Güneş, batarken pek çok şeyi yumuşak ve canayakın bir biçimde aydınlatıyordu, ama özellikle hükümet binasını: yirmi beş katlı bu yapı, yüksek olmasının yanı sıra çok da uzundu ve yan yatırılmış bir kibrit kutusuna benziyordu; kuzey-güney doğrultusunda uzanıyordu, doğu ve batıya bakan iki yüzü tümüyle camdandı. Bu yüzden, çoğu zaman aşılması olanaksız bir duvar gibi gözükmesine karşın, şimdi ikinci bir günbatımının gösterildiği bir perde işlevini görüyordu.
Kibrit kutusu -duvar-perde, başkentin her
yerinde görülebilecek şekilde, şehrin merkezine dikilmişti. Karınca-insanlar
topluluğu, kimsenin sözünü etmediği ama herkesin bildiği (hep böyle olmaz mı
zaten – en derin kurallar kemiğin iç yüzüne yazılır) çağdaş bir gelenek
uyarınca, 21.30’a kadar hükümet binasının çevresinde bireysel olarak
koşuşturmayı sürdürmüş, vitrinlere bakmış, yaşlı ve yabancı bir-iki kadın
dışında kimse dilencilere sadaka vermemişti (“Ben devlet dairesinde çalışıyorum
bütün gün; ya siz?”). Lokantalara girip çıkanlar garsonlara gülümsemiş, aynı
kas hareketinin bireysel duvarcıklarda yansımasını gözlemiş ve düzenin
sürdüğüne bir kez daha inanarak (akşam ibadeti) huzur ve diğer
karınca-insanlarla uyum içinde kalelerine çekilmişti. Önüm-arkam-sağım-solum
sobe.
•
“Son timsahın kuşsal zembereği.”
Parola doğruydu. Hükümet binasının kapısı,
otomatik olarak on dördüncü kez açıldı – tümüyle olağandışı bir görüntüydü bu,
daha doğrusu olacaktı, eğer gören birileri olsaydı. Ne var ki sokaklar
boşaldıktan epey sonra, gece yarısı hükümet binasına on dört kişinin teker
teker girdiğini doğrulayacak hiçbir tanık bulunamayacaktı.
Bodrum katında toplanan bu insanların hepsi otuz
yaşın altındaydı. Şafakla birlikte düşmana saldıracak kamikaze pilotlarınınkine
benzer birşeyler paylaşıyorlardı sanki – garip bir dinginlik, cesaret ve
inancın verdiği gurur; “gelecek” gibi, giderek daha az insanın (ki insanlar da
azalıyordu) harcı olan bir soyutluğa tek gerçek olarak sarılmış olmanın ve
bunu, var olacakları bile kesin olmayan insanlar için yapmanın getirdiği,
“yalnızlıkta dayanışma” duygusu. Salonun, kapıdan uzak olan tarafında duran
heybetli koltuğun çevresinde sessizce oturuyorlardı. Koltuk boştu.
Oia girdi içeri. Yaşını bilen yoktu, ama çok
yağmurlar gördüğü belliydi. Çok ünlü bir bilim adamıyken savaş sırasında
ortadan kaybolmuş, gizli bir ameliyattan sonra yeni bir yüzle tekrar ortaya
çıkmıştı. O akşam binanın kontrol odasındaki ekrandan kapıyı gözleyip, parola
doğru söylendiğinde gelen kişiyi içeri almış, sayı on dörde tamamlanınca da
aşağıdaki salona inmişti. Yirmi beş yıldır buradaydı – işe ilk girdiğinde
yerleri silmekle uğraşıyordu; on yıl içinde Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu
olmuştu. Yapının her karışını gözlemlemiş ve gerekli sonucu kafasında bir yere
not etmiş olmalıydı. Geçmişini yalnızca o salondaki on dört kişi biliyordu.
Diğerleri ayağa kalktı o geldiğinde, koltuğuna
oturana kadar da ayakta kaldılar. Yalnız yaşına değil, bilgeliğine de saygı
duydukları açıktı. Hepsi de temizlik ve güvenlik görevlisi olarak bu binada
çalışıyordu, hepsi üniversite mezunuydu; felsefe, tarih, göstergebilim,
sosyoloji okumuşlardı. Ancak hiçbiri, üniversite sırasında öğrendiklerini asıl
eğitim saymıyordu; asıl eğitim, on yıl önce Oia’nın onları seçmesi ve işe
almasıyla başlamıştı.
“Okulu bitirdiğim günün gecesiydi,” diye nasıl
seçildiğini anlatmaya başlardı Uuue; esmer ve uzun boyluydu, çok iyi bir
üniversitede tarih okumuştu, Oia’ya çok bağlıydı; “evdekiler uyuduktan sonra
dışarı çıktım. Bunu uzun zamandır tasarlıyordum. Yağmur yağıyordu – iyice boştu
sokaklar yani. Nereye gittiğimi bilmeden epeyce yürüdüm. Birlik Meydanı’nın
oralardaydım sanırım – birden karşıdan bir adam belirdi. Önce çok korktum,
suçüstü yakalanmış gibiydim. Adam bana yaklaştı, iki adım kala durdu. Yaşlı
olduğunu görebiliyordum. Yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Gözlerime dikti
bakışlarını, ayakkabısını çıkarttı, başının üstüne koydu ve hiçbir şey demeden
geçip gitti. Kalakaldım. Ertesi gece yine oradaydım, Oia da öyle.”
