22.3.22

son timsahın kuşsal zembereği

 Güneş, batarken pek çok şeyi yumuşak ve canayakın bir biçimde aydınlatıyordu, ama özellikle hükümet binasını: yirmi beş katlı bu yapı, yüksek olmasının yanı sıra çok da uzundu ve yan yatırılmış bir kibrit kutusuna benziyordu; kuzey-güney doğrultusunda uzanıyordu, doğu ve batıya bakan iki yüzü tümüyle camdandı. Bu yüzden, çoğu zaman aşılması olanaksız bir duvar gibi gözükmesine karşın, şimdi ikinci bir günbatımının gösterildiği bir perde işlevini görüyordu.

Kibrit kutusu -duvar-perde, başkentin her yerinde görülebilecek şekilde, şehrin merkezine dikilmişti. Karınca-insanlar topluluğu, kimsenin sözünü etmediği ama herkesin bildiği (hep böyle olmaz mı zaten – en derin kurallar kemiğin iç yüzüne yazılır) çağdaş bir gelenek uyarınca, 21.30’a kadar hükümet binasının çevresinde bireysel olarak koşuşturmayı sürdürmüş, vitrinlere bakmış, yaşlı ve yabancı bir-iki kadın dışında kimse dilencilere sadaka vermemişti (“Ben devlet dairesinde çalışıyorum bütün gün; ya siz?”). Lokantalara girip çıkanlar garsonlara gülümsemiş, aynı kas hareketinin bireysel duvarcıklarda yansımasını gözlemiş ve düzenin sürdüğüne bir kez daha inanarak (akşam ibadeti) huzur ve diğer karınca-insanlarla uyum içinde kalelerine çekilmişti. Önüm-arkam-sağım-solum sobe.

“Son timsahın kuşsal zembereği.”

Parola doğruydu. Hükümet binasının kapısı, otomatik olarak on dördüncü kez açıldı – tümüyle olağandışı bir görüntüydü bu, daha doğrusu olacaktı, eğer gören birileri olsaydı. Ne var ki sokaklar boşaldıktan epey sonra, gece yarısı hükümet binasına on dört kişinin teker teker girdiğini doğrulayacak hiçbir tanık bulunamayacaktı.

Bodrum katında toplanan bu insanların hepsi otuz yaşın altındaydı. Şafakla birlikte düşmana saldıracak kamikaze pilotlarınınkine benzer birşeyler paylaşıyorlardı sanki – garip bir dinginlik, cesaret ve inancın verdiği gurur; “gelecek” gibi, giderek daha az insanın (ki insanlar da azalıyordu) harcı olan bir soyutluğa tek gerçek olarak sarılmış olmanın ve bunu, var olacakları bile kesin olmayan insanlar için yapmanın getirdiği, “yalnızlıkta dayanışma” duygusu. Salonun, kapıdan uzak olan tarafında duran heybetli koltuğun çevresinde sessizce oturuyorlardı. Koltuk boştu.

Oia girdi içeri. Yaşını bilen yoktu, ama çok yağmurlar gördüğü belliydi. Çok ünlü bir bilim adamıyken savaş sırasında ortadan kaybolmuş, gizli bir ameliyattan sonra yeni bir yüzle tekrar ortaya çıkmıştı. O akşam binanın kontrol odasındaki ekrandan kapıyı gözleyip, parola doğru söylendiğinde gelen kişiyi içeri almış, sayı on dörde tamamlanınca da aşağıdaki salona inmişti. Yirmi beş yıldır buradaydı – işe ilk girdiğinde yerleri silmekle uğraşıyordu; on yıl içinde Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu olmuştu. Yapının her karışını gözlemlemiş ve gerekli sonucu kafasında bir yere not etmiş olmalıydı. Geçmişini yalnızca o salondaki on dört kişi biliyordu.

Diğerleri ayağa kalktı o geldiğinde, koltuğuna oturana kadar da ayakta kaldılar. Yalnız yaşına değil, bilgeliğine de saygı duydukları açıktı. Hepsi de temizlik ve güvenlik görevlisi olarak bu binada çalışıyordu, hepsi üniversite mezunuydu; felsefe, tarih, göstergebilim, sosyoloji okumuşlardı. Ancak hiçbiri, üniversite sırasında öğrendiklerini asıl eğitim saymıyordu; asıl eğitim, on yıl önce Oia’nın onları seçmesi ve işe almasıyla başlamıştı.

“Okulu bitirdiğim günün gecesiydi,” diye nasıl seçildiğini anlatmaya başlardı Uuue; esmer ve uzun boyluydu, çok iyi bir üniversitede tarih okumuştu, Oia’ya çok bağlıydı; “evdekiler uyuduktan sonra dışarı çıktım. Bunu uzun zamandır tasarlıyordum. Yağmur yağıyordu – iyice boştu sokaklar yani. Nereye gittiğimi bilmeden epeyce yürüdüm. Birlik Meydanı’nın oralardaydım sanırım – birden karşıdan bir adam belirdi. Önce çok korktum, suçüstü yakalanmış gibiydim. Adam bana yaklaştı, iki adım kala durdu. Yaşlı olduğunu görebiliyordum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Gözlerime dikti bakışlarını, ayakkabısını çıkarttı, başının üstüne koydu ve hiçbir şey demeden geçip gitti. Kalakaldım. Ertesi gece yine oradaydım, Oia da öyle.”

