26.5.22

"In Turkey, book publishers face agonising choices to survive" - Kaya Genç, Al Jazeera

"A growing crisis in the publishing industry has implications for Turkey’s cultural vibrancy and freedom of speech."

Kaya's questions and my answers, in full:

- As a writer and publisher, what’s your take on this crisis? What are the main challenges you face as a result of Turkey’s financial meltdown?

It’s not only Turkey’s meltdown – there is a severe shortage of book paper on a global scale. Production has plummeted because many paper mills have recently opted to produce packaging paper for online giants like Amazon, whose sales have increased immensely after the pandemic. There is also the problem of logistics – it takes much longer than usual for the paper you have bought from Asia, for example, to reach you. This means that book paper prices are rising even without our local economic crisis. Combined with the melting Turkish Lira, this puts Turkish publishers in a really tough spot, something close to Sophie’s Choice – we have to decide almost on a daily basis which titles to kill or at least postpone indefinitely because we have only so much paper.

Coupled with the problem of rising costs, of course, is the drop in purchasing power due to rampant inflation. Wages are lagging behind and will continue to do so for the vast majority until 2023, meaning books will remain comparatively expensive.

All in all, my prediction is that in 2022, the industry as a whole will perform better than 2020 but worse than 2021.


- Some publishers say that the crisis is exaggerated, that books sold in Turkey are cheaper than those sold in Britain and Europe. What’s your take on that?

I have a “The Stranger Index” much like the Big Mac Index but based on Camus’ novel. What I do is calculate the number of paperback copies of the book you can buy in various countries with the GDP per capita adjusted by Purchasing Power Parity. According to the Index, books are more expensive in Greece, Italy, and the UK; about the same in France; and cheaper in Germany and Japan. I would say the issue here is not the expense of books but the propensity of the public to buy books. Turkish people have less money to spend but books are cheaper on the average, so it evens out; they just have to spend it on other things, more basic stuff like food and utilities. Publishers in Turkey try to counter that with increasing the number of titles they publish annually – on that scale, Turkey is in the same ballpark with France, for example, but the total number of copies sold is about seven times less in Turkey.

 

- For a long time Turkey’s book world was seen as a safe haven for critical thinkers and writers, because the government didn’t censor it as vigorously. Will this crisis effect the perceived rise of Turkish non-fiction books over the last decade?

The fear of censorship may in fact be greater than the actual censorship on the ground, because it has begun to work indirectly – books are not necessarily censored, but other types of maladies seem to be inflicted on publishers of “uncouth” books.

 

- Despite the sad situation of Turkish journalism, the publishing world has seemed vibrant and prolific. Nowadays translator friends of mine complain about their small fees, that they can no longer afford foreign books, or small luxuries. Do you witness similar stories? Will the crisis drive away creative millennials away from the publishing world?

Translators and editors traditionally constitute a group that is rewarded the least for their labor. The recent economic crisis has definitely added to their woes – publishers who find themselves short of cash lower and postpone payments to translators and editors – typically a translator receives 8 percent (before tax) of 2000 copies printed, usually a month after publication. Now the rates have fallen to 5-6 percent, less copies are printed, and depending on the availability of paper, the translator may have to wait a year before she gets paid.

 

- On a statistical level, did the crisis change the number of your print runs? And did have a big effect on sales figures? Is the effect different in Turkish vs. translated books? Is paying copyright fees the biggest issue here, or the cost of paper?

It definitely did. We are printing less titles with lower print runs. Sales are struggling to hold up for now, but my prediction is that we will see a dip for the year. Everything contributes to the crisis – copyright fees are paid in dollars or euros, ditto for paper, and the Lira continues to sink. This makes publishers less enthusiastic for taking risks with new titles, and in the end everyone turns to publishing the classics of the 19th and early 20th centuries – a sure sell in Turkey.

 

- How did the government’s cutting of the VAT from books in 2019 affect the book sales, and did it help during the Covid lockdowns? 

It had no effect at all. Costs were already rising, as was inflation, so that the 8 percent reduction got gobbled up pretty quickly.

 


22.3.22

son timsahın kuşsal zembereği

 Güneş, batarken pek çok şeyi yumuşak ve canayakın bir biçimde aydınlatıyordu, ama özellikle hükümet binasını: yirmi beş katlı bu yapı, yüksek olmasının yanı sıra çok da uzundu ve yan yatırılmış bir kibrit kutusuna benziyordu; kuzey-güney doğrultusunda uzanıyordu, doğu ve batıya bakan iki yüzü tümüyle camdandı. Bu yüzden, çoğu zaman aşılması olanaksız bir duvar gibi gözükmesine karşın, şimdi ikinci bir günbatımının gösterildiği bir perde işlevini görüyordu.

Kibrit kutusu -duvar-perde, başkentin her yerinde görülebilecek şekilde, şehrin merkezine dikilmişti. Karınca-insanlar topluluğu, kimsenin sözünü etmediği ama herkesin bildiği (hep böyle olmaz mı zaten – en derin kurallar kemiğin iç yüzüne yazılır) çağdaş bir gelenek uyarınca, 21.30’a kadar hükümet binasının çevresinde bireysel olarak koşuşturmayı sürdürmüş, vitrinlere bakmış, yaşlı ve yabancı bir-iki kadın dışında kimse dilencilere sadaka vermemişti (“Ben devlet dairesinde çalışıyorum bütün gün; ya siz?”). Lokantalara girip çıkanlar garsonlara gülümsemiş, aynı kas hareketinin bireysel duvarcıklarda yansımasını gözlemiş ve düzenin sürdüğüne bir kez daha inanarak (akşam ibadeti) huzur ve diğer karınca-insanlarla uyum içinde kalelerine çekilmişti. Önüm-arkam-sağım-solum sobe.

“Son timsahın kuşsal zembereği.”

Parola doğruydu. Hükümet binasının kapısı, otomatik olarak on dördüncü kez açıldı – tümüyle olağandışı bir görüntüydü bu, daha doğrusu olacaktı, eğer gören birileri olsaydı. Ne var ki sokaklar boşaldıktan epey sonra, gece yarısı hükümet binasına on dört kişinin teker teker girdiğini doğrulayacak hiçbir tanık bulunamayacaktı.

Bodrum katında toplanan bu insanların hepsi otuz yaşın altındaydı. Şafakla birlikte düşmana saldıracak kamikaze pilotlarınınkine benzer birşeyler paylaşıyorlardı sanki – garip bir dinginlik, cesaret ve inancın verdiği gurur; “gelecek” gibi, giderek daha az insanın (ki insanlar da azalıyordu) harcı olan bir soyutluğa tek gerçek olarak sarılmış olmanın ve bunu, var olacakları bile kesin olmayan insanlar için yapmanın getirdiği, “yalnızlıkta dayanışma” duygusu. Salonun, kapıdan uzak olan tarafında duran heybetli koltuğun çevresinde sessizce oturuyorlardı. Koltuk boştu.

