konuşan biriyle karşı karşıya olduğunu bilmek gelir. ardından da, işte insan ilişkisi bölümü, konuşmasını ve ikna etmesini, gerektiğinde karşısındakinin söylediğini kabul etmesini bilen biriyle konuştuğunu hissetmesi gelir. ha, aynı şey çevirmen bazında da geçerli tabii, uzatmıyorum.  

sonuç
editörlük sevgiyle yapılan, emek isteyen bir iştir. ay akşamdan ışıktır.

13.1.11

nasıl tartışmalı?

john stuart mill, "düşünce ve tartışma özgürlüğü"nde, yanlışlığından emin olduğumuz fikirlerin bile söylenmesini sağlamamız gerektiğini öne sürer, bunu tartışmak için de din örneğini kullanır - en zor örneği kasten seçer ki, söyleceklerinin bunun için doğru olduğunu gösterebilirse, daha kolay örnekler için de geçerli olabilsinler. der ki, birincisi, hiçbir düşüncemizin kesin doğruluğundan emin olamayız, dolayısıyla hiçbir düşünce için kesin yanlıştır diyemeyiz; ikincisi, bu kararı başkaları adına vermeye hakkımız yoktur, herkes kendi kararını kendi verir:

"Benim sözünü ettiğim şey, bu konuyu başkaları adına, karşı taraf için söylenebilecekleri duymalarına izin vermeden karara bağlama girişimidir. Bu kendini bilmezliği, en derin inançlarım adına kullanılsa da reddediyor ve lanetliyorum."

Bir görüşün ifade edilmesini yasaklamak, yalnızca o görüşün yanlışlığından emin olmak demek değildir mill'e göre, onun başkaları için zararlı olacağından da emin olmaktır, yani bu konuda hata yapmayacağından emin olmaktır.

en çok inandığı şey konusunda bile yanılıyor olabileceğini bilmek ve kimseyi düşüncelerden korumaya çalışmamak - "tartışma", ancak buradan başlayabilir - herhalde.

9.1.11

olmamış meyveler 3: kant kulübü 2 - oğuz'un koğuşu

“Elinden her iş geliyor bakıyorum; berberliği nerede öğrendin?”
                “Öğrenmedim Oğuz, siz ilk müşterimsiniz, sonuncusu olmanızı da istemiyorum, o yüzden lütfen kıpraşmadan oturun.”
                Oğuz, siyah hastabakıcı David’in elindeki usturaya bir an endişeyle baktı, sonra David’in gözlerindeki gülümsemeyi görünce o da güldü. Gür ve uzun saçlarının arasından kafa derisi şerit şerit görünmeye başlamıştı bile.
                Bu yıl Noel’in güneşli geçtiğini anlatmaya başlamıştı koğuştaki diğer hastalardan biri olan Robert, ama yılbaşında bol miktarda kar vardı; Oğuz’un bakışları pencerenin dışında, sabahtan beri aralıksız yağmayı sürdüren kara takıldı.
                “Sıkı yağıyor,” dedi ortaya.
                “Ciddi misiniz?” diye heyecanla sordu Youssuf, koğuşa Beyrut’tan katılıyordu, ömrü boyunca gördüğü üçüncü kardı bu. “David, beni dışarıda dolaştırmak zorundasın, itiraz dinlemem.”
                Usturada biriken köpükleri bir usta edasıyla öbür eline silen David güldü. “Tekerlekli sandalyede kar lastiği varsa neden olmasın, hem belki akşam için tombala filan alırız.”
                “Beyler, sizi uyarıyorum,” diye lafa karıştı Adelaide, “tombalanın kitabını yazdım ben, yeni yıla züğürt girersiniz.” Koğuşun en eski hastası oydu, ama ışın tedavisi yakında sona erecekti, çıkıyordu.
                Oğuz, en son ne zaman tombala oynadığını düşündü, birtakım çocukluk görüntüleri geldi gözünün önüne, ama tam olarak çıkaramadı; fakat aklı bu arama sırasında boş durmadı, “tombala” sözcüğünün hangi dilden Türkçeye gelmiş olduğunu kurcalamaya başladı. “Çinko” herhalde İtalyanca “beş”ten geliyordu, her sırada beş sayı olduğuna göre. Belki tombala da İtalya’da bir yer adıydı, ya da “torba” anlamına geliyordu, torbadan sayı çekildiği için bu ad verilmişti oyuna. Bazı filmlerde tombala turnuvaları düzenlenen geniş salonlar hatırladı Oğuz, ama Türkiye’de daha çok aile arasında oynan bir oyundu sanki. Bir hikaye fikri geldi aklına: Emekli bir albay, alt katta oturan kiracısı, onun hoşlandığı ama bir türlü açılamadığı kadın ve bakkalın çırağı bir Ramazan akşamı iftardan sonra –hiçbiri oruçlu olmadığı halde- tombala oynamaya oturuyorlar, çırak hepsinin parasını alıyor, emekli albay hiddetlenip ihtilal günlerini hatırlıyor, kiracı yine kadına duygularını anlatamıyordu. Kendi kendine gülümsedi Oğuz – ameliyattan sağ salim bir çıksın, yazacak çok şey vardı.
* * * 
Oğuz, aslında inşaat mühendisiydi, İstanbul’da yaşıyordu, ama son üç yıldır kendini roman ve öyküler yazmaya vermişti; ilk kitabı da bu yılın başında çıkmıştı. Çalıştığı üniversiteden ayrılmış, arada sırada aldığı projelerle geçiniyor, zamanının büyük bölümünü küçük masasının başında geçiriyordu. Defterler dolusu notlar alıyor, sonra bunları yazmak istediği romanlarda kullanıyordu. Aynı anda üç roman, bir öykü kitabı, bir de inceleme üzerinde çalışıyordu; hastalığı teşhis edilmeden önce bile, çok az zamanı kalmışçasına bir temposu vardı. Beynindeki tümör yeni ortaya çıkmıştı, İstanbul’daki doktoru da ameliyat olması için hemen Londra’ya, şimdi yattığı hastaneye gitmesi gerektiğini söylemişti; burada beyin cerrahı olarak çalışan Doktor Richardson, kendisinin çok yakın arkadaşıydı.
                Londra’da ameliyat olmak zordu; 1976 yılında Türkiye’den Londra’ya turist olarak gitmek bile zordu, yutdışına çıkışlar sınırlanmıştı, alınabilecek döviz de öyle. Bu koşullar altında ameliyat için gerekli izinleri almak, düzenlemeleri yapmak insanı epey uğraştıracak işlerdi. Oğuz, hayatı boyunca devlet dairelerinde işini yaptıramamış olmaktan yakınmıştı, ama bu kez her nasılsa bütün izinler hızla halledilmiş, o da kendisini yılbaşından hemen önce bu hastane koğuşunda bulmuştu.
* * *
“Çok yakışıklı oldunuz Oğuz. Zaten öyleydiniz ama şimdi Marlon Brando’ya benzediniz, öyle değil mi Adelaide?”
                Hastabakıcı David tıraşı bitirmiş, Oğuz’a ayna tutuyordu.
                “Müthiş,” dedi Adelaide, “yolda giderken görsem arabama alırdım sizi!”
                “Aman dikkat edin,” dedi Jonathan, koğuşun en yaşlısıydı, “kaldırımda kendi halinde yürüyen adama çarpmayın sakın, nasıl araba kullandığınızı tahmin edebiliyorum.”
                “Halt etmişsiniz,” dedi Adelaide, “buradan çıkalım, size güzel bir akşam yemeği ısmarlayacağım Oğuz.”
                “Şimdiden acıkmaya başladım,” dedi Oğuz.
                O sırada koğuşun kapısı açıldı, asistan doktorlardan James, tekerlekli sandalyede yeni bir hastayla içeri girdi.
                “Size yeni bir oyun arkadaşı getirdim,” dedi James, Oğuz’un yanındaki boş yatağa yönelerek; “Ne haber düşmanım?” dedi Oğuz’a – James Rum asıllıydı, Oğuz geldiğinden beri ona böyle takılıyordu.
                “İyidir,” dedi Oğuz, “insanın sizin gibi düşmanı olduktan sonra dosta ihtiyacı yok…” Bu da onun klasik lafı olmuştu.
                James yeni hastanın yatağa yatmasına yatmasına yardım etti, tansiyonunu ve nabzını ölçüp bir dosyaya yazdı, sonra diğer hastalara döndü, “Koğuş, bu beyefendi Maşet; Maşet, karşınızda koğuş.”