Grubun diğer üyeleri, söz buraya geldiğinde gülümseyerek başlarını sallardı. Hikayenin gerisi tümü için aynı olmuştu.

“Karınca-insanlar tarafından çevrelenmiş ve yalnız olmadıklarını bilmeyen, hatta insan olduklarını tam ayırt edemeyen insanları uyarmamız, uyandırmamız gerek,” demişti Oia, on yıl önce, yine bu salonda. “Süper-mekanikleşmiş, moron -altı hayvan- olmayanlar, ‘soykırım toplumsal bir erdemdir, çünkü cinayet kişisel bir suçtur’ ilkesine sıkı sıkıya bağlı. Bu soykırımı, gülümseyen yüzlerle, bize karşı yürütüyorlar. Yaşamak ve soyumuzu sürdürmek için savaşmak zorundayız. Sizler, bu savaşın önderleri olacak ve ‘ülke’ denilen bu coğrafi soyutlamanın köşelerine dağılacaksınız. Beynini korumayı başarabilmiş insanları bulacak ve büyük bir dayanışma oluşturacaksınız. Ancak bu şekilde varlıklarını sürdürebileceklerini; gelecekte çocuklarının hayvan-olmayan sürüsüne katılmasını, şimdi birleşirlerse önleyebileceklerini anlatmalısınız onlara. Yaşamın, yaşamaya değer olduğunu.”1

Şimdiyse salonda sessizlik vardı. On yıl boyunca, bir temizlik görevlisi görünümünün içine saklanmışlar, zamanı geldiğinde neler yapacaklarını inceden inceye tasarlamışlar, araştırmışlar, tartışmışlar ve tüm bunları büyük bir gizlilik içinde yapmışlardı. Bu zorlu bir işti – daha en başında yakalanmak ve ölmek de vardı:

“O gün geldiğinde yapacağımız ilk şey, var olduğumuzu ve birşeyler yapacağımızı insanlara duyurmak olacak,” demişti Oia. Planı basitti: Hükümet binasının onuncu katında, doğuya bakan odaların on dördünün camlarına bir mesaj yazılacaktı – her odanın camına bir harf, örgütün üyelerinden biri tarafından, boyayla, şafaktan önce. Mesajın tamamını yalnızca Oia biliyordu; diğerleri, onun bilgeliğine olan sonsuz güvenleriyle, mesajı hiçbir zaman öğrenmek istememişti; herbiri, yalnızca kendi yazacağı harfi ezberlemişti, diğerlerine bu harfi söylememiş, onların harflerini öğrenmeye çalışmamıştı. Güvenlik için gerekliydi bu.

Herkes Oia’ya bakıyordu. Yaşlı adam, hiçbir şey söylemeden, kıpırdamadan oturuyordu. Her şey hazırdı.

“Kapıda birisi var,” dedi Aei – kontrol odasından geliyordu. Erkene alınmış bir infaz haberi gibi yankılandı sesi salonda, herkes şaşkınlığa kapılmıştı. Oia kalktı, yukarı çıkıp binanın girişine gitti.

“Kimsiniz?” diye sordu dışarıdaki gölgeye.

“Siz Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu musunuz?”

“Evet.”

“Yarınki falınızı getirdim.”

Oia kapıyı açtı, zarfı aldı. “Teşekkürler,” diyerek yeniden kapattı kapıyı.

Salondakiler, heyecan içinde, ayakta onu bekliyordu.

“Ne oldu?” diye sordu Aei.

Oia koltuğuna oturdu, zarfı açtı.

“Yarınki falımı okuyorum.” On dört gence yeniden baktı. Okumaya başladı:

“Ona daha çok ilgi göstermelisiniz. Paranızı sayın. Dişlere dikkat.”

Kimse konuşmuyordu. Gözler hala Oia'daydı. Ağır hareketlerle kağıdı katlayıp zarfa koydu Oia, uzun sakalını sıvazladı ve ayağa kalktı.

“İnsanlar bizi bekliyor. Yarın sabah mesajımızı öğrendiklerinde bu baskı ve soykırım döneminin son günleri başlamış olacak. Karınca-insan olmak, insanlığın kaderi olmaktan çıkacak. Ve unutmayın: yarın bizim de son sabahımız olabilir. Ancak mesaj öğrenildikten, yayıldıktan sonra bunun önemi yok; biz olmasak da, savaşın kıvılcımı düşmüş olacak ve eninde sonunda yangına dönüşecek. Başlayabiliriz.”

On dört karaltı, onuncu katta, belirlenmiş odalara girdi ve herbiri, duvar büyüklüğünde cama, kendisine düşen harfi yazdı. Ardından on dört karaltı, Hükümet binasından çıktı ve camdaki yazıya ilk kez bakıp, gözyaşlarıyla onayladı. Herkes gittikten sonra timsahların sonuncusu Oia, küçük bir kapsülü ağzına attı.

 

Ertesi sabah başkentte, güneşin yumuşak ışığını, camlara dev harflerle yazılmış şu mesaj karşılıyordu:

 

ARGH EEK ZONG ECH

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.