Oia girdi içeri. Yaşını bilen yoktu, ama çok yağmurlar gördüğü belliydi. Çok ünlü bir bilim adamıyken savaş sırasında ortadan kaybolmuş, gizli bir ameliyattan sonra yeni bir yüzle tekrar ortaya çıkmıştı. O akşam binanın kontrol odasındaki ekrandan kapıyı gözleyip, parola doğru söylendiğinde gelen kişiyi içeri almış, sayı on dörde tamamlanınca da aşağıdaki salona inmişti. Yirmi beş yıldır buradaydı – işe ilk girdiğinde yerleri silmekle uğraşıyordu; on yıl içinde Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu olmuştu. Yapının her karışını gözlemlemiş ve gerekli sonucu kafasında bir yere not etmiş olmalıydı. Geçmişini yalnızca o salondaki on dört kişi biliyordu.

Diğerleri ayağa kalktı o geldiğinde, koltuğuna oturana kadar da ayakta kaldılar. Yalnız yaşına değil, bilgeliğine de saygı duydukları açıktı. Hepsi de temizlik ve güvenlik görevlisi olarak bu binada çalışıyordu, hepsi üniversite mezunuydu; felsefe, tarih, göstergebilim, sosyoloji okumuşlardı. Ancak hiçbiri, üniversite sırasında öğrendiklerini asıl eğitim saymıyordu; asıl eğitim, on yıl önce Oia’nın onları seçmesi ve işe almasıyla başlamıştı.

“Okulu bitirdiğim günün gecesiydi,” diye nasıl seçildiğini anlatmaya başlardı Uuue; esmer ve uzun boyluydu, çok iyi bir üniversitede tarih okumuştu, Oia’ya çok bağlıydı; “evdekiler uyuduktan sonra dışarı çıktım. Bunu uzun zamandır tasarlıyordum. Yağmur yağıyordu – iyice boştu sokaklar yani. Nereye gittiğimi bilmeden epeyce yürüdüm. Birlik Meydanı’nın oralardaydım sanırım – birden karşıdan bir adam belirdi. Önce çok korktum, suçüstü yakalanmış gibiydim. Adam bana yaklaştı, iki adım kala durdu. Yaşlı olduğunu görebiliyordum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Gözlerime dikti bakışlarını, ayakkabısını çıkarttı, başının üstüne koydu ve hiçbir şey demeden geçip gitti. Kalakaldım. Ertesi gece yine oradaydım, Oia da öyle.”

Grubun diğer üyeleri, söz buraya geldiğinde gülümseyerek başlarını sallardı. Hikayenin gerisi tümü için aynı olmuştu.

“Karınca-insanlar tarafından çevrelenmiş ve yalnız olmadıklarını bilmeyen, hatta insan olduklarını tam ayırt edemeyen insanları uyarmamız, uyandırmamız gerek,” demişti Oia, on yıl önce, yine bu salonda. “Süper-mekanikleşmiş, moron -altı hayvan- olmayanlar, ‘soykırım toplumsal bir erdemdir, çünkü cinayet kişisel bir suçtur’ ilkesine sıkı sıkıya bağlı. Bu soykırımı, gülümseyen yüzlerle, bize karşı yürütüyorlar. Yaşamak ve soyumuzu sürdürmek için savaşmak zorundayız. Sizler, bu savaşın önderleri olacak ve ‘ülke’ denilen bu coğrafi soyutlamanın köşelerine dağılacaksınız. Beynini korumayı başarabilmiş insanları bulacak ve büyük bir dayanışma oluşturacaksınız. Ancak bu şekilde varlıklarını sürdürebileceklerini; gelecekte çocuklarının hayvan-olmayan sürüsüne katılmasını, şimdi birleşirlerse önleyebileceklerini anlatmalısınız onlara. Yaşamın, yaşamaya değer olduğunu.”1

Şimdiyse salonda sessizlik vardı. On yıl boyunca, bir temizlik görevlisi görünümünün içine saklanmışlar, zamanı geldiğinde neler yapacaklarını inceden inceye tasarlamışlar, araştırmışlar, tartışmışlar ve tüm bunları büyük bir gizlilik içinde yapmışlardı. Bu zorlu bir işti – daha en başında yakalanmak ve ölmek de vardı:

“O gün geldiğinde yapacağımız ilk şey, var olduğumuzu ve birşeyler yapacağımızı insanlara duyurmak olacak,” demişti Oia. Planı basitti: Hükümet binasının onuncu katında, doğuya bakan odaların on dördünün camlarına bir mesaj yazılacaktı – her odanın camına bir harf, örgütün üyelerinden biri tarafından, boyayla, şafaktan önce. Mesajın tamamını yalnızca Oia biliyordu; diğerleri, onun bilgeliğine olan sonsuz güvenleriyle, mesajı hiçbir zaman öğrenmek istememişti; herbiri, yalnızca kendi yazacağı harfi ezberlemişti, diğerlerine bu harfi söylememiş, onların harflerini öğrenmeye çalışmamıştı. Güvenlik için gerekliydi bu.

Herkes Oia’ya bakıyordu. Yaşlı adam, hiçbir şey söylemeden, kıpırdamadan oturuyordu. Her şey hazırdı.

“Kapıda birisi var,” dedi Aei – kontrol odasından geliyordu. Erkene alınmış bir infaz haberi gibi yankılandı sesi salonda, herkes şaşkınlığa kapılmıştı. Oia kalktı, yukarı çıkıp binanın girişine gitti.

“Kimsiniz?” diye sordu dışarıdaki gölgeye.

“Siz Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu musunuz?”

“Evet.”

“Yarınki falınızı getirdim.”

Oia kapıyı açtı, zarfı aldı. “Teşekkürler,” diyerek yeniden kapattı kapıyı.

Salondakiler, heyecan içinde, ayakta onu bekliyordu.

“Ne oldu?” diye sordu Aei.

Oia koltuğuna oturdu, zarfı açtı.

“Yarınki falımı okuyorum.” On dört gence yeniden baktı. Okumaya başladı:

“Ona daha çok ilgi göstermelisiniz. Paranızı sayın. Dişlere dikkat.”

Kimse konuşmuyordu. Gözler hala Oia'daydı. Ağır hareketlerle kağıdı katlayıp zarfa koydu Oia, uzun sakalını sıvazladı ve ayağa kalktı.

“İnsanlar bizi bekliyor. Yarın sabah mesajımızı öğrendiklerinde bu baskı ve soykırım döneminin son günleri başlamış olacak. Karınca-insan olmak, insanlığın kaderi olmaktan çıkacak. Ve unutmayın: yarın bizim de son sabahımız olabilir. Ancak mesaj öğrenildikten, yayıldıktan sonra bunun önemi yok; biz olmasak da, savaşın kıvılcımı düşmüş olacak ve eninde sonunda yangına dönüşecek. Başlayabiliriz.”

On dört karaltı, onuncu katta, belirlenmiş odalara girdi ve herbiri, duvar büyüklüğünde cama, kendisine düşen harfi yazdı. Ardından on dört karaltı, Hükümet binasından çıktı ve camdaki yazıya ilk kez bakıp, gözyaşlarıyla onayladı. Herkes gittikten sonra timsahların sonuncusu Oia, küçük bir kapsülü ağzına attı.