* * *
1974 yılında bahar, İstanbul’a erken gelmişti, ama yerin altında, siyah granitten oyulmuşa benzeyen, arı kovanı gibi düzenlenmiş bu yapıda değil baharın geldiğini anlamak, bir bombanın patladığını hissetmek bile imkansızdı.
                Zürafaları Lekeleme Komitesi’nin 28. Bölge Şefliği’nde hareketli saatler yaşanıyordu sabahtan beri; giriş-çıkış trafiğine bakılacak olursa bu hareketliliğin merkezi, Şeflik’in de merkezinde bulunan, normalde hiç kullanılmayan, yüksek tavanlı, çok geniş, altıgen bir odaydı.
                Odanın ekranlarla kaplı duvarının önünde duran uzun boylu, iri yapılı, yuvarlak suratlı kadın, kapının açılıp içeri birinin girdiğini fark etmemiş gibi, ekranlardan birinde akıp duran syı ve işaretleri izlemeyi sürdürdü.
                Belli etmeden içeri giren genç ve saçları tamamen kazıtılmış olan adam, gösterişli giysisine çekidüzen verdi, ardından saygılı bir sessizlik içinde beklemeye koyuldu.
                Kadın sonunda genç adama döndü, bir saniye kadar kim olduğunu hatırlamaya çalışırmış gibi onu süzdü, sonra büyük bir gülümsemeyle, “Nasılsın Maşet? Bu ne şık bir takım?” dedi.
                “Teşekkür ederim efendim,” dedi Maşet, ama kadının suratını buruşturduğunu görünce hemen düzeltti, “Teşekkür ederim Karac. Sizi görmek ne güzel bunca zamandan sonra.”
                “Eh, ben de kısa bir tatili hak etmiştim, buraya geleyim, eski dostları da görürüm dedim.” Yine gülümsedi.
                “Çok iyi ettiniz. Son gelişmeleri de izliyorsunuz galiba?” diye sordu Maşet, başıyla az önce Karac’ın karşısında durduğu ekranı işaret ederek.
                “Çalışma hastalığı işte,” diye yanıtladı Karac, ardından çok rahat görünen siyah deri koltuklara doğru ilerledi; Maşet onu takip etmek konusunda ikilemde kaldı, ama Karac otururken eliyle ona işaret edince bir koltuğa da o oturdu.
                “Bunu ben getirdim,” diyerek tuhaf görünümlü bir şişeden iki kadehe içki koydu Karac, “iyi bir içkinin saati olmaz, değil mi?” diyerek birini Maşet’e uzattı. Maşet çok ufak bir yudum aldıktan sonra kadehini koyu bir metalden yapılmış ama sanki içten gelen bir ışıkla parlayan sehpaya koydu.
                “Şadan Berk’in sorunu ne?” diye sordu Karac, arkasına yaslanıp gözlerini Maşet’in gözlerine dikerek.
                “Hala tam ikna olmuş değil, çalışıyoruz,” dedi Maşet, “diğer jüri üyeleri kolaydı, ama bu adam iyi edebiyattan anlıyor az çok, Dünyayı Sırtlananlar’ı da beğenmiş.”
                “Neydi yazarın adı?”
                “Oğuz Altay,” dedi Maşet, “ilk romanı, biliyorsunuz. Asıl engellememiz gereken kitabı ‘Kuram ve Eylem,’ onu daha yazmaya bile başlamadı, ama şimdiden cesaretini kırmak, hiç başlamamasını sağlamak istiyoruz.”
                “Doğru strateji,” dedi Karac, Maşet’i süzdü, “Hayatından memnun musun?” diye sordu birden.
                Beklemediği ve sonunun nereye varacağını kestiremediği bu soru karşısında şaşaladı Maşet, ama kendini çabuk toplayıp “Burada bana çok iyi bakıyorlar,” diyebildi. Yine de huzursuzluğu geçmemişti, sehpanın üzerindeki dergilere kaydı gözü.
                Senin sevdiğim özelliğin ne, biliyor musun,” dedi Karac, “işini kimseye yaptırmıyorsun, her şeyle kendin ilgileniyorsun, başından sonuna kadar.”
                Kafam öyle rahat ediyor, kim nerede hata yapabilir diye endişelenmek zorunda kalmıyorum,” dedi Maşet.
                “Doğru. Başarısız olduğunda da sorumluluğu atacak, suçlayacak kimsen olmuyor kendinden başka.”
                Maşet iyice huzursuzlandı, ama Karac bir kahkaha patlattı. “Moralini bozmak için söylemedim. Şadan Berk’i yola getireceğinden eminim.”
                Karac yerinden kalktı, altıgen odanın bir başka köşesindeki dev yerküre hologramına gitti. Kürenin çeşitli yerlerinde ufak, parlak ışıklar yanıyordu. Karac eliyle Maşet’i yanına çağırdı, Sibirya bölgesindeki ışıkları gösterdi.
                “Bunlar ne biliyor musun?”
                Maşet hayır anlamında başını salladı.
                “Bizden saklamaya çalıştıkları lekesiz zürafalar. Sibirya’ya yeni getirildiler. Birilerinin gidip onları lekelemesi gerekiyor.”
                “Bu yüzden buradasınız,” dedi Maşet.
                “Bravo,” dedi Karac, “ama bu işi birlikte yapacağım, her şeyine güvenebileceğim birine ihtiyacım olacak.”
                “Emrinizdeyim,” dedi Maşet, sırtını hafifçe dikleştirerek.
                “Tahmin ederim. Şu Şadan Berk işi bir elinden çıksın, konuşalım.” Kadehini kaldırıp Maşet’i selamladı. Görüşme bitmişti.

