30.6.11

son kurgu

"bir çırpıda ölüm. ama, ölümün de kentten uzaklaştığı söyleniyor gün gün. olsun, karanlık, yanımızda bir uykudan çıkarak geriniyor; esniyor. sonra kenti gezmeye, denetlemeye çıkıyor. dün, gölgesi büyük bulutlarla üzerimizdeydi; ak da elindeydi onun kara da. adlandırılmayı bekliyor, başaramıyorsun. adlandırsan da, kaçıyor kendisine adanan sözcükten... gecelerin beni asla öpmeyeceğini biliyordum. kendisine özgü bir ruhbilim öğrencisinin, bir muvakkit olarak mesela, hani çağdaş bir muhaddis olarak mesela, puvantör canım, puvantör Ali olarak mesela, üç ile beşi, yedi ile dokuzu, kırk ile falancayı birbirinden ayırt edemeyen bir mühendis olarak mesela, kuşu kediyi buzu gölgeyi birbirine katan ve bu işin içinden çıkamayan biri olarak mesela, gecelerin beni hiç öpmeyeceğini, döveceğini biliyordum..."

güz her şeyi bilir (1998)
hulki aktunç
1949-2011

29.6.11

edebiyatta içtenlik ve fal

bir genelleme olarak amerikalılar, yazarlarının içten olmasına bayılır, hatta en çok aradıkları özellik budur diyebiliriz, "içten ol ciğerimi ye" bir okurdur amerikan okuru. bu da anlatım yeniliklerinden ya da özelliklerinden çok, hikayenin kendisine ve onu aktaran dilin sıcaklığına odaklanmayı getirir beraberinde. entellektüel yaklaşımlara prim vermezler, "harbilik" isterler.

yeşim erdem'in filedelfiya hikayeleri'ni okurken bunu düşündüm. kitabı kitapçıda kurcalarken, kasabalılara tarım ilacı satmaya çalışan bir adamın konuşmalarını okuyup düpedüz gülmüş ve sonra bunun başıma ne kadar az geldiğini fark edip satın almıştım. iyi yapmışım. öyküler birer mizah öyküsü değil, yanlış anlaşılmasın, ama belli bir ironi var hepsinde, sevimli bir ironi bu, yakıcı değil; ya anlatıcının dilinde, ya da karakterlerin repliklerinde. bir karakter grubu düşünün, sırayla başrole çıkıyorlar, diğerleri arkaplanı oluşturuyor, figüranlık yapıyor. mekan aynı kasaba ve bağlantılı olduğu yerler (gıyabında izmir ve istanbul örneğin), zamansa yaklaşık bir otuz yıllık dönem, kabaca seksenlerden günümüze. yeşim erdem'in yazar olarak erdemi, karakterlerini çok iyi hissediyor ve okuyucuya hissettiriyor oluşu ve bunu psikolojizm tuzağına pek düşmeden yapması. onlara ve hikayelerine öyle içtenlikle yaklaşıyor, onların da birbirleriyle ilişkilerinde aynı içtenliği sergilemesini öyle iyi sağlıyor ki, zaman zaman diyalogların kasılmasını ya da bazı öykülerin öykü olamayıp anı ya da karakter eskizi olarak kalmasını insan rahatça sineye çekiyor. (lakin kitabın adını "filedelfiya" koyup sonra kapakta philadelphia'dan bir ev resmi kullanmak nedir kuzum?)

orçun türkay'ın belkıs, cevat ve ne idüğü belirsizler adlı küçümen öykü kitabı çok farklı bir "eda" barındırıyor. içtenlikten yoksun olduğundan değil; karakterlerle anlatıcının, anlatıcıyla yazarın iç içe geçmesinden, yer değiştirmesinden gelen bir içtenlik burada da var. ama bu kitabın ilginç yanı, orçun'un kendi çizimlerinden/desenlerinden birer kahve falı gibi yararlanması, onları okumaya çalışarak çatması öykülerini, hatta bizzat bu çatma işlemini ortalık yerde yaparak, öykünün yaratılma sürecini ifşa etmesi, bunu öykünün parçası haline getirmesi. içtenlikse, bu da içtenlik işte. öyküler de bu çizimlerin doğasını paylaşıyor: yer yer ayrıntılı ve işlenmiş, yer yer bir iki kalem darbesiyle geçilmiş.