 

Ertesi sabah başkentte, güneşin yumuşak ışığını, camlara dev harflerle yazılmış şu mesaj karşılıyordu:

 

ARGH EEK ZONG ECH

5.3.22

Terapistim Dedi Ki - Hal Sirowitz

 Hepsinin erkek arkadaşı vardır

Terapistim dedi ki, bir kadına erkek arkadaşınız var mı diye sorarsan, olmasa bile var der, çünkü onun yapayalnız biri olduğunu düşünmeni istemez. Birden fazla erkek arkadaşı varsa bile, onunla birlikte olarak zamanını boşa harcamış olmazsın, çünkü kadınlarla konuşma konusunda daha fazla pratik yapmaya ihtiyacın vardır. Annenle konuşmaların tabii ki sayılmaz.

 

Özgürlük, kaybedecek hiçbir şeyinin olmamasıdır                       

Terapistim dedi ki, babanın öleceğini biliyordun, ve o sıralarda evlensen babanın çok hoşuna gideceğini düşünüyordun. O yüzden de birtakım acı verici ilişkilere girdin. Terk edildiğin ana kadar evlenmeye hazırdın hep. Ama baban öldüğü için artık özgürsün. Kimseyle evlenmen gerekmiyor. Acı verici ilişkilere sırf zevk için girebilirsin.

 

Yalnız günler, yalnız geceler

Terapistim dedi ki, geçen hafta ne yaptın diye sorduğumda, hiçbir şey dedin. O yüzden bu hafta nasıl daha da az şey yaptığını söyleyebiliyorsun, anlamıyorum. En azından markete gitmişsindir. Hiçbir şey almamış olsan bile, annen başının etini yemesin diye evden çıkmış olman bile birşeydir.

 

Psikoloji kitapları

Terapistim dedi ki, bazı terapistler hastalarının Freud okumasına izin vermez. Ama sen istediğin kitabını okuyabilirsin. Hatta Horney, Adler & Jung da okuyabilirsin. Ben de bazı kitaplarını okudum. Onların rekabetinden korkmuyorum. Ne yapman gerektiğini söyleme konusunda asla benim kadar iyi olamazlar. Onlar seni tanımıyor.

 

Konu

Terapistim dedi ki, anlatacak pek birşeyin yok, çünkü hiçbir şey yapmıyorsun. Bütün gün odamda otursam benim de anlatacak hiçbir şeyim olmazdı. Dans etmeye gitmen lazım, & kimseyle tanışmasan bile, bana en azından nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsin, bu bana ilginç gelir, çünkü artık dışarı çıkmaz oldum. Seni yönlendirmeye çalışmıyorum. Hiçbir şey hakkında konuşmakta ısrar edersen seni yine de dinlerim, ama anlatacak birşeyin olsa çok daha mutlu olacağına eminim.

 

Bu ne sevgi

Terapistim dedi ki, anneler terapistlerden hoşlanmaz. Çocukları terapiste gidiyorsa, on beş yıl önce yaptıkları şeyler yüzünden eleştirilmekten korkarlar. Ayrıca annenle ilgili bir çok eleştirim de yok değil, ama bunları yüzüne söylemiyorum. Benim dediklerimi gidip ona anlatan sensin. O yüzden neden benden nefret etmesi gerektiğini anlayabiliyorum.

 

Kulaklarını tıkamak

Terapistim dedi ki, annen aradı, senin yüzünden çok endişeleniyormuş. Cansız gözüktüğünü söyledi. Büyük ilerleme kaydettiğini anlattım. Benim delirmiş olduğumu söyledi. Dedim ki ben psikiyatristim. Deli olamam. O da bana radyoda dinlediği deli bir psikiyatristten söz etti. Onunla tartışmanın yararsız olduğunu anladım. Sen de aynı şeyi yap. Sırf birisi konuşuyor diye dinlemen gerekmez.

 

Terapistine derdini anlatmak

Annem dedi ki, terapistin her zaman senin tarafını tutar, çünkü sen onun hastasısın. O yüzden ben de kendi açımın duyulmasını istiyorsam bir terapist bulmam gerekir. Sonra benim terapistim seninkini arar & senin hakkındaki şikayetlerimi anlatır. Doktorlar birbirlerini, başka insanları dinlediklerinden daha fazla dinlermiş diye duydum. Ama buna gücüm yok, zaten seninkisinin parasını veriyoruz çünkü.

 

Normal değil

Annem dedi ki, sen ikinci sınıftayken okuldan seni bir psikoloğa götürmemizi istediler. Psikolog bir süre seninle ilgilendi. Sonra bir gün artık gelmemize gerek olmadığını söyledi, normal gözüküyormuşsun çünkü. Ona inanmamak için herhangi bir nedenimiz yoktu. Ama artık çok emin değiliz. Delikli bir atlet giymeyi istemek normal değil. Attığımız zaman da günlerce surat asıyorsun. Sana yeni atlet alabilecek gücümüz olduğu için mutlu olsana.

 

Cevap verme

Annem dedi ki, her hikayenin iki yüzü vardır, ama ben büyüğüm sen de çocuksun, o yüzden yalnızca benimkisi sayılır. Bir gün seninkisi de sayılmaya başlayacak, ama şimdi sana düşen dinlemek, ki sen ebeveyn olduğunda ve çocuğun senin sözünü kesmeye kalktığında ne diyeceğini bilesin.

 

Sırrımız

Annem dedi ki, güldüğünde bütün dünya seninle güler, ama ağladığında hem dünya seninle ağlamaz, hem de herkes odadan çıkmak ister, çünkü kimse bir ağlağın yanında durup başı ağrısın istemez. Bak şimdi sana mendil veriyorum. Gözlerini sil ve mendili at. O zaman kimse ağladığını anlamaz, tabii birisine anlatacak kadar salak değilsen.

 

Babanla başa çıkmak    

Babam dedi ki, ailenle başa çıkmak için bir terapiste para vermek o kadar da kötü olmazdı. Ama sana benim canıma okumanı söylesin diye birine para vermemi istemen çok saçma. O kadarını ben de anlatırım sana. Ayrıca paranı da almam çünkü sen benim oğlumsun. Benden sakın korkma. O kadar kötü değilim. Çok daha kötü olan babalar tanıyorum. Sana bağırabilirim, ama evimden asla kovmam. Senin düşmanın değilim ben.  Olamam zaten. Aynı kanı taşıyoruz.

 

Kız arkadaşım gitti gider

Babam dedi ki, kızlar sevgililerinden durduk yerde ayrılmaz. Bir hata yapmışsındır. Mutlaka bir nedeni vardır. Belki giyiminden hoşlanmıyordu. Hep diyorum sana, ceket & kravat giy diye. Onu hiç tanımıyordum, ama bak onun tarafını tutmaya başladım bile, neden, çünkü seni tanıyorum. Evleneceğin kız bu olabilir diye düşünmüştüm. Onu aileye kabul etmeye hazırdım. Artık başkasını kabul etmem gerekecek herhalde.