8.1.11

seksek (daha önce yayımlanmamış bir bölüm) – julio cortazar

 [ingilizcesinden çevirmişim vaktiyle. meraklısına.]

Belleğin tuzaklarını, kapanlarını gayet iyi biliyorum, ama bu “bastırılmış bölüm”ün (no 126) hikayesi yaklaşık olarak şöyle:
Seksek bu sayfalardan doğdu; bir roman olarak, bir roman niyetiyle doğdu, çünkü (daha sonra 8. ve 132. bölümler haline gelen) kısa birkaç metin o sırada zaten vardı, bir hikaye etrafında toplaşmaya çalışan metinlerdi bunlar. Bu bölümü bir oturuşta yazdığımı biliyorum, hemen ardından, sonradan “fayans bölümü” olarak adlandırılacak, eşit şiddette bir başka bölüm geldi (kitapta 41 numara). Böylece Oliveira, Talita ve Traveler’ın imgelerinin tanımlandığı, erken bir tür çekirdek ortaya çıktı; birden atılım sönüverdi, acı veren bir duraklama oldu, sonra yine şiddetli şekilde anladım ki hepsini öylece bırakmam, beklemem, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim bir olay örgüsünü geriye doğru katetmem ve sözü geçen kısa metinleri bir çıkış noktası olarak kullanıp, Paris bölümünün tamamını yazmam gerekiyor. 
“Öbür taraf”tan “bu taraf”a hiç çaba harcamadan atladım, çünkü Traveler ve Talita orada, sanki bekliyormuş gibi kalmışlardı, Oliveira da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi oraya onlarla buluşmaya gidiyordu. Sonra bir gün yazmayı bitirdim. Dağ gibi kağıtları yeniden okudum, ikinci bir okumadan sonra eklenmesi gereken bir dolu unsuru ekledim, ardından da temize çekmeye başladım. Sanırım romanın kendisini harekete geçiren bu ilk bölümün fazla olduğunu da o sırada anladım.
Bunun nedeni basit, ama bir o kadar da gizemliydi. Romanı yazmaya başlayalı iki yıl olmuşken, Horacio’nun akıl hastanesindeki gecesinin, bu ilk bölümün “hayali” bir versiyonunda geçtiğini fark etmemiştim; orada da bir mobilyadan bir başkasına iplikler bağlayan biri vardı, Oliveira için olduğu kadar benim için de anlaşılmaz bir törendi bu. Birden, artık eskimiş bu ilk bölüm bir tekrar haline gelmişti, gerçekte tam tersi olsa da. Onu çıkarmam, tüm binanın köşetaşını çekip atmak gibi tatsız bir işi gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Bu gerekli harekette suçluluğa benzer bir duygu vardı, bir tür nankörlük; bir çözüm bulmak mümkün olur mu diye aranmaya başlamam o yüzdendi, temize çekerken Talita ve Traveler’ın –bölümün baş karakterlerinin- adlarını çıkardım, böylece onları kuşatacak hafif bilinmezliğin, akıl hastanesi bölümüyle olan bariz koşutluğu sönükleştireceğini düşündüm. Dürüst bir yeniden okuma, bağlantıların bir santim bile oynamamış olduğunu, törenin benzeş ve mükerrer olduğunu göstermeye yetti, daha fazla düşünmeden köşetaşını çektim, bilebildiğim kadarıyla da bina yıkılmadı.
...Bu sayfalar, beni o sırada olduğum halimle, bir değişim, bir arayış dönemindeki, kuşların uçup gittiği bir dönemdeki halimle cisimleştiren bir kitaba hiçbir şey ekleyemez (ve umarım ondan hiçbir şey eksiltemez).