28.6.11

kürtler ne istiyor? hangi kürtler istiyor?

kafamı kurcalayan birtakım sorular var, başlıktaki sorulara bağlanıyorlar sonuçta, şöyle açabilirim: türkiye'nin toplam nüfusu yaklaşık 74 milyon, seçmen sayısıysa 50 milyon. türkiye'deki kürt nüfusu yaklaşık 13,5 milyon, kürt seçmen sayısı da 50/74 oranından hareketle yaklaşık 9 milyon. bdp'nin toplam oy sayısı 2,8 milyon. yani bağımsız oyların hepsi bdp'ye yazıldığında bile, bdp'nin de tüm oylarını kürt seçmenlerden aldığını kabul ettiğimizde bile, 6,2 milyon kürt seçmenin ne istediğini bilmiyoruz demektir. başka bir açıdan bakalım: toplam kürt oyları, toplam seçmen sayısının %18'ine tekabül ediyor, yani bdp türkiye genelinde %10 oy barajını normalde rahat rahat geçebilmeli, mhp'den fazla oy alabilmeli. ama alamıyor. bu biraz tuhaf değil mi?

buradan, başka sorular çıkıyor tabii: kürt haklarını, kürtlere rağmen savunmak bir sorun teşkil etmemeli (işçi hakları -bazı- işçilere rağmen, kadın hakları -bazı- kadınlara rağmen savunulmak zorunda kalmadı mı, bu da öyle birşey deriz, geçeriz), ama kürt hakları hareketini omuzlayan kürtler için, kürt çoğunluğu ikna edememiş olmak ne anlama geliyor, diye düşünmek gerekmez mi? bu çoğunluk da mı stockholm sendromundan mustarip? bdp'nin hangi taleplerini benimsemiyorlar mesela? neden benimsemiyorlar? bdp için, kitlenin taleplerini politikaya taşımak yerine, kendi taleplerini kitleye benimsetmek daha mı önemli? "bölge"de ve "bölge" dışında yaşayan kürtler için, kürt hakları için böylesi daha mı iyi?

24.6.11

yazar, pasta için yazar

"Dinle, söylememem gereken birşey söyleyeceğim, çünkü kimse inanmayacak, ama ün benim için zevkli birşey değil. Yazdıklarım sayesinde geçiniyor olmaktan memnunum, o yüzden de ünün popüler ve eleştirel yanlarına katlanmak zorundayım. Ama tanınmayan biriyken daha mutluydum. Çok daha mutlu. Artık Latin Amerika'ya ya da İspanya'ya gittiğimde on adımda bir birileri beni tanıyor, imza istemeler, sarılmalar... Çok da dokunaklı birşey, çünkü çoğu oldukça genç okurlar bunların. Yaptıklarımı beğenmeleri beni mutlu ediyor, ama özel hayat düzeyinde benim için korkunç derecede sıkıntı verici. Avrupa'da plaja gidemiyorum; beş dakika geçmeden bir fotoğrafçı geliveriyor. Saklayamadığım bir fiziksel görünümüm var; daha ufak olsaydım tıraş olup gözlük takardım, ama bu boyla, bu uzun kollarla filan beni taa uzaktan keşfediyorlar. Öte yandan çok güzel şeyler de oluyor: bir ay önce Barcelona'daydım, bir gece Gotik Mahallesi'nin oralarda dolaşıyordum, Amerikalı bir kız gördüm, çok hoştu, çok iyi gitar çalıyor ve söylüyordu. Yerde oturmuş, para kazanmak için şarkı söylüyordu. Biraz Joan Baez'i andıran, saf, berrak bir sesi vardı. Barcelona'lı bir grup genç de onu dinliyordu. Ben de dinlemek için durdum, ama gölgede kaldım. Bir aşamada bu gençlerden biri, yirmili yaşlarında, çok genç, çok yakışıklı biri yanıma geldi. Elinde pasta vardı. 'Julio, bir parça alsana,' dedi. Ben de bir parça alıp yedim, 'Gelip bana bunu verdiğin için sağol,' dedim.  'İyi de, senin bana verdiklerinin yanında bunun lafı olmaz ki,' dedi bana. 'Öyle deme, öyle deme,' dedim, birbirimize sarıldık, sonra gitti.  İşte böyle şeyler, yazar olarak yaptığım işin en güzel karşılığı. Bir oğlanın ya da kızın gelip seninle konuşması ve bir parça pasta vermesi, harika birşey. Uğraşıp didinip yazmaya değer."
- Julio Cortázar

