24.5.15

apo, demirtaş'ın nesi olur?



bir chp'li portresi: geçen gün biriyle görüştüm - aklı başında kadın akademisyenlerimizden biri. "şekerim ne olacak bu milletin eğitimsizliği, bu nedir böyle, çok kötü durumdayız valla," diye başladı daha "merhaba" demeden; metrodan iniyormuş, bekleyenlerden birisi inenlere yol vermemiş, "bekle önce ben bineyim sonra inersin" demiş. evet, tanık olduğumda beni de sinirlendiren birşey bu, ama "halkla ilgili birşey öğrendim bugün: eğitimsizler" diye ağzım dolu dolu anlatacağım birşey de değil. sonra da konuyu seçime getiriverdi, "bu hdp'ye oy vermeyi nasıl düşünebiliyor insanlar anlamıyorum, davutoğlu başımıza erdoğan'ı başkan yapmaya uğraşıyor, demirtaş da apo'yu getirecek tepemize," dedi, "gerçi ben onun böyle yarım türkçeyle çekinmeden konuşmasını sempatik buluyorum, ama o başka bu başka," diye de ekledi. bir yere yetişiyordum, çenemi tuttum, ama bu nasıl bir dünyayı kendinden ibaret sanma, nasıl bir densizlik bilemedim. benim kürt olmadığımı, hdp'ye oy vermediğimi nasıl varsayıyorsun bir defa? demirtaş'ın anadili kürtçe, en az senin kadar türkçe de konuşuyor, bu neyin cakası, aşağılaması?

dün akşam selahattin demirtaş yoğurtçu parkı'ndaydı; güzel canlı müzik vardı, herkesin keyfi yerindeydi, demirtaş da kısa ama hoş bir konuşma yaptı. benim görüşüm, hdp'nin chp seçmenine daha çok çalışması gerektiği yönünde; bunun da ilk ayağı, yukarıdaki örneğin de (çok benzerini duydum tabii) gösterdiği gibi, "apo meselesi"ne açıklık getirmek. chp seçmeninin apo'ya bakışını doğrudan hedeflemeden burada yol alması çok zor hdp'nin. bunun hdp açısından nazik bir konu olduğunu anlıyorum, ama selahattin demirtaş'ın bir hasleti var, herşeyi içtenlikle ve olduğu gibi anlattığını hissettiriyor, bu meseleyi de ondan başka kimse anlatamaz chp'lilere. chp'li olmayanlarımız da faydalanır hem.

(fotoğraf: esra özdoğan)

16.5.15

"mad men"i uğurlarken



mad men bu hafta sona eriyor. bugüne kadar izlediğim en iyi dizilerden biriydi tartışmasız - bunun birden fazla nedeni var, ama en başında sanırım "edebi" oluşu geliyor. bunun da kendi içinde bileşenleri var -karakterler, olay örgüsü, gerilim, isteklerle ihtiyaçların çatışması, diyaloglar, ironi, öngölgeleme vs- ama beni en çok etkileyen, hatta zaman zaman kıskandıran şey bir ayrıntı mantığı. ufak bir hareketin, sözün, bir sahneyi canlandırıvermesi, üç boyutlu kılması. nasıl bir şeyden söz ettiğimin birkaç örneğini vereyim:

don ve betty roma'da, sabah otel odasında uyanıyorlar. "yatağın öbür tarafında yatmak güzelmiş" diyor don. (pekala kendi tarafında yatabilir, ya da öbür tarafta yattığına dair bir yorumda bulunmayabilirdi. oysa bu söz bize hem ilişkilerinin durumu, hem de roma gezisinin anlamı hakkında ipucu veriyor.)

betty lokantada tuvalete girip oturuyor, tuvalet kağıdı koparıp koltukaltlarını siliyor. (burnunu silebilirdi, çişini yapabilirdi, sigara içebilirdi. oysa bu hareket hem havanın boğuculuğunu, hem deodorantın henüz kullanılmadığı bir dönemde olduğumuzu gösteriyor, hem de betty'nin sıkıntısına gönderme yapıyor.)

megan ve don, campbell'lere yemeğe gidecek, kapıdan çıkmak üzerelerken megan "takım elbiseyle mi gideceksin? kareli ceketini giysene, orası da sayfiye sayılır" diyor, don gri takımını çıkarıp kareli ceketini giyiyor. (doğrudan kareli ceketle evden çıkabilirdi. oysa bu duraklama, hem don'un kasıntılığıyla ilgili bir espri, hem megan'ın don üzerinde artan gücünün bir işareti.)

peggy evdeyken kapı çalınıyor bir akşam tv seyrederken. üzerinde yeşil elbisesi var. kapıyı açmak için kanepeden kalkarken eteğinin yan tarafındaki fermuarı çekiyor. (fermuarı açık olmayabilirdi. oysa bu hareket, açık vermemeye büyük dikkat gösteren peggy'nin yalnızken kendine verdiği rahatlama payını, bu payın ne kadar küçük olduğunu gösteriyor.)

bu tür ayrıntılar, olay örgüsünü yazarken ulaşılacak hedefe gözünü diken değil, karakterlerini oldukları durum içinde gerçekten hayal edebilen bir kalemin ürünü olabilir ancak. bu da bence amerikan öykücülüğünün en büyük hasleti zaten. büyük dizilerin ölümünün tartışıldığı, rafine işlerin soyunun tükendiği bir devirde mad men'i özleyeceğim.