-Julio Cortazar

     kalktı çünkü kahvesinin son yudumunu içtikten sonra işareti yapmış ama     ona boş boş bakıp ölüm ilanlarını okumak için gazeteyi almaya gitmişti, kahve içtikten sonra yapılacak şey buydu.     bir an durakladı, sonra da biraz daha kahve yapacağını söyledi, çünkü hala gerçek kahve içmek istiyordu,     ‘nın mavi teneke kutuda çekilmiş kahve kalmamasını mazeret göstererek yaptığı o beyaz sıvıyı değil.     buna aynı beyazlıkta bir bakışla yanıt verdi,     yine o işareti yaptığındaysa gözleri kendilerinin yavaş yavaş indirilmesine izin verdi ve (bir sabah gazetesinde) şöyle birşey aramaya başladılar, Juan Roberto Figueredo (huzur içinde yatsın) 13 Ocak 195  ‘de huzurlu bir şekilde aramızdan ayrıldı, Kilise tarafından kutsandı ve son ayinler yerine getirildi. Eşi, vs. Isaac Feinsilber (huzur içinde yatsın), vs. Rosa Sanchez de Morando (huzur içinde yatsın). Tanıdığı kimse yoktu, bugün yoktu, tanıdığı birine benzeyen ve kuşkulanmaya, soy ağacı çıkarmaya izin verecek tek bir ad bile yoktu işte.     kahveyle döndü ve     ‘nın fincanına kaşık kaşık şeker doldurmaya başladı,     bakmıyordu çünkü gazeteye gömülmüş, Remigio Diaz (huzur içinde yatsın) hakkında yazılanları okuyordu.     sonra      ‘nın fincanını ağzına kadar kahveyle doldurdu, sonra da kendininkini, bir yandan da boştaki eliyle bir sigara paketi çıkarıp ısıracakmış gibi ağzına götürdü, ama bu, diğer sigaralara dokunmadan dudaklarıyla becerikli bir şekilde tek bir sigara çıkarmak içindi.
“Çok uykum var,” dedi    on dakika sonra.
“Öyle haberler okursan,” dedi     , bu sözleri bekliyordu ve ciddi şekilde endişelenmeye başlamıştı.
    narin bir şekilde esnedi.
“Yatak yapılı değil, git tadını çıkar,” dedi     . “Sonra uğraşmak zorunda kalmazsın.”     ona, o işaretleri yeniden yapmasını umarmış gibi baktı, ama     ıslık çalmaya başlamıştı, gözleri tavana sabitlenmişti, daha doğrusu bir örümcek ağına. Sonra     ,     ‘ın yaptığı işaretlere beklenen yanıtla (elini sol kulağının üzerinden, sevecenlik ve uyum işareti olacak şekilde geçirmek)  karşılık vermediği için     ‘ın kendisine bozulmuş olduğunu düşündü ve biraz uyumaya gitti, nefis bir güveç yemeğinden arta kalanları da masada bıraktı.
     üç dakika bekledi, pijamasının üstünü aldı ve yatak odasına girdi.     çoktan uyumuştu, sırtüstü. Sıcak olduğu için hem battaniyeyi, hem de yorganı atmıştı;     ‘ın istediği tam da buydu, bir de    ‘nın o sabah kalktığında üzerinde olan gecelikten başka birşey giymiyor olması. Mavi sabahlık yatağın ucundaydı, kadının ayaklarını örtüyordu,    terliğinin ucuyla sabahlığı tutup bir köşeye şutladı. Kötü nişanlamıştı, sabahlık neredeyse pencereden dışarı uçuyordu, bu da tatsız bir durum olurdu.
          pantalonunun sol cebinden bir tüp Secotine zamkı ve bir yumak siyah iplik çıkardı. İplik parlak ve oldukça kalındı, neredeyse paket ipi kadar.     dikkatli bir şekilde elini pantalonunun sağ cebine soktu ve oradan da bir parça tuvalet kağıdına sarılmış bir jilet çıkardı. Tuvalet kağıdı yırtılmıştı, jiletin kenarı görülebiliyordu. Yatağa oturan     , bir opera parçasını gürültülü bir şekilde ıslıkla çalarak çalışmaya başladı.         ‘nın uyanmayacağından emindi, çünkü çok kahve içtiğinde hep derin bir uykuya dalıyordu, ayrıca uyanması     ‘ı çok şaşırtırdı, çünkü kahvesine yüklü miktarda oxtaline katmıştı. Tersine,     ‘nın uykusu oldukça olağandışıydı; püfleyerek nefes alıyordu, o yüzden her beş saniyede bir üst dudağı bir perde gibi şişiyor, o sırada hava da gürültülü bir püflemeyle altından içeri giriyordu.     bunu, siyah iplikten ne kadar lazım olduğunu göz kararı belirleyip ipliği keserken ıslıkla çaldığı opera parçası için bir ritim olarak kullandı.
Secotine zamkının tüpü, ağzını hem kapamak, hem de açmak için kullanılan yuvarlak toplu bir iğnenin çekilmesiyle açılır, bu da yapımcısının yeteneği hakkında bir fikir verecektir. İğne bir kez çıktığında çoğu zaman tüpün ucunda bir damla belirir, oldukça iğrenç bir maddedir bu, çoktan ünlü olmuş bir kokusu ve belgelenmiş yapışkan özellikleri vardır.     büyük bir dikkatle ve Bella figlia dell’amore’den çeşitlemeler yaparak siyah ipliğin ucunu Secotine’le ıslattı ve     ‘nın üstüne eğilerek, ıslak ucu kadının alnının ortasına bastırdı, ipliğin parmağına yapışmadan alına yapışmasına yetecek kadar bir süre parmağını orada tuttu, yani aşağı yukarı beş saniye. Ardından (tüpü, iğneyi ve iplik yumağını şifoniyerin üstüne bıraktıktan sonra) bir sandalyeye çıkıp ipliğin öbür ucunu, yatağın üstünde asılı olan ve     ‘ın (artık geçmişte kalmış ve yinelenmemiş) yalvarmasına karşın      ‘nın pencereden dışarı atmayı reddettiği avizenin kristal prizmalarından birine yapıştırdı.