23.6.11

sokaklara yazmak

[sıcak nal, sayı 8]

“Sokak sanatı” 1960’larda yaygınlık kazanan bir eylem türü olmuştu – o zamanlar adına “graffiti” deniyordu tabii, temel bir ideolojik duruşu vardı, kapitalizme ve sokak reklamlarına karşıydı, devasa reklam tabelalarının gözümüzün içine soktuğu mesajlara karşı, aynı silahı kullanarak yanıt vermek istiyordu. Nihilist bir açmaza kapılması uzun sürmedi: hangi çirkinin daha az kötü olduğu tartışılabilir oldu bir aşamadan sonra, hatta şehir mutenalaştırma endüstrisi, fakirliğin kavurduğu mahallelerde graffitinin ortaya çıkması olgusunun karşısına, gariffitinin ortaya çıktığı mahallelerin fakirleşmesini sürdü – nezih insanlar, dükkanlar, lokantalar vs, duvarları baştan başa graffitiyle berbat edilmiş sokaklardan kaçıyordu. 1980’lerde New York’un suçtan arındırılması projesinde graffitinin ortadan kaldırılması, özellikle metro duvarlarının ve vagonlarının temizlenmesi, başlıca gündem maddelerinden biriydi.

Bu dönemle birlikte, ama 1990’larda iyice hız kazanacak bir biçimde, graffiti gitti, yerine “sokak sanatı” geldi. Bugün Londra Tate Modern’da sergisi açılacak kadar kabul edilmiş, saygın bir sanat formu sokak sanatı; graffitiden sonra epey mesafe katedilmiş olunduğu da açık. Bu alanda çok dikkat çekici isimler, yapıtlar var; ama burada bunların bir dökümünü ya da eleştirisini yapmak değil benim ilgimi çeken – bir “yazı alanı” olarak sokakların kullanımına bakalım istiyorum.
2000’de, yani “yeni binyıl” teraneleri arşı sarmışken, ben New York’tayken, artık eni konu ünlenmiş sokak sanatçısı  de la Vega, sokak peygamberliğine soyunmuştu: kutsal kitabının “ayet”lerini Broadway’in kaldırımlarına, tebeşirle yazıyordu. Oldukça “new age” mesajlardı bunlar, “Düşünüze dönüşün,” “Yaşam denen sahnede sizin de sıranız gelecek,” “Kader sizi kısmetinize götürüyor” gibi, ama bana asıl ilginç gelen kısmı, o sıralarda artık internetin gayet yaygın olması ve dela Vega’nın buna rağmen yazısını sokaklara yazmayı yeğlemesiydi, hem de kaldırımlara, hem de tebeşirle – “söz uçar, yazı da uçar” dercesine.
Sokaklara yazma geleneğinin öncesi var elbette, sonrası da var – adrenalin, görünürlük, ama gizlilik bu geleneğin yazarlarının en çekici bulduğu yönler herhalde. Facebook’taki duvarlara ya da bloglara yazmaktansa, internetin kimlik gizlemeyi çok kolaylaştıran ve aslında kalıcılığı çok daha fazla olan ortamını, çok daha geniş bir kitleye ulaşma potansiyelini kullanmaktansa  sokağın, günlük yaşamın, o sokaktan geçenlerin sahiciliğini seçiyorlar. Kalıcılık onların peşinde olduğu birşey değil zaten – uçucu olması iyi geliyor onlara, yakalayan yakalasın.
Metin olarak bakıldığında, çoğunlukla bir-iki sözcük, en kabadayısından birkaç cümle oluyor bu yazılar – SMS’in, “flash fiction” ya da “sudden fiction” denen öykü türünün yaygınlaştığı bir dönemde bu da aykırı bir özellik sayılmaz artık. Bu kadarlık bir söz hakkıyla yapılacak çok şey var zaten: sanatta kadın-erkek eşitsizliğini, internet çağında yoksul toplumların yoksulluğuyla zengin toplumların zenginliğinin oluşturduğu tezatları, modern kentlerde suça terk edilmiş mahalleleri, tüketim çılgınlığının kapladığı toplumsal alanları, gelir dağılımındaki eşitsizliği eleştirebilirsiniz örneğin.