10.5.15

diktatörün biri



hiç sırası olmayan diktatör hikayeleri (dk'den çıkacak diktatör antolojisinde yayımlanacak "diktatörler" adlı öyküden):

Emekli olduktan sonra kıyıdan uzakta, zeytincilikle geçinen bir kasabaya yerleşen diktatörün biri, birkaç yıl içinde toplumsal bellekten silindi, eski şaşalı günlerini kimse hatırlamaz, okeyde taş aşırmasına müsamaha göstermez oldu. Yüzü çok hatırda kalır bir yüz değildi; sesinde ya da konuşmasında belirgin bir özellik yoktu; sıradan bir diktatör olarak görevini yapmış, sıradan bir ihtiyar olarak günlerinin tükenmesini bekliyordu şimdi. Yolu kasabadan geçen ve onun tuhafiyeci dükkanına bir düğme, bir parça lastik ya da ufak bir şişe kolonya almak için gelen yabancılarla bazen yarenlik yapacağı tutar, ama eskiden diktatör olduğuna kimseyi gerçekten inandıramazdı. Böyle günlerin akşamlarında, evine döner dönmez gardırobunun diplerinden, düğmeleri kafatası kemiğinden yapılmış tören üniformasını çıkarıp giyer, ayna karşısına geçer, herkesin çoktan unuttuğu sönük konuşmalarından birini yapardı. Ne yazık ki bu hayal kırıklığı ölümünde de sürdü; vasiyetine rağmen, diktatör bu üniformasıyla gömülmedi.

***

Diktatörün biri, işin zorluklarına dayanamayıp aklını yitirmişti; bir dağın yamacında, orman içinde bir klinikte yaşıyordu artık, tedavisinin imkansız olduğu kabul edilmişti. Kendisinden sonra gelen diktatör, eski diktatörün tüm masraflarını bir vefa örneği olarak kendi cebinden karşılayacağını duyurmuştu. Aklını yitiren eski diktatör, diğer bazı hastalarla devlet işlerine dair toplantılar yaparak ve sekreter kılığına girmiş bir hemşireye mektuplar, gazete makaleleri ve konuşma metinleri yazdırarak geçiriyordu günlerini. Hastane hekimleri diktatörün ailesini kaçınılmaz sona hazırlamaya çalışmış, birkaç yıl içinde bu kadarını bile dikte edemeyeceğini anlatmışlardı, sonrasında perişan aileyi hiçbiri teskin edememişti.

***

On binlerin üzerine gözünü kırpmadan bombalar yağdırmış, sokaktaki masum insanları kurşun yağmuruna tutturmuş, siyasal rakiplerini işkenceyle öldürtmüş (bir-ikisini bizzat öldürdüğü anlatılırdı), halkının büyük bir kısmı yoksulluk çekerken kişisel servetini milyarlarca dolara çıkarmış, cebinden beş kuruş ödemeden, şirket patronlarına yaptırdığı sarayında şatafat içinde yaşayan bir diktatör bu, ama bakın: ülkenin en ünlü bestecisinin ablasını boğulmaktan son anda kurtardıktan, deniz kenarındaki muhteşem villasına kucağında taşıdıktan sonra, kendi elleriyle hazırladığı sıcak ıhlamuru yudum yudum içiriyor, müzik ve estetik konusunda yaşlı kadıncağızla sohbet ediyor şimdi.

***

Diktatörün ortadan kayboluşunun beşinci gününde ülkede yaşam durma noktasına geldi. İnsanlar bulvarlarda ruh gibi yürüyor, caddelerde sebepsiz yere birbirlerine sarılıyor, arka sokaklarda yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Hayatın bu gerçeğini bir gün öğrenmek zorunda kalacakları, hiçbirinin aklına gelmemişti belli ki: bir diktatör tarafından yönetilen bir ülkede yaşamak zordu, ama asıl korkuncu, bir diktatör tarafından kaderine terk edilen bir ülkede yaşamak zorunda kalmaktı.

 ***

Ülke bir diktatörlük olmaktan çıkalı neredeyse on yıl oluyordu; herkes biliyordu bunu, diktatörün kendisi dışında herkes. Bir tek diktatör, ülkenin hala bir diktatörlük olduğunu, herkesin ondan ölesiye korktuğunu ve iliklerine kadar nefret ettiğini sanıyordu. On yıl kadar önce, kötü bir rüyadan uyanır gibi, artık bir diktatörlükte yaşamak istemediklerine karar vermişti insanlar, sessizce, hep birlikte, önceden anlaşmışçasına. Ne var ki bunu diktatöre söylediklerinde kalbinin kırılacağından herkes emindi; o yüzden, yine sessizce, kimsenin tek sözcük söylemesine gerek kalmadan, diktatörü idare etmeye, pışpışlamaya karar vermişlerdi. Zaten sağlığı bozuktu diktatörün, en fazla birkaç yıl daha yaşayabileceğini fısıldıyordu hekimler; son günlerini mutlu geçirmesini sağlamakta ne gibi bir sakınca olabilirdi? Ne var ki diktatör beklenenden daha dirençli çıkmıştı, onun haberi bile olmadan kendisine biçilen süreyi aşmış, dinç bir diktatör olarak yaşamını sürdürmüştü. Halkı bu durumu da sorun etmemiş, kendi bildikleri gibi yaşamış, iktidarı olmayan diktatörlerine sert erkek muamelesi yaparak gönlünü hoş tutmuşlardı. Zaten yalandan kim ölmüştü ki?


8.5.15

babamla arabada



babam 15 yıl öncesine kadar araba kullanmayı severdi, uzun yol yapmayı da severdi. ben çocukken, biz izmit'te yaşıyorken, sabah