İpliğin yeterince gergin olduğuna kanaat getiren      (çünkü insan yapısı şeylerde sarkmalardan nefret ederdi), elinde jiletle yatağın sol tarafına yerleşti ve tek bir hamlede     ‘nın geceliğini koltukaltından başlayarak kesti. Ardından kolu iki yanından, kol ağzına kadar kesti, aynı şeyi öbür tarafta da yaptı. Kol ağızları yılan derisi gibi düşüverdi, ama            geceliğin önünü kaldırıp     ‘yı çırılçıplak bırakma aşamasına geldiğinde       belirli bir ciddiyete bürünerek devam etti.     ‘nın bedeninde onun bilmediği hiçbir şey olamazdı, ama yine de onun bedenini birden karşısında görmek     ‘ın başını her zaman döndürmüştü, her ne kadar Büyük Gelenek bunun etkisini azaltmayı her zaman başarmışsa da. Hiçbir şey, bir bakışta      ‘nın göbek deliği kadar başını döndüremezdi; şekerleme gibiydi, nakledilmiş ama tutmamış bir organ gibiydi, bir davulun içine atılmış bir ilaç kutusu gibiydi.      bu göbek deliğini yukarıdan her görüşünde ağzını çok beyaz ve çok tatlı tükürükle doldurup yavaşça deliğe tükürmek ve onu sıcak, dantelsi sıvıyla doldurmak için karşı konmaz bir arzu duyuyordu. Bunu birçok kere yapmıştı ayrıca, ama şimdi bunun sırası değildi, o yüzden iplik yumağını bulmak için döndü ve önce bazı uzaklıkları ölçüp, ipliği çeşitli uzunluklarda kesmeye başladı. İlk iplik parçasını (çünkü alından avizeye giden parça, hesaba katılamayacak eski bir yemin gibiydi)     ‘nın sol ayağının baş parmağına bağladı; bu parça baş parmaktan tuvalet kapısının tokmağına uzanıyordu. İkinci iplik parçasını ikinci parmağa ve yine kapı tokmağına bağladı; üçüncüsünü üçüncü parmağa ve kapı tokmağına; dördüncüsünü dördüncü parmağa ve meşe şifoniyerin üstündeki bolluk sembolü biçimindeki, üç parçaya ayrılmış oymaya bağladı; beşinci iplikse serçe parmağından, avizenin başka bir kristal prizmasına çekildi. Bütün bunlar yatağın sol tarafında oluyordu.
     , memnun bir halde bir başka iplik parçasını     ‘nın sol dizine yapıştırdı ve otel avlusuna bakan pencerenin çerçevesinin üst kısmına çekti. Tam o anda dev bir kurt sineği açık penceren içeri girip     ‘nın bedeni üzerinde vızıldamaya başladı.     sinekle hiç ilgilenmeden      ‘nın kasığına, sol bacağının üst kısmına ve oradan yine pencere çerçevesinin üst kısmına başka bir iplik yapıştırdı. Karar vermeden önce bir süre düşündü, sonra Secotine tüpünü alıp     ‘ın göbek deliğine, doldurana kadar sıktı. Hemen altı ipliği buraya yapıştırdı ve bunları avizeden sarkan beş kristal prizmaya ve pencere çerçevesine uzattı. Bu yeterli gelmeyince deliğe sekiz iplik daha yapıştırdı, bunları da yedi prizmaya ve pencere çerçevesine yapıştırdı. İki adım geri çekilen (yatak, pencere ve     ‘nın bedeninden pencere çerçevesine uzanan ipliklerin arasında biraz sıkışmış gibiydi)     , bitirdiği işe beğeni dolu bir ifadeyle baktı ve yeterince iyi buldu. Bir sigara daha çıkarıp dudaklarını yakmaya başlamış olan izmaritle yaktı. Birden bir yarım düzine iplik daha kesip bunlardan birini     ‘nın sol meme ucuna, bir tanesini sol koltukaltının kıllarına, bir tanesini kulak memesine, bir tanesini ağzının sol kenarına, bir tanesini de sol gözünün kenarına yapıştırdı. İlk üçünü avizenin kristal prizmalarına çekti, diğerleriniyse pencerenin çerçevesine, ama çok zorlandı çünkü hiç hareket edecek yer kalmamıştı neredeyse. Bunu yaptıktan sonra sol elin her bir parmağına ve aynı taraftaki dirseğe ve omuza iplikler yapıştırdı. Ardından Secotine’in ağzını, bu iş için yapılmış iğneyle kapattı, pantalonunun kıç cebinde büyük bir dikkatle taşıdığı tuvalet kağıdıyla jileti sardı ve her ikisini iplik yumağıyla birlikte, sözü edilen giysinin sol cebine koydu. Hayret verici derecede gergin gözüken ipliklere dokunmamak için büyük bir özen göstererek eğildi, yatağın altına girdi ve tamamen tüy ve tozla kaplı bir şekilde öbür taraftan çıktı. Sokağa bakan pencerenin önünde silkelendi, iş gereçlerini bir kez daha çıkardı, kestiği iplik parçalarını     ‘nın bedeninin sağ tarafında çeşitli yerlere yapıştırdı, genelde sol tarafla bakışımlı olmasına dikkat etti ama arada çeşitlemeler yaptı; örneğin sağ kulak memesine denk gelen iplik, kulak memesiyle tuvalet kapısının tokmağı arasına gerilmişti; sağ gözün kenarından gelen iplik, sokağa bakan pencerenin çerçevesine yapıştırılmıştı. Son olarak (bu işi bitirmek için hiçbir acelesi olmamasına karşın)     oldukça çok sayıda iplik parçası kesip bunlara epeyce bir Secotine sürdükten sonra çılgın bir doğaçlamaya girişti, bunları     ‘nın saçları ve kaşları arasında dağıtıp çoğunu avizenin kristal prizmalarına yapıştırdı, ama yine de bazılarını sokağa bakan pencerenin çerçevesi, tuvalet kapısının tokmağı ve oyulmuş bolluk sembolü için ayırdı.