Bu yazılara yalnızca metin olarak bakmamak gerek öte yandan. Yazıldıkları ortamın seçimi, yazı biçimi, bu metinleri görsel bir unsur haline, yani düpedüz sokak sanatı haline de getiriyor. Minelli’nin Facebook’u, Fekner’in Broken Promises’i,  başka yerlerde çok başka anlamlara sahip olurdu; orada oldukları için, “yere özel” bir anlam kazanıyorlar. Vinchen’in çalışması, Londra metrosunun “mind the gap” (boşluğa dikkat edin”) işaretlerine doğrudan gönderme yapıyor, görsel dilini kullanarak ek bir katman kazanıyor.
Bizde sokaklar, uzun bir dönem dolaysız aşkın (“Seni seviyorum Çiğdem”), taraftarlığın (“Çarşı Ulan!”)ve siyasetin sayfaları olarak kullanıldı, ama oldukça sınırlı bir kullanımdı bu – “THKP-C”ler, “Dev-Sol”lar vardı, “CHP”ler fırça marifetiyle “AP”ye dönüştürülürdü bazen, çok çok “Tek yol devrim” mesajını okurduk. 2000’lerden sonra yeni bir sokak dilinin geliştiğine tanık olduk –“Nuri Alço”lar sardı İstanbul’u örneğin; “Kulübe hoşgeldiniz” ya da “Deniz misin, liman mı?” gibi metinlerin çoğaltıldığını da gördük.
Sokaklara yazmanın yeni biçimlerinin bulunmasıyla, yeni içeriklerin de ortaya çıkacağını, burada da graffitiden sokak sanatına evrilmeye benzer bir gelişme yaşanacağını düşünüyorum. Nitelikli sözü sokakta daha çok görebileceğimizi düşünüyorum; kimbilir, belki nitelikli edebiyatı da.
1. Guerilla Girls, Do Women Have to Be Naked to Get into the Met. Museum? (Kadınlar Met. Museum’a Girebilmek için Çıplak mı Olmak Zorunda?); New York, 1989


2. Filippo Minelli, Facebook; Bamako-Mali, 2008
3. John Fekner, Broken Promises (Yıkık Hayaller); Güney Bronx-New York, 1980
4. Jenny Hozer, Inflammatory Essays (Kışkırtıcı Denemeler); New York, 1983
Don’t talk down to me. Don’t be polite to me. Don’t try to make me feel nice. Don’t relax. I’ll cut the smile off your face. You think I don’t know what’s going on. You think I’m afraid to react. The joke’s on you. I’m biding my time, looking for the spot. You think no one can reach you, no one can have what you have. I’ve been planning while you’re playing. I’ve been saving while you’re spending. The game is almost over so it’s time you acknowledge me. Do you want to fall not ever knowing who took you?” (Bana ukalalık taslama. Bana nazik davranma. Kendimi iyi hissettirmeye çalışma. Suratından gülümsemeni kazıyacağım senin. Neler olup bittiğini bilmiyorum sanıyorsun. Tepki vermeye korktuğumu sanıyorsun. Sen daha öyle san. Zamanını kolluyorum, yerini kolluyorum. Kimse sana ulaşamaz, senin sahip olduklarına sahip olamaz sanıyorsun. sen oynarken ben plan yapıyordum. Sen harcarken ben biriktiriyordum. Oyun neredeyse bitti, o yüzden artık benim farkıma varsan iyi olur. Yoksa düştüğünde, canını kimin aldığını asla bilmemek mi istiyorsun?)
5. Freedom, Page 1/ Bookends (Sayfa 1 / Kitap Destekleri); Freedom Tunnel, New York, 1982.