Grubun diğer üyeleri, söz buraya geldiğinde
gülümseyerek başlarını sallardı. Hikayenin gerisi tümü için aynı olmuştu.
“Karınca-insanlar tarafından çevrelenmiş ve
yalnız olmadıklarını bilmeyen, hatta insan olduklarını tam ayırt edemeyen
insanları uyarmamız, uyandırmamız gerek,” demişti Oia, on yıl önce, yine bu
salonda. “Süper-mekanikleşmiş, moron -altı hayvan- olmayanlar, ‘soykırım
toplumsal bir erdemdir, çünkü cinayet kişisel bir suçtur’ ilkesine sıkı sıkıya
bağlı. Bu soykırımı, gülümseyen yüzlerle, bize karşı yürütüyorlar. Yaşamak ve
soyumuzu sürdürmek için savaşmak zorundayız. Sizler, bu savaşın önderleri
olacak ve ‘ülke’ denilen bu coğrafi soyutlamanın köşelerine dağılacaksınız.
Beynini korumayı başarabilmiş insanları bulacak ve büyük bir dayanışma
oluşturacaksınız. Ancak bu şekilde varlıklarını sürdürebileceklerini; gelecekte
çocuklarının hayvan-olmayan sürüsüne katılmasını, şimdi birleşirlerse
önleyebileceklerini anlatmalısınız onlara. Yaşamın, yaşamaya değer olduğunu.”1
Şimdiyse salonda sessizlik vardı. On yıl
boyunca, bir temizlik görevlisi görünümünün içine saklanmışlar, zamanı
geldiğinde neler yapacaklarını inceden inceye tasarlamışlar, araştırmışlar,
tartışmışlar ve tüm bunları büyük bir gizlilik içinde yapmışlardı. Bu zorlu bir
işti – daha en başında yakalanmak ve ölmek de vardı:
“O gün geldiğinde yapacağımız ilk şey, var
olduğumuzu ve birşeyler yapacağımızı insanlara duyurmak olacak,” demişti Oia.
Planı basitti: Hükümet binasının onuncu katında, doğuya bakan odaların on
dördünün camlarına bir mesaj yazılacaktı – her odanın camına bir harf, örgütün
üyelerinden biri tarafından, boyayla, şafaktan önce. Mesajın tamamını yalnızca
Oia biliyordu; diğerleri, onun bilgeliğine olan sonsuz güvenleriyle, mesajı
hiçbir zaman öğrenmek istememişti; herbiri, yalnızca kendi yazacağı harfi
ezberlemişti, diğerlerine bu harfi söylememiş, onların harflerini öğrenmeye
çalışmamıştı. Güvenlik için gerekliydi bu.
Herkes Oia’ya bakıyordu. Yaşlı adam, hiçbir
şey söylemeden, kıpırdamadan oturuyordu. Her şey hazırdı.
“Kapıda birisi var,” dedi Aei – kontrol
odasından geliyordu. Erkene alınmış bir infaz haberi gibi yankılandı sesi
salonda, herkes şaşkınlığa kapılmıştı. Oia kalktı, yukarı çıkıp binanın
girişine gitti.
“Kimsiniz?” diye sordu dışarıdaki gölgeye.
“Siz Temizlik ve Güvenlik Başsorumlusu
musunuz?”
“Evet.”
“Yarınki falınızı getirdim.”
Oia kapıyı açtı, zarfı aldı. “Teşekkürler,”
diyerek yeniden kapattı kapıyı.
Salondakiler, heyecan içinde, ayakta onu
bekliyordu.
“Ne oldu?” diye sordu Aei.
Oia koltuğuna oturdu, zarfı açtı.
“Yarınki falımı okuyorum.” On dört gence
yeniden baktı. Okumaya başladı:
“Ona daha çok ilgi göstermelisiniz. Paranızı
sayın. Dişlere dikkat.”
Kimse konuşmuyordu. Gözler hala Oia'daydı. Ağır
hareketlerle kağıdı katlayıp zarfa koydu Oia, uzun sakalını sıvazladı ve ayağa
kalktı.
“İnsanlar bizi bekliyor. Yarın sabah mesajımızı
öğrendiklerinde bu baskı ve soykırım döneminin son günleri başlamış olacak.
Karınca-insan olmak, insanlığın kaderi olmaktan çıkacak. Ve unutmayın: yarın
bizim de son sabahımız olabilir. Ancak mesaj öğrenildikten, yayıldıktan sonra
bunun önemi yok; biz olmasak da, savaşın kıvılcımı düşmüş olacak ve eninde
sonunda yangına dönüşecek. Başlayabiliriz.”
On dört karaltı, onuncu katta, belirlenmiş
odalara girdi ve herbiri, duvar büyüklüğünde cama, kendisine düşen harfi yazdı.
Ardından on dört karaltı, Hükümet binasından çıktı ve camdaki yazıya ilk kez
bakıp, gözyaşlarıyla onayladı. Herkes gittikten sonra timsahların sonuncusu
Oia, küçük bir kapsülü ağzına attı.
Ertesi sabah başkentte, güneşin yumuşak
ışığını, camlara dev harflerle yazılmış şu mesaj karşılıyordu:
ARGH EEK ZONG ECH
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.