Tüpü, jileti ve iplik yumağını cebine koyduktan sonra yatağın altına giren      , tuvaletin kapısına gelene kadar yerde süründü. Kapı tokmağına ulaşan ipliklere dokunmamak için çok yavaş bir şekilde ayağa kalkıp yapıtına memnuniyetle baktı. Pencerelerden sarımsı, oldukça pis bir ışık geliyordu, örneğin karşıdaki boyası dökülen duvarın yansıması gibi; suratında keyifli bir ifadeyle birşeyler emen bir bebek resminin kalıntıları duruyordu duvarda hala; ama boya şeritler halinde dökülmüştü ve bebeğin ağız yerine morumsu bir yarası vardı, alttaki oldukça kekeme harflerle övülen ürün için pek de iyi bir reklam sayılmazdı bu. Sokak korkunç dardı ve bir taraftaki pencereler öbür taraftan en fazla bir buçuk metre uzaktaydı. O sırada     ‘nınkisi dışında tek bir pencere açık değildi, ama     o saatte büyük olasılıkla orada olmazdı, ya da uyuyor olurdu. Sinek    ‘ı çok sinirlendirmeye başladı, sineği pencereden kışkışlamak isterdi, ama bunu yapabilmek için yatağın ayak ucuna ilerlemesi ve elini avizenin hizasında sallaması gerekecekti, bu da o yöne çekilmiş çok sayıdaki iplik yüzünden imkansızdı.
“Çok sıcak,” diye düşündü     , alnını elinin tersiyle silerek. “Gerçekten korkunç sıcak.”
Aslında panjurları indirmeyi isterdi, ama iplikler arasında ilerlemenin güçlüğünden tümüyle bağımsız olarak,      ‘nın bedenini tam bir netlikle görmesi için gerekli olan ışık gelmezdi o zaman.      ‘nın çıplaklığı, fondan keskin bir şekilde ayrılıyordu, sırtüstü yatakta yattığı için değil, siyah iplikler her yerden toplanıp onun üstüne düşüyormuş gibi gözüktüğü için. O kadar gergin olmasalar yaratacakları toplam etki tümüyle karman çorman olurdu, bu yüzden     kendini el becerisinden ötürü kutladı, her ne kadar doğal olarak zor beğenen ruh hali yüzünden, pencere çerçevesinden sağ gözün kenarına giden ipliğin biraz gevşek olduğunu fark etmek zorunda kaldıysa da. Bir an için     ‘nın hareket ettiğini, gerilimlerin genel dengesini değiştirdiğini düşündü, ama ipliklerin tümüne bakması, bu olasılığı reddetmesi için yeterli oldu. Ayrıca     ‘nın kahvesine koyduğu uyku ilacı miktarı,     ‘nın gözlerini kırpmasına bile izin vermezdi.      en gevşek ipliğin oraya kayarak gidip gerginleştirmeyi düşündü, ama büyük olasılıkla onunla pencere çerçevesinde birleşen ipliklerden bazılarını bozacaktı. Sonuç olarak işin iyi olduğuna ve biraz dinlenip bir sigara daha içebileceğine karar verdi.
Sekiz dakika sonra izmariti pencereden sokağa fırlatıp, olduğu yerden ayrılmadan giysilerini çıkardı. Uzun, ince bedeni bir gravürden çıkmış gibiydi (     bunu sık sık söylerdi). Her ne kadar     onu göremese de,     anlaşmış oldukları işareti yaptı ve bir otuz saniye boyunca yanıt bekledi. Sonra yatağa yanaşmaya başladı, yavaş yavaş, sonsuz bir özenle, tuvalet kapısının tokmağına giden ipliklere değmemeye çalışıyordu. Bunu yapabilmek için her gerektiğinde eğilip kalkıyordu, sonunda yatağın tam ayak ucuna geldi,     ‘nın iki ayağı ve kendi bedeninin oluşturduğu üçgeni kapattı.     gözlerini açıp ona bakmaya başlayana kadar bir süre bekledi.      ‘nın onu gördüğünden emin olunca (çünkü bazen bilinçsizlik durumu uyandıktan birkaç dakika sonrasına kadar devam ediyordu) bir parmağını kaldırdı ve ipliklerden birini işaret etti.      ‘nın gözleri iplikler boyunca gidip geldi, kaşlarından ve gözlerinin kenarlarından çıkanlardan başladılar ve tüm bedenini boylu boyunca taradılar. Avizenin kristal prizmalarına uzanıp çıkış noktalarına geri geldiler; yeniden başlayıp avluya bakan pencereye uzandılar, sonra dönüp bir dizde ya da meme ucunda duraladılar; sokağa bakan pencereye giden siyah yolu izleyip yeniden kasığa ya da ayak parmaklarına döndüler.     kollarını kavuşturmuş bekliyordu,     ‘nun mavi dönem resimlerinden çıkmış gibiydi tam.
    iplikleri gözden geçirmeyi bitirince, iç geçirmeye benzer birşey göğsünü şişirdi ve dudaklarını kabarttı. Dikkatli bir şekilde sağ kolunu oynattı, ama avizenin kristal prizmalarının şıngırdadığını duyunca durdu. Kurt sineği ağır ağır uçuyordu, ipliklerin arasından kayıyor,     ‘nın karnının etrafında dönüyordu, tam     ‘nın     kabartısına konacaktı ki tavana doğru yükseldi ve kartonpiyerlerden birine yapıştı.     ve     onun uçuşunu yorgun bir ilgiyle izledi; sineğin tavana tamamen orada kalmak niyetiyle konduğundan emin olana kadar da birbirlerine bakmadılar.
     bir dizini yatağğın kenarına koydu, başını eğdi ve onu kıpırdamadan izleyen     ‘ya doğru eğilmeye başladı. Öbür diz de yatağın kenarında belirdi, gövdeyse yatay bir şekilde ilerliyordu, ellerden biri, tam     ‘nın bacaklarının arasından döşeği kavramaya çalıştı. İpliklerle çevriliydi, ama hareketleri öyle ince hesaplanmıştı ki dizlerinden birini kaldırıp döşeğe koyduğunda tek bir tanesine dokunmadı bile: ardından ikinci diz, öbür elle birlikte geldi,      dizlerinin üstünde,      ‘nın bacakları arasında bir yay gibi gerilmiş duruyordu, hızlı hızlı nefes alıyordu çünkü manevrası yavaş ve zor olmuştu, baldırları ağrıyordu, hala yatağın kenarında duruyordu.
     başını kaldırıp     ‘ya baktı. İkisi de terliyordu, ama     saydam ter damlacıklarının oluşturduğu ince bir ağla sarılıyken,      ‘nın hem yüzü, hem de omuzları tere batmıştı, oysa göğüsleri ve karnı kuruydu.