‘Twas the night before doomsday
When all through the earth
Everything was a ‘stirrin’
Full of horror & mirth –
The avenues streaming
Young women ran screaming
“Beware, oh beware
What befalls all today:
The Abortion of freedom
Has bought [sic] on doomsday!”
page 1

(Kıyamet gününden önceki geceydi/ Dünyanın her yerinde/ herşey hareket halindeydi/ Dehşet ve neşe içinde /Caddeler dolu/ Genç kadınlar koaşarken bağırışıyordu:/ “Sakının, sakının/ Bugün herkesin başına geleceklerden:/ Özgürlüğün sonu gelince/ Kıyamet de geldi!”)

6. John Fekner, My Ad Is No Ad (Benim Reklamım Reklam Değil); Sunnyside-New York, 1980
7. Jenny Holzer, Survival (Hayatta Kalma); New York, 1983
Put food out in the same place everyday and talk to the people who come to eat and organize them (Her gün aynı yere yiyecek koyun, yemeye gelen insanlarla konuşun ve onları örgütleyin)
8. Shepard Fairey, Architecture Doesn’t Love You Anymore (Mimari Seni Sevmiyor Artık); Philadelphia, 1996
9. Vinchen, Mind the Income Gap (Gelir Uçurumuna Dikkat Edin); Columbus-Ohio; 2005




10. Free, The aesthetic function of public art is to codify social distinctions as natural ones (Kamusal sanatın estetik işlevi, toplumsal farklılıkları doğal farklılıklar olarak kodlamaktır); Venedik, 2005
 

14.6.11

boş zamanlar, goygular ve başka şakalar

"boş zaman" lafına takmıştım bir ara, belki de lisedeydim, neye göre boş zaman, aslolan dolu zamana göre tabii, aslolan dolu zaman da okulda, işte vs geçirilen, "kurum"a adanmış zaman, asıl boş zaman o değil mi, asıl dolu zaman insanın kendine adayacağı zaman değil midir, nasıl bir küçümseme ve hor görmedir bu vs vs - ergence söylenmeler işte.

hakan bıçakçı'dan devamla boş zaman'ı okudum geçenlerde, 2004'te oğlak'tan çıkmış ilk, şimdi iletişim yeniden basmış. karanlık oda'yla akraba bir kitap tabii, ama bunda alttan alta bir oğuz atay damarı da var sanki, ironisiz bir oğuz atay (bir yazarı bir başka yazara, bir kitabı bir başkasına benzetmek de ne fena bir yayıncı huyudur). kitap beklediğim sürprize bağlanarak bitti, bu da hakan bıçakçı kurgusuyla ilgili temel gözlemimi doğruluyor - "strange factor" (tuhaflık faktörü) üzerine kurduğu hikayeler sanki biraz daha tuhaf olabilirdi, sanki kendini zorlamak istememiş gibi hissettiriyor bana. onun dışında temiz bir kitap, temiz bir yazar.

bu tuhaflık faktörü önemli bir unsur haline geldi artık edebiyatımızda. yazarların önce yayınevi, sonra da okur tavlamada bu faktörü giderek daha fazla kullandığı görülüyor - "olay ne?" "mesele ne?" sorularına verilecek bir-iki cümlelik yanıtın çarpıcılığı, kitabın temelini oluşturan "tuhaf"lık gibi şeylerden söz ediyorum. filmlerden örnek vermek gerekirse being john malkovich, eternal sunshine, fight club gibi yüksek tuhaflık faktörlü filmler sayılabilir. kendi içinde kötü birşey değil tabii, hep aynı sızlanmalardansa bunu yeğlerim, ama yanıltıcı da olabiliyor bazen, melida tüzünoğlu'nun kitabında olduğu gibi örneğin.