 

Sana aldığımız giysiler       

Babam dedi ki, annenle birlikte sana güzel giysiler aldık, ama hiç üzerinde görmedik aldıklarımızı. Terbiyem müsaade etmediği için bu konuda şimdiye kadar bir şey demedim. Hala kutularından çıkarmadıysan işine yaramıyorlar demektir. Hiçbir kadın, gardrobuna bakmak için evine gelebilir miyim demez. Ve eğer giyinmesini bilmediğine karar verirse, yapmayı bilmediğin başka şeyler de olduğunu düşünebilir & seni bırakır.

 

İlk engel

Terapisti beni onaylıyormuş, öyle dedi. İlk sınavı geçmiş gibi hissettim kendimi. Geriye bir tek, onun beni beğenmesi kalmıştı.

 

Natürmort

Masasında yeşil muzlar. Onlar olgunlaşmadan benimle yatacak mı, yoksa meyve sinekleri gibi, bir sonraki hevengin gelmesini mi bekleyeceğim?

 

Sonunda onunla konuşmayı başardım

Otobüste karşımda oturuyordu. “Bu taraflarda herşey çok daha yeşil görünüyor,” dedim, “New York’ta herşey çok renksiz.” “Bana hepsi aynı gibi geliyor,” dedi, “farklı bir ağaç göstersene.” “İşte şu,” dedim. “Hangisi?” dedi. “Çok geç,” dedim, “geçtik bile.” “Bir tane daha çıkarsa,” dedi, “haber ver.” Sonra kitabını okumayı sürdürdü.

 

Annenin itirazı

Dedi ki annesi, Yahudi olduğum için beni sevmezmiş.Bu beni rahatsız etmedi. Yatmak istediğim kişi annesi değildi ki.

 

Yapmama nedeni     

Yatakta oturuyorduk. Sekse inanmadığını söyledi. İnanması gerekmiyordu benim için. Yapması yeterdi.

 

Şöhret oyunu

Terapistim dedi ki, ünlü olma ihtiyacı duyuyorsun, ama bence önce bir iş bulman lazım. Ünlü insanlara bakıyorum, hepsinin bir işi var. George Bush hiçbir zaman bir şey yapıyormuş gibi gözükmez, ama bir zamanlar Başkandı. Bir yerden başlaman gerek. Yoksa yalnızca kendi kafanın içinde ünlü olursun, ama herkes öyle zaten.

 

 

Ben böyleyim

Terapistim dedi ki, zengin & ünlü olsan bile, onu mutlu edemezdin. “Ünlü olduğuna emin misin?” diye sorup dururdu. Sen de sürekli, “Evet. Eminim,” demek zorunda kalırdın. Ama bu, senin onu kandırıyor olabileceğini düşünmesini engellemezdi. İnsanlara güvenmiyor. Senin hep bir başkası olduğunu düşünecektir.

 

Altı haberleri

Terapistim dedi ki, David Brinkley’nin haberleri okuması gibi ayrılmış senden. Onun & senin neden uyumlu olmadığını söylemiş; sonra başka birşeye geçmiş, bir sonraki habere. Ama senin için bu ayrılık var olan tek haberdi, çünkü bunu birinci elden yaşadın.

 

Musa’dan farklı olarak

Terapistim dedi ki, tek tatilinde seninle olmak yerine ailesine gitti. Musa’ya benzediği söylenemez, halkını bıraktıktan sonra Sina Dağına çıkmıştı o. Hiç değilse bir işe yaramıştı onun yaptığı. Tanrı’yla konuşmuştu. Senin sevgilinse yalnızca teyzesiyle konuştu. Musa dünyaya On Emir’i armağan etti. Sevgilinin yaptığı tek şeyse ailesiyle kavga etmekti. Sonra dönüp seninle kavga etti. Ama bunu daha gitmeden de yapıyordu zaten.

 

İkisi de dinlemek istiyor

Terapistim dedi ki, birini kendine çekmenin en iyi yolunun, iyi bir dinleyici olmaktan geçtiğini okumuşsun bir kitapta. Sorun şu ki, o da aynı kitabı okumuş. O yüzden sen onu konuşturmaya çalıştırırken, o yalnızca dinlemek istiyor. Dolayısıyla o sana karşı bir çekim hissetmiyor & sen de ona karşı bir çekim hissetmiyorsun, çünkü ikiniz de hiçbir şey söylemiyorsunuz.

 

Somut kanıt

Terapistim dedi ki, mektubuna sevgili diye başlayıp sevgiler diyerek bitirmesi, senden hoşlandığını göstermez. Milyonlarca insan mektuplarını öyle başlatıp bitirir. Dedektif olsaydın asla davaları çözemezdin, çünkü katilin bıraktığı ilk sahte ipucuna aldanırdın. Onun senden hoşlanıp hoşlanmadığını anlamak için bir mektup daha yazmasını beklemen gerek. O zaman bile elinde yeterli kanıt olmayabilir.

 

Saymada libido yöntemi

Terapistim dedi ki, beşinci buluşmanıza kadar onunla yatmayacağını söylemiştin, ama şimdi diyorsun ki onun evinde bir gece seks yapmadan kaldığın için bunun en az üç buluşma yerine geçmesi gerekir & bir daha görüştüğünüzde onunla yatacaksın.  Sayma işini libidona yaptırıyormuşsun gibi geliyor bana. Adım adım gitmek istediğini söylemiştin, ama şimdi üçer adım üçer adım gidiyorsun.

 

Soruların yanıtları

Annem dedi ki, benimle tanıştırmadan bir kadınla ciddileşme. Senin soramayıp benim sorabileceğim bazı sorular vardır, örneğin “Çok daha şık giyinen biriyle evlenebilecekken niye onunla evleniyorsun?” gibi. Senin çok şık olduğunu söylerse işte o zaman anlayacağım ki delinin biri & büyük olasılıkla senin için doğru olan kadın o.

 

Büyük hain kurt

Annem dedi ki, ayakların yere basarak aşık olmalısın. Ayak parmakların her zaman yere değmeli. Ben babana aşık olduğumda çan sesleri değil, diş gıcırdatması duydum. Kurdun tekiydi baban. Pençeleri hep omzumdan aşağı kayardı. Parmaklarını bükerek onu terbiye etmeye çalıştığımda, ucuz kırmızı şarapla sarhoş olup ayakkabılarıma kusardı.

 

Son günler     

Annem dedi ki, bizim iyi insanlar olduğumuzu düşünmediğini biliyoruz. Hayatında ters giden herşey için bizi suçluyorsun. Ama bizden iyi günah keçisi bulamayacaksın. Karın bu kadar suyuna gitmeyecek. Sen onu suçladığında onun da seni suçlayacağının farkında değil misin? O zaman ne yapacaksın, boşanacak mısın? Boşanırsan gelip bizimle yaşayabileceğini sanma. O kadar salak değiliz. Senden bir kez kurtulduk mu iş biter. Tabii bizi ziyaret edebilirsin. Hava kötüyse gece burada kalabilirsin. Ama sabah olunca gidersin.

 

Açıklama gerekmez

Annem dedi ki, sana bir açıklama yapmak zorunda değilim. Yemekten sonra dışarı çıkamazsın diyorsam, çıkamazsın. Polis sana ceza kesiyorsa neden kestiğini açıklamak zorundadır. Ama benim sana davranışlarımı açıklama zorunluluğum yok. İşimin iyi yanlarından biri bu & benim de bunu değiştirmeye niyetim yok. Ama sana söylediğim gibi odanı toplasaydın, hem seni neden cezalandırdığımı anlardın, hem de dışarı çıkabilirdin.

 

 

Doğru öğüt     

Babam dedi ki, annenden kadınlar hakkında sana öğüt vermesini isteme. O bir kadın, o yüzden tarafsız olamaz. Kendi cinsini korumaya çalışır. Ben de erkek olduğum için tarafsız olamam, ama bu sana doğru öğüt vermemi asla engellemez. Eğer bir kadın seninle yatmak isterse, yat. Salaklık edip ona gerçekten aşık olup olmadığını sorma kendine. Bunu annen söyler sana işte. O yüzden de yattığı terk erkek benim.

 

Dibe değmek

Babam dedi ki, yüzmeye gittiğinde, dibe değemeyeceğin yerlere kadar açılma. Kullanmasan bile orada olduğunu bilmek iyidir. Ben neden evlendim sanıyorsun? Annene gerçekten ihtiyacım mı var sence? Evlendim çünkü bir gün yaşlanıp yorulacağımı biliyordum. İstediğim zaman dinlenebileceğim bir yerim olmalıydı.

 

O yılları silmek     

Babam dedi ki, annenle tanıştığımda ona yaşım hakkında yalan söyledim. Ondan büyük olduğumu biliyordum, o yüzden kendimi on yaş küçülttüm. Hayatımda hatırlamak istemediğim bir sürü yıl vardı, onları unutuverdim & çocukluğumu daha güncel hale getirdim. Balayımızda gerçeği anlattım. O noktada herhangi bir şey yapması için artık çok geçti diye düşündüm.

 

Koyu kırmızı      

Dedi ki bu benim uğurlu rujum sanıyordum, çünkü seninle tanıştığımda bunu kullanmıştım. Ama artık senin o kadar da hoş biri olmadığını gördüğüm için, ruju atacağım. Keşke senden kurtulmak da bu kadar kolay olsaydı.

 

Aynaya bakış

Dedi ki, biraz narsisistsin. Lokantada hep aynaya bakıyordun, dikkatimi çekti. Beni bir kez çıplak gördüğünde, kendine bakmayı bırakacağını biliyordum ama.

 

Bekleyiş

Dedi ki, eskiler gibi sevişiyorsun. Üstündekileri çıkarmadın. Benimkileri de çıkarmadığına sevindim. İş pişirmek artık unutulmuş bir sanat. Bunu yapan, tanıdığım pek az erkekten birisin. Daha ciddi birşeye hazır değildim. Önümüzdeki hafta yeniden görüşürüz, ama o zaman da hazır değilsem hayal kırıklığına uğrama. Ne kadar sürer bilemiyorum. Bir ay da olabilir, daha uzun da. Ama bir başladım mı durmam.

 

Bir gösteri sahneliyorduk

Parkta boynunu öpüyordum. Karşımızda oturan çiftin sürekli bizi izlediğini söyledin. Ama hiçbir şey öğrenmedikleri belliydi. Orada kollarını kavuşturmuş, birbirlerine dokunmadan oturuyorlardı.

 

O ne anlar

Terapistim dedi ki, seni seks bağımlısı olmakla suçlaması yanlış. Bir kere, bağımlı olacak kadar çok seks yapmadın. İkincisi, seninle henüz yatmadı, o yüzden bilemez. Şimdilik bu sadece onun görüşü. Doğru, seks hakkında çok konuşuyorsun, ama bunun asıl nedeni sevişmiyor olman. Biriyle yeniden yatmaya başlar başlamaz çeneni kapatacağını düşünüyorum.

 

Çalınan yatak     

Terapistim dedi ki, kızın yatağının son erkek arkadaşı tarafından çalındığını sanmıyorum. Seni eve yeniden almamak için uydurduğu bir mazeretti bu bence.  Belki adam yastığını çalmıştır. Bu daha akla yakın. Ama burada önemli olan şey, hayatını dramatize etmekten hoşlanması. Sen de belki bir figürandan fazlası olamayacaksın.

 

Dama karşı papaz  

Terapistim dedi ki, erkek arkadaşıyla beşinci buluşmadan önce yatmadığını sana söylediğinde & sen de altıncıya kadar bekleyebileceğini çünkü acelen olmadığını söylediğinde onu mutlu ettiğini sanmıyorum. Yapman gereken şey süreyi kısaltmasını sağlamaktı, beklemen gereken süreyi uzatmak değil. Fazla mülayim olduğun için puan kaybettin. Seninle iskambil oynadığını düşün, o dam attığında yapman gereken şey papaz vurmaktı, pas demek değil.

 

Saat on ikiyi vurdu

Terapistim dedi ki, onun evine dönmemekle hata ettin. Yorgun olduğunu söyleyip işin içinden çıkamazsın. İlgilenmediğini düşünecek şimdi. Onunla yatabilmenin tek yolu, gerçekten geç saatlere kadar ayakta kalmak, çünkü o zaman senin ondan hoşlandığını anlar. Sen de herhalde balkabağına dönüşecek değilsin. O sadece “Külkedisi”nde olur. O bile prensle yatmıştı. Doğrudan öyle söylenmese de. Ama yani, “onlar ermiş muradına” ne demek sence?

 

Sayı faktörü

Terapistim dedi ki, sırf kırk adamla yatmış olması, sekste çok iyi olduğunu göstermez. Bir ilişkiyi sürdürmede sorunları olduğunu gösterebilir. Hangi açıdan baktığına bağlı. Senin de kırk bir numara olmaktan hoşlanacağından emin değilim. Sayılara fazla takmış birine pek güvenmezdim. Kendine şunu sor, bir ilişki mi istiyorsun, yoksa birisinin listesine girmek mi.

 

Sıranı beklemek

Terapistim dedi ki, seks birlikte yapılması gereken birşeydir. Ama eğer yalnızca senin mahrem yerlerine dokunuyorsa & arada bir de senin onun mahrem yerlerine dokunmana izin veriyorsa, o zaman birbirinizi izliyorsunuz demektir, o kadar. İki ayrı tahtada Scrabble oynamak gibi neredeyse. İkiniz de ne kazanabilirsiniz, ne de kaybedebilirsiniz.

 

Seks kölesi

Terapistim dedi ki, sana gözlerini kapatmanı söylemiş, ama açtığında bir de baktın ki beklediğin hediye değil. Bir çift kelepçe. Ayrıca sırayla yapmayı ya da seni kendine kelepçelemeyi önermeyeceği de belli. Sadece seni yatağa bağlamak istemiş. Hayır dediğine sevindim. Seni hiç bırakmayabilirdi. Randevumuzu kaçırabilirdin.