“Birisi işareti yapıyor, ama öbürü bulutlarla oynuyor,” dedi     .
“Bulutlar da bir yanıttır,” dedi     .
“Başkasının lafı.”
“Tam sana layık.”
     bekledi.
“Sonunda becerdin,” dedi     . “Aylardır beni bunun için hazırlıyordun. Önce bana boktan şeyler ezberleyip okumayı, bir Tibet kadını gibi dans etmeyi, bir Eskimo gibi yemek yemeyi, bir köpek gibi sevişmeyi öğretme saplantınla. Sonra beni tırnaklarımı kesmeye zorladın, dolu yağdığı o gün beni sokağa attın, kızılötesi bir lambası olan tahta bir kutunun içine kilitledin, bir pul albümü aldın bana. Bunlar hiçbir şeydi.”
“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun,” dedi     , o kadar alçak bir sesle söyledi ki bunu,      şaşırmışçasına gözlerini açtı. “Benim aşkım bu yumruğun içinde sıkı sıkı tutuluyor, paramparça ediliyor, kırılıp dökülüyor, vınlayan bir top haline gelene kadar, cebimden çıkarıp yakmak için, dövmelerle bezemek için bedeninin yanına koyabileceğim portatif bir yıldız haline gelene kadar. Sana işaret yaptığımda hiç yanıt vermiyorsun, yıldız bacaklarımı kızartıyor, kaburgalarımın üzerinden Sargasso Denizindeki bir fırtına gibi geçiyor, Kraken’in yüzdüğü, binlerce denizanasının gecenin içinde yavaşça döndüğü, fosfor ve plankton banyosunda çifleştiği o varolmayıştaki bir fırtına gibi.”
“Bütün bunlar da benim suçum, öyle mi?”
“İplikleri oynatacaksın,” dedi     . “Ağzını oynattığında iki ipliğin konumu değişiyor.”
“Nedir bu iplikler?” dedi     .
“Ne demek nedir bu iplikler?” dedi     . “Yarım saat uğraştım, her tarafım tüy, toz oldu. Yatağın altını hiç süpürmüyorsun. Daha da beteri, odayı süpürüp pisliği yatağın altına saklıyorsun. Şimdi keşfettim bunu. Benim aşkım da böyle, biraraya gelen, birleşen, kaynaşan, birbirine yapışan ufak tefek parçalar gibi. Ama ben terliyorum, pislik terlemiyor.”
“Sanki yüz yıl uyumuş gibiyim,” dedi     . “Ne kadar uyudum,     ?”
“Yüz yıl,” dedi     .
“Çokmuş, yüz yıl.”
“Uyanık kalan için, evet.”
“Korkunç sıkılmışsındır.”
“Kesinlikle,” dedi     . “Sen uyuduğunda dünyayı da yanında götürüyorsun, bense perspektif çizgilerinin kestiği bir tür hiçlikte kalıyorum. Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor.”
O yüzden böyle oyunlar oyu,nuyorsun,” dedi     , ipliklere bakarak.
“Bu oyun değil,” dedi     . “Çırılçıplak birbirine bakmak.”
“Yemin ediyorum,” dedi     . “Galiba işareti görmedim.”
“Tabii ki gördün.”
“Görseydim yanıt verirdim. Seninle uyanık olmayı tercih ederim.”
“Açıklamalar arıları emzirmeye hiçbir zaman yetmemiştir,” dedi     .
“Belki de gördüm ve karşılık vermedim, ama bunun nedeni havanın sıcaklığıydı, hem sonra yatmadan önce bulaşıkları yıkamam gerekecekti.”
“Önce bulaşıklar,” dedi      . “Mükemmel bir ilke. Kimbilir kaç bıçaklamanın altında hiçbir hakimin kabul etmeyeceği bu özür yatıyordur. Göğsümü yalamaktansa küçük ve çalışkan bir sümüklüböcek gibi bulaşıkları yalamayı yeğlersin. Dört ya da sekiz şeklinde bir iz bırakırsın. Hatta daha da iyisi, yedi şeklinde bir iz, kutsallıktan sarhoş olmuş bir sayıdır ya. Ama hayır, önce bulaşıkları yalayacağız, Kraliçe Victoria da öyle derdi, Önce bulaşıkları yalayacağız.”
Ama çok pisler,     ,” dedi      . “Mutfakta en son on beş gün önce birşey yıkadık. Kirli tabaklarda yemek yediğimizi fark ettin sen de, böyle devam edemeyiz.”
“İplikleri bozuyorsun,” dedi      .
“Şimdi bana işareti yapsan, şu anda bile...”
Bir ıslık duyuldu, S biçimindi. Sokağa bakan pencereden geliyordu.
     bu,” dedi     . “Beni çağırıyor.”
“Dışarı eğilmeden önce üstüne birşey giy,” dedi     . “Çıplak olduğunu hep unutuyorsun.”
“Ben hep çıplağım. Bunu unutan sensin.”
“İyi öyleyse,” dedi     . “Ama en azından pijamanın altını giy. Peki ben ne kadar böyle kalacağım?”
“Bilmiyorum,” dedi     . “Önce gidip bir      ‘e bakayım, ne istiyor diye.”
“Birşey almak içindir, eminim. Bir sigara, kibrit, öyle birşey.”
“Bağımlılığı var.”
“Ama sen de onu koruyorsun.”
“Eh, normal insanları koruyacaksan....”
“Doğru,” dedi     . “ne e olsa     iyi bir adam. Baksana nasıl ıslık çalıyor. Islık çalışı inanılmaz. Ben denesem ağzım paramparça olurdu.”
     simyacı,” dedi     . “Havayı bir cıva şeridine dönüştürüyor. Kahretsin, kafayı yemiş.”
“Baksana bir ne istiyormuş? Bu ipliklerle pek rahat değilim ben.”
     bir süre sessiz durup      ‘nın sözlerini düşündü.
“Biliyorum,” dedi. “Seni bırakayım da şu bulaşıkları yıka istiyorsun.”
“Vallahi istemiyorum. Burada seninle kalırım. İşareti yaparsan yemin ederim ki...”
“Orospu, orospu, seni orospu,” dedi     . “İşareti yaparsam, öyle mi? Şimdi gelmiş, işareti kullanarak barışmak istiyorsun. İşaretten baba ne, sen uyurken seni nasıl olsa becermişsem? Şimdi bile tek yapmam gereken şey bir yarım metre kaymak, bu nefis kara ağın içinden, bu kadırganın yelken ipleri arasından bir martı gibi geçmek ve bir hamlede içine girip sana çığlık attırmak, çünkü beklemediğin bir anda içine girdiğimde hep çığlık atıyorsun. Sen de istiyorsun, son beş dakikadır kokunu alıyorum ve fena halde istediğini biliyorum, kullanılmış bir eldivene elimi sokar gibi sokabilirim sana, çiftleşme konularında uzman olanlar tarafından önerilen mükemmel nemlik derecesindesin, seni azgın deniz salyangozu seni.”