ambulansla dünya turu, vaat edici bir kitap: adıyla ve tabii gündüz vassaf'tan alınma "blurb"le (goygu diye çeviresim var, goygoy ve övgü melezlemesi) - "dünyaya yeni bir yazar geldi, beraberinde yeni bir dil getirdi." ikisi de tam doğru değil, kitabı okuyunca anlıyorsunuz - kitapta ambulansla dünya turu ("ne tuhaf!") atılmıyor, sicilya gezisi var asıl olarak, bir de düsseldorf (nedense hep "düseldorf" olarak geçiyor) havaalanı, uçak yolculuğu ve sonda da hollanda var. kitap adını içindeki bölümlerden birinden alıyor. ikinci kısım, yani vassaf'ın goygusu da biraz fazla abartılı - tüzünoğlu kıvrak bir dille yazıyor, doğru; süreyyya evren'in türk okurunu maruz bıraktığı ama elbette evveliyatı olan tipografik oyunlarla ve belli bir "performatif" endişeyle yazıyor, bu da yepyeni olmasa bile, eh, çok da alışıldık birşey değil dil açısından, ona da doğru diyelim; yine de gökten zembille inmelik bir durum olmasa gerek. nedir, gevşek dokulu, neşeli bir kitap bu, bol espasların arasından akıp gidiyor; sevgiliyle sicilya gezisinin notlarının "güya çeviri" yapılmak suretiyle karşılaştırıldığı bölüm de sanırım kitabın en iyi bölümü. kitabın sonu tuhaf bir sönmeyle geliyor ne yazık ki, yani bitmiyor da sönüyor kitap. melida tüzünoğlu'nun öykülerini kitap-lık ve sıcak nal'da beğenerek okumuş olduğum için, bu ilk kitabın devamının çok daha iyi geleceğine inanıyorum. kitabın yayıncısı april'i de cesaretinden ötürü kutlamak istiyorum - türkiye'de büyük ve ortaboy yayınevlerinin, edebi yazarları yeraltına itmeye çalıştığı bir dönemde, bu kitabın önünü açmak azımsanacak birşey değil, üstelik de april bugüne dek kendine böyle bir misyon belirlememişken.


murat uyurkulak'ın bazuka'sı, tol ve har'ın sarsıcılığından sonra beklenmedik bir eğlence kaynağı oldu benim için, isminin vaat ettiği şiddeti bulamamak beni hiç üzmedi. mizah öyküsü denen şeyden ne zamandır haber alamadığımı düşündüm okurken; eski bir tat...

kitaptaki öykülerin ilginç yanlarından birisi, çoğunun iki yazar tarafından yazılmış olması. pratikte bu nasıl işledi diye düşündüm bazılarında, bazılarındaysa eklem yerleri çok belliydi. "derviş" mesela ikililik kıvamını pek tutturamamış gibi geldi bana. yine de bazuka, yeni kuşak yazarları arasında, yere iner inmez en hızlı koşmaya başlamış yazar olan uyurkulak'ın "büyük" olmayan ama keyifle okunan bir ürünü.

üç kitaba aynı anda başladım, üçünü de henüz bitiremedim - hakan günday'dan az, murat menteş'ten korkma ben varım, nihan kaya'dan disparöni. bu aşamada söyleyebileceğim tek şey şu: her ülkenin üniversite öğrencileri, bazı yazarlara aşık olur, mesela amerika'dakiler şu sıralar david foster wallace'a aşık; bizdekiler de menteş'e aşıktır herhalde, değillerse de aymazlıklarındandır.

gavurdan bir kitapla bitirelim bu okudukça programını: don delillo, point omega'da farklı bir roman yapısıyla ortaya çıkıyor; belki biraz the body artist'i andırıyor, ama white noise gibi kitaplarıyla ilgisi yok. romanın çölde üç kişi arasında geçen ana kurgusunu, bir müzede son derece yavaşlatılmış ve 24 saate yayılmış bir psycho izleme deneyimini aktaran iki bölümle parantez içine almış delillo (gerçekten var olan bir çağdaş sanat işi bu), zaman o kadar yavaşlıyor ki ardışıklığın bir anlamı kalmıyor, hareketlerin bir teleolojisi yokmuş gibi oluyor; çölde de aynı durum yaşanıyor aslında, hiçliğin ortasında, hiçbir şey yapmadan hiçliğe karışan, karışmayı bekleyen karakterler, don delillo için amerikan uygarlığının sonunun nasıl geleceğini özetliyor gibi. "point omega" da böyle bir nokta zaten. bir "geç dönem" romanı...