 

Beklemek daha iyi

Annem dedi ki, babanın yaptığı gibi kadınlardan yararlanmazsın umarım. Benden yararlanamadı, çünkü izin vermedim. Ayrıca bir kadınla yatabilecek olman, onunla yatman gerektiği anlamına gelmez. Evlenene kadar beklemelisin. O zaman, dört gözle bekleyecek birşeyin olur. Öbür türlü birbirinizden sıkılırsınız. Gerdek gecesi ne yapacağınızı bilemezsiniz. Seks yapmak istemez canınız, çünkü çoktan yapmış olacaksınız.

 

Hep & sonsuza dek

Annem dedi ki, babanın sana kadınlar hakkında öğüt verdiğini duydum. Onu dinleme. Uzman filan değil o. Bu kadar uzun süre evli kalmamızın tek nedeni benim boşanmaya inanmamam. Evlenirsem bunun sonsuza dek süreceğini söyledim kendime hep. Sonra ona da söyledim.

 

Başıboş köpek

Babam dedi ki, kız kardeşine hayat hikayemi anlatıyordum. Birden arka bahçesindeki bir köpeğe bakmaya başladı & benim de bakmamı istedi. Benim hayatım herhangi bir köpekten daha ilginç ama. Büyük Bunalım’dan sağ çıktım ben. Annemle babama baktım. O köpek ne yaptı peki? Başını alıp gitti. Komşunun evinden kaçtı. Maaşallah. O kadarını ben de yapardım. Evde kalıp annemle babama yardım ettim ama.

 

Aile mezarlığı

Babam dedi ki, annemle babam burada gömülü. Bu büyükannen. Bu da büyükbaban. Keşke beni burada dururken görebilselerdi. O zaman değerimi bilmek zorunda kalırlardı. Buraya yalnızca ben geliyorum. Halan zahmet edemiyor. Adam kovalamaktan sıra gelmiyor. Onları da buraya getirmemesi için hiçbir neden olmadığını söylüyorum. Hiçbiri ölü bir aileyle tanışmaya meraklı değil dedi bana.

 

Sözlükte

Babam dedi ki, madeni paranın iki yüzü vardır ya, yazı ve tura tarafı, benim de birden fazla yüzüm var. O yüzden sana bağırdığım için özür diliyorum. Boşluğuma geldi. Sen de bu kadar hassas olmayı bırak artık. Benim sana bağırmam normal. İş tanımımın gereği bu. İnanmıyorsan sözlüğü açıp baba maddesine bak. Eminim ki arada bir kötü olman gerektiğini yazıyordur & yazmıyorsa sana daha iyi bir sözlük almam gerekecek.

 

Görüntü kalitesi

Mastürbasyon yaparken seni düşündüm. Sonra da onu. Televizyonda kanal değiştirmek gibiydi. Sende kalırdım, ama onun görüntüsü daha iyiydi.

 

Yeni oyuncak       

Bana bir prezervatif verdi. Sonunda açmayı başardığımda artık kullanamayacak durumdaydım. Bir süre sonra kedisinin prezervatifle oynadığını gördüm. Birinin işine yaradı hiç değilse diye sevindim.

 

Aşkta güvenlik

Pantalonumu çıkardı, penisimi tuttu & “Hızlı mı yapayım yavaş mı?” dedi. “Hızlı,” dedim. Sonra fark ettim ki o kadar acele etmemek gerek. Ama çok geç olmuştu bile.

 

 

Oda soğuktu     

Beni, yatacak kadar iyi tanımadığını söyledi, onun yerine bana mastürbasyon yaptı. Gözüme sperm kaçtı. Bir süre kapandı gözüm. Hiçbir şeyi doğru yapamadığı için özür diledi. Ama zaten görecek çok bir şey de yoktu. Bir tek ben soyunuktum.

 

Biraz ara vermek

Terapistim dedi ki, bütün günü seninle yatakta geçirmek dışında birşeyler yapmak istiyor diye ona kızmamalısın. Ben bile senin her hafta gelip seksin ne kadar şahane bir şey olduğunu anlatmandan sıkılıyorum. İlk yaptığında eğlencelidir, tamam. Sonra bir düzlüğe ulaşman gerekir. Bence sen ilişkinin bitmesinden korkuyorsun, o yüzden de onun seninle sürekli yatmasında diretiyorsun, aksi halde onsuz ne kadar yalnız olacağını anlayacaksın. Ama seks bunu engelleyemez. Seksin yapacağı tek şey, seni sürekli olarak prezervatif almaya yollamaktır.

 

Sonuçlandırmak

Terapistim dedi ki, ikiniz de bu ilişkide bir sonuçlanma sağlamaya çalışıyorsunuz. Sen onunla evlenmek istiyorsun. O senden ayrılmak istiyor. Bence onun dediği olacak, çünkü onun senden ayrılması, senin onunla evlenmenden çok daha kolay. Ona yüzük alman lazım, kan testi yaptırman lazım & iki aileyi tanıştırman lazım. Onun yapması gereken tek şeyse seni bir daha görmemek. Bunu yapmaya da başlamış gibi ayrıca.

 

Aynı dansı yapmak

Terapistim dedi ki, onunla kavga edip duruyorsun. Sana git diyor. Gidiyorsun. Sonra seni geri istiyor. Dans gibi. Aylardır cha cha cha yapmaktan sıkılmadın mı? Yeni bir dans öğrenmenin zamanı gelmedi mi sence, tango filan? Seninle birlikte öğrenmek istemiyorsa, kendine yeni bir partner bulursun.

 

Şöyle böyle ilişki

Terapistim dedi ki, sevgilinin bazı rutinleri var galiba. Önce ciddi bir ilişkisi oluyor. Sonra şöyle böyle bir ilişkisi. Ne yazık ki sen ciddi bir ilişkiden hemen sonra tanıştın onunla. Bu rutinlerini bilseydin, Lütfen git ve şöyle böyle ilişkini aradan çıkar, ciddi bir ilişkiye hazır olduğunda da beni ara, diyebilirdin ona. Ama bilmiyordu. O da söylemedi.

 

Denklemi tamamlamak

Terapistim dedi ki, aşık olman pek uzun sürmüyor. Bir önceki kız arkadaşına iki saniyede aşık olmuştun. Soğuk bir günde arabayı çalıştırmak daha uzun sürer. Jefferson Airplane’in bir şarkısı vardır, “Why don’t you find somebody to love?” (“Neden aşık olacak birini bulmuyorsun?”) Senin yaptığın da bu. Ama denklemin sadece bir yarısını tamamlıyorsun. Karşılığında sana aşık olacak birini bulmanın çok daha eğlenceli olduğunu hep unutuyorsun.

 

İyi bir başlangıç değil     

Terapistim dedi ki, seni ilk buluşmanızda bir gay barına götürdüğüne göre, erkeklerle çıkma konusunda fazla deneyimi olduğu söylenemez. Tuvalete gidip seni orada tek başına bıraktığında, o herife boşta olmadığını anlatmak zorunda kalmak zor olmuştur senin için herhalde. Belki sana bir şey anlatmaya çalışıyordu – bütün erkeklerin kadınlarla yatmak zorunda olmadığını örneğin. Eğer öyleyse, onu bir daha aramadın diye bozulmaması gerekirdi.

 

 Paltolar arasında seks    

Terapistim dedi ki, partide seni vestiyer odasına götürüp kapıyı kapatmak & pantalonunu indirmek onu heyecanlandırmış olmalı. Ama iki kadın durmadan kapıyı çalıp paltolarını istediğinde canın çok sıkılmış olmalı, çünkü başladığı şeyi bitirememiş oldu. Ayrıca o & sen odadan çıktığınızda, herkesin pis pis baktığı sendin.

 

Başsız çıplak

Terapistim dedi ki, sana son erkek arkadaşının tablosunu gösterdiyse & resimde adamın başı yoktuysa, belki de sana sözcüklerle anlatamadığı bir şey anlatmaya çalışıyordu – yalnızca fiziksel bir ilişkiyle ilgilendiği gibi. Kafanı keseceğinden korkmana gerek yok bence, ama eğer senin de çıplak bir tablonu yapacaksa, kafanı oynatmadan tutmak için fazla yorulmasan daha iyi olur, çünkü büyük olasılıkla resmini yaptığı şey orası olmayacak.

 

Tuvaletten sonra

Terapistim dedi ki, eğer tuvaletten çıktığımda, birlikte olduğum kadının başka bir adamla konuştuğunu görseydim, bir daha gitmemeye çalışırdım, bu da çok kolay olmazdı, özellikle bira içtikten sonra. İleride mesane sorunlarıyla uğraşmak istemezsin herhalde. Ayrıca oturduktan sonra, o adam elektrik mühendisi olduğuna göre çok zeki olmalı demesi beni sinirlendirirdi. Herifin ne yaptığı beni hiç ilgilendirmezdi. Ne kadar iri olduğuyla ilgilenirdim yalnızca, dövüşmem gerekirse diye.

 

Bekleme odası          

Terapistim dedi ki, kız arkadaşını ofisime getirmek ve neye benzediğini görmemi sağlamak iyi bir fikir değildi. Sırf bakarak karar veremem ki. Onunla konuşmam gerekirdi. Onun hakkında ne düşündüğümü sorarsa, onu çok sevdiğimi söyle. Sonra da dergilerimin sayfalarını koparmaması gerektiğini anlat bir şekilde.

 

Kayıp çoraplar      

Terapistim dedi ki, seni bir daha aramadığı için çok şanslısın, özellikle de son erkek arkadaşının çoraplarını tuvalete atıp sifonu çektiğini anlattıktan sonra. Hem senin borularını tıkardı, hem de senin eşyana saygı göstermemiş olurdu. Kızgınlığını daha makul şekillerde ortaya koyan birini bulmalısın. Her kavga ettiğinizde ertesi gün çekmeceni açıp çoraplarını saymak zorunda kalmak hoşuna gitmezdi herhalde.

 

Kör inanç     

Annem dedi ki, babanla yatmamın karşılığında aldığım şey sendin, beklediğim ödül değildi bu. Seni hastaneye geri verememem, Bu benim oğlum olamaz; bana yanlış bebeği vermişsiniz, çünkü onun için yaptığım bütün iyi şeylerden nefret ediyor, diyememem ne kötü. Seni neden hemen geri getirmediğimi sorarlar, ben de sana inandığımı söylerim, ağzını kapa desem de hep ağzın açık yemene rağmen sonunda iyi olacağına inandığımı. Bana deli gözüyle bakarlar.

 

Ayı aşan inek

Annem dedi ki, kedi keman çalarken inek ayın üstünden sıçrayabiliyorsa, sen her gün keman çalışsan ben neler yapabilirdim bir düşün.

 

 

 

14.2.22

Sol Ne Söylemeli Ne Yapmalı?

 

Üç yıl önce yazılmış bu yazıyı yeniden ısıtayım dedim:

Bugün Türkiye'de muhalefetin nasıl konuşması gerektiği hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor; bunların önemli bir kısmı, CHP'nin ne kadar da iktidarın dümen suyunda gittiğinin eleştirisi olmaktan öteye geçemiyor, sert cevaplarla söylem üstünlüğünün ele geçirilmesi isteniyor; belli ki Muharrem İnce deneyiminden yeterinde ders alınamamış. Oysa bu çerçevede bir lafı gediğine koyma üstünlüğünün hiçbir önemi yok. Bugün muhalefetin odaklanması gereken şey aslında solun toplumsal hedeflerinin AKP tarafından özümsenmesine, apartılmasına karşı tutarlı ve ikna edici bir strateji geliştirmek. Bu da öncelikle AKP'nin 16 yıldaki başarısını doğru saptamak ve analiz etmekten geçiyor. Bunu teslim etmeyen bir sol söylemin oyunu artırmasına imkan yok. Ancak bundan sonra AKP'nin başaramadıklarına ve berbat ettiklerine sıra gelebilir.

AKP'nin başarısının odağında, Türkiye'nin en fakir %30'luk kesiminin kazanımları olduğunu öne sürmek istiyorum. Bu kazanımlar öncelikle somut, maddi kazanımlar, başörtüsü-cami kazanımları değil*. Dünya Bankası'nın verilerine biraz bakalım (bu kaynağı hatırlatan Kanat Emiroğlu'na teşekkür etmeyi borç bilirim). İlk grafik, kişi başına gayrısafi milli hasıla. 1990'larda 8.000 dolar civarındayken, 2015'te 27.000 dolar düzeyine gelmiş:



Çalışan kişi başına gayrısafi milli hasıla da ciddi oranda artmış. 1990'larda 40.000 dolar civarındayken 2015'te 75.000 dolara çıkmış:




Kişi başına düşen gayrısafi milli gelir 2000 öncesinde ancak 2.000 dolarken 2015'te 12.000 dolar civarına yükselmiş:



Gayrısafi katma değerdeki artış da çok dramatik. 1980'lerden 2000'e sabit fiyatlarla 100 milyar dolardan 200 milyar dolara çıkmış, 2015'teyse 800 milyar dolar civarına erişmiş:




Bu artışların toplum genelindeki dağılımının Batı'daki kadar çarpık olmadığını biliyoruz, yani en zenginler daha çok zenginleşiyor Türkiye'de de, ama Batı'daki kadar değil; orta sınıfın kazanımları aynı kalıyor ya da geriliyor, en fakirlerin kazanımları ise hepsinden yüksek. Burada süreçteki "işlem kayıpları"nı hesaba katsak bile ciddi bir büyüme ve toplum kesimleri arasında transfer söz konusu.

Fakirlik sınırı altındaki nüfusun oranı 2002'de yüzde 30'ken 2014'te yüzde 2'ye düşmüş (hala yüksek elbette):



Çalışan kadınların güvencesiz işlerde çalışma oranlarında da yeterli olmasa bile önemli bir iyileşme olmuş, 2000'de yüzde 55 iken 2015'te yüzde 35'e düşmüş:




Gündelik hayatta en alt yüzde 30'un diğer kazanımlarına bakalım. Önce sağlık. Kadınların doğumda ölüm oranları bugün hala yüksek sayılsa da büyük bir düşüş yaşamış. 90'larda yüz binde 95'ten 2000 yılında yüz binde 80'e kadar ancak düşebilmişken, 2015'te 19'a gerilemiş.



Yenidoğan ölümleri 1990'da binde 55'ken, 2015'te binde 12'ye düşmüş:


Ölüm sebeplerinde de önlenebilir diyebileceğimiz sebeplerin oranında düşüş olmuş, 2000'de yüzde 10,5'ken, 2016'da 4,5'e inmiş: 





1990'da doğumların yüzde 75'i kalifiye sağlık personeli tarafından gerçekleştirilirken, 2015'te bu oran neredeyse yüzde 98 olmuş:



Çocukların aşılanmasında 1990'lardaki kampanyaları hatırlayanlarınız olacaktır, Metin Akpınar-Zeki Alasya "Haydi Çocuklar Aşıya!" derdi televizyonlarda her gün. İşte o yıllarda aşılanma oranı yüzde 80'lerde gezinirken 2015'te yüzde 97'ye çıkmış:


1992'de doğum öncesi bakım erişimi olan hamile kadınların oranı yüzde 63'ken ve 2000'de ancak yüzde 72'ye ulaşmışken 2014'te bu rakam yüzde 97 olmuş:




Sonra eğitim. 2000'e gelindiğinde ilkokul çağındaki çocukların okul gitme oranı ancak yüzde 91'e ulaşabilmişti, 80 darbesinden sonraki tüm gürültüye rağmen; 2015'te bu oran yüzde 99'u buldu, yani neredeyse okul çağındaki çocuklar arasında okula gitmeyen kalmadı. 



Bunlar dediğim gibi özellikle nüfusun en yoksul %30'u için çok önemli kazanımlar. Ama hikaye burada bitmiyor. AKP'nin bu alanlarda başaramadıkları ya da mesafe kat ettikten sonra geri düştüğü durumlar da var.

Örneğin işsizliğin ciddi bir sorun olarak başını yeniden gösterdiğini görüyoruz. Toplam işsizlik 2000'de yüzde 6,5 seviyesindeyken 2015'te yüzde 11'i geçmiş:




Kadınların işsizlik oranındaki artış daha da çarpıcı. 2000'de yüzde 6 civarındayken 2015'te yüzde 14'ü geçmiş.



Aile gelirine katkıda bulunan kadınların oranı da 2000'de yüzde 45 civarındayken 2015'te yüzde 27'ye gerilemiş:



Sağlıkta toplam bütçeden sağlık giderlerine düşen pay 2009'dan bu yana azalıyor:


Kişi başına düşen hastane yatağı sayısında da ciddi düşüş var (son dönemdeki dev hastane kampüsü furyasının bir nedeni de bu olabilir - verimliliği gözetmeden sayıyı artırmak). 2000-2006 arasında bin kişiye 2,6 yataktan 2.8 yatağa kadar yükselmişken, 2010'da 2,45'e gerilemiş:



Çocuklarda görülen obezitede bir patlama yaşanmış. 1998'de boyuna göre aşırı kilolu çocukların oranı yüzde 4'ken 2015'te bu oran yüzde 11'e ulaşmış:



Gelir, iş, sağlık, eğitim, güvence gibi konularda yanlış yapılanları, yapılmayanları, yapılabilecekleri gündeme getirmek, bunların kaynaklarını tartışmaya açmak, nüfusun çok büyük bölümü için ifade özgürlüğünden, yürütme üzerindeki yargı ve yasama kontrolünden, doğa katliamından, yolsuzluklardan, askeri harcamaların denetlenmesinden daha önemli, hatta eğitim kalitesinden, yargı kalitesinden, dindarlıktan da önemli. Solun bu konularda ve başka konularda söyleyecek çok sözü var (en azından olmalı) elbette, ama aslında hem toplumun her kesimi için konuşabilmeli, hem de öncelikle toplumun en yoksul kesimine gerçekten odaklanabilmeli. Bunu yaparken yalnızca sayıları yani niceliği değil, niteliği de somut örneklerle ve sonuçlarını sergileyerek gündeme getirmeli; Türkiye'nin sayısal verilerine duyulan güven her geçen gün azalıyor çünkü. Beri yandan, AKP'nin yaptıklarının nasıl fonlandığını, bunun sürdürülebilir olmadığını, gerçek ekonomik ve toplumsal maliyetlerini de açıkça ortaya koyabilmeli. OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında geldiğimiz noktanın hala çok geride olduğunu, dünya genelinde gözlemlenen iyileşmelerden bizim de payımıza düşeni aldığımızı ama daha iyisini hak ettiğimizi, 2013'ten bu yana önemli bazı göstergelerde yaşanan geri gidişleri anlatabilmeli. Emek sömürüsünün boyutu ve çeşitliliği, işçilerin çalışma koşullarının insanlık dışı hali, kadınların ve çocukların çalışsın çalışmasın karşı karşıya kaldığı zulüm ve vahşet, Kürtlerin devlet eliyle ve yaşam hakkı tanınmazcasına toplum dışına itilişi, göçmenler, doğa katliamlarının bizzat insan sağlığı ve yaşamı üzerindeki etkileri (Dilovası gibi), yolsuzluklar, hukuk düzeninin yıkılması, eğitimde kalitenin hızlı çöküşü gibi çeşitli konularda her gün söylenecek şey var, bunları somutlaştırarak mümkün olan her platforma taşımalı ve insanları angaje etmeli. 

Bu yeni odaklanma başarılamazsa ne olur? AKP iktidarının kendisini zenginden alıp fakire veren, eski zenginden alıp yeni zengin yaratan, sonunda da yeni fakirden alıp yeni zengine vermeyi sürdüren bir tür Robin Hood olarak kendini tanımlayabilmesinin ve böyle kabul görüp desteklenmesinin önünü almak imkansız olmayı sürdürür. Sonuçta AKP, Türkiye'nin "yeni sahipleri"ni yaratıyor ve bu, maddi kaynakların kullanımı üzerinden gerçekleştiği için böylesine canhıraş bir biçimde, "yolunda ölürüz" ruh haliyle destekleniyor. Bu konuda kimsenin yanılgıya düşmemesi gerekir. Sol, Türkiye'nin kaynaklarını büyütmek, niteliğini artırmak ve daha eşitlikçi biçimde bölüştürmek konusunda, popülist bir sağ partiden daha iyi olmak zorunda. 


*Bu yazıyı yazdığımda böyle düşünüyordum; şimdi, aradan geçen üç yılda, bunun tam da doğru olmadığını geç de olsa gözlemlemeyi başardım. Aidiyet duygusu yaratmak da AKP'nin başarılarından biri; "vatandaşlık" tanımından dışlandığını hissedenleri artık "bu ülkeye ait" hissettirmeyi başarmasının ötesinde, ülkenin de onlara ait olduğunu hissettirdi AKP. Tabii bu yeni düzende başkaları aidiyetlerini yitirmiş oldu.