“Ben uyurken yaptın mı gerçekten?” dedi      .
“En kusursuz şekilde hem de, ama bunu asla anlayamazsın sen,” dedi      , ipliklere derin bir beğeniyle bakarak. “İşaretin, pis mutfağının ve herşeyden çok da senin hayvani arzularının ötesinde. Ses çıkarma, ipleri oynatıyorsun.”
“Lütfen,” dedi     ,”gidip      ne istiyormuş bak, sonra panjurları indirip bana gel. Yemin ediyorum hareket etmeyeceğim, ama çabuk ol.”
     bir kez daha sessizce düşündü       ‘nın sözlerini.
“Belki,” dedi. “Hareket etme. Seni havluyla biraz sileyim mi? Kakım gibi terlemişsin.”
“Kakımlar terlemez,” dedi     .
“Su gibi terlerler hem de,” dedi     .
Barışırken hep kakımlardan söz ederlerdi.
“Şimdi sorun buradan nasıl çıkacağımda,” dedi      . “O kadar çok iplik var ki birine çarpabilirim, geri geri giderken de altıncı hissin ileri giderkenki kadar güçlü olmaz. İnsanın ileri gitmek için yaratılmış olması inanılmaz birşey. Arkadan birer hiçiz. Geri viteste giderken en acarı bile ilk vites değişiminde bir posta kutusuna geçirir. Bana yol göster. Önce şu bacağı çıkarıp şu dizi yatağın kenarına koyacağım.”
“Biraz daha ileriye, sağa doğru,” dedi      .
“Galiba ayağımla bir ipliğe dokunuyorum,” dedi     , arkasına bakıp hareketini düzelterek.
“Şöyle bir değdin, o kadar. Şimdi öbür dizini çıkar, ama yavaş yavaş. Çok güzel görünüyorsun, ter içinde. Pencereden gelen ışık da seni yeşile boyamış gibi. Küflenmiş birşeye benziyorsun, yemin ederim. Hiç bu kadar güzel görünmemiştin bana.”
“İltifat etmeyi kes de yönlendir,” dedi      , hiddetle. “Sence ayağımı yere mi koyayım, yoksa kayarak mı ineyim? Öyle yaparsam inciklerim soyulacak, bu yatağın kenarı çok keskin.”
“Önce sağ ayağını yere koy,” dedi     .”Mesele şu ki yeri göremiyorum; hareket bile edemezken seni nasıl yönlendireceğim?”
“Tamam,” dedi     . “Şimdi yavaşça eğilip geri geri gideceğim, santim santim, tıpkı      ‘ın romanlarındaki gibi.”
“O uğursuz kuşun adını anma,” dedi      .
Bir bataklık timsahı gibi sürünen      , pencere çerçevesine giden ipliklerin altından yavaş yavaş geçti. Bir daha      ‘ya bakmadı, şifoniyerdeki bolluk sembolünü incelemeye verdi kendini, bolluk sembolünden bir ayak parmağına ve      ‘nın saçına ve kaşlarına giden ipliklerin üstesinden gelme sorununa yoğunlaştı. Bu şekilde ipliklerin çoğunun altından geçti, ama sonuncusunun üstünden atladı. Ancak o zaman, eli tokmaktayken dönüp baktı      ‘ya, uyuyor gibiydi. Pencereye gitmek yerine kapının yanında durmakta olduğunu fark etti, buradan ipliklere dokunmadan yatağın başucuna ulaşmak kolaydı. Parmak uçlarında       ‘ya yaklaşıp saçına üflemeye başladı. İplikler titreşti, kristal prizmalar şıngırdadı.
“Buraya gel,” dedi      , çok alçak bir sesle.
“Yoo, olmaz,” dedi      , uzaklaşarak. “Sana işaret yaptım, yanıt vermedin.”
“Gel dedim, çabuk buraya gel.”
      kapıya doğru baktı.       güçlükle nefes alıyordu, siyah iplikler kanını emiyordu sanki. Son bir kristal prizmanın billur sesi duyuldu, sonra da öğlen uykusunun sessizliği. Karşı evden korkunç bir ıslık yükseldi, alt kattan da birinin gaz çıkarmasına benzer bir yanıt geldi.
“Şahane bir osuruk yolladılar bizimkine,” dedi      .”Gerçekten hak ediyordu ama.”
“Lütfen buraya gel,” diye yalvardı     . “Seni böyle beklemek çok acı veriyor, ölecek gibi oluyorum. Bu akşam sana kim et pişirecek sonra?”
       kollarını açtı, derin bir nefes aldı ve yatağa atladı, bir kol hareketiyle bütün iplikleri süpürdü. Kristal prizmaların çıkardığı gürültü,    ‘ın yatağın öbür tarafında yere atlamasının sesiyle ve iki eliyle karnını tutan      ‘nın çığlığıyla çakıştı.       ,        ‘ın üstüne düşüp onu ezdiğinde, tüm ağırlığıyla üstüne yüklendiğinde, onu ısırdığında ve –meye başladığında       hala acıyla çığlık atıyordu. “Göbek deliğim çok acıyor,” demeyi başardı     , ama      onu duymuyordu, sözcüklerden çok uzaktaydı. Odanın havası iyiden iyiye Secotine kokmaya başladı, kurt sineği de sallanan avizenin çevresinde uçmaya koyuldu. Siyah iplik parçaları her tarafta böcek bacakları gibi oynuyordu, yatağın kenarından aşağı düşüyor, birbirlerinin üstünden geçiyor ve kopuyorlardı.
İplik parçaları     ‘ın ağzına burnuna girmişti, bir tanesi ensesine dolanmıştı,     ise ellerini neredeyse bilinçsizce hareket ettiriyordu, okşamaları, her tarafından çıkan ipliklerden kurtulmak için umarsızca elini kolunu oynatmasına karışıyordu. Bütün bunlar neredeyse sonsuza kadar sürdü, bolluk sembolü yere düşmüş ve üç yerinden kırılmıştı, parçalardan biri daha büyüktü, diğer ikisi neredeyse aynı boydaydı, bu da altın orana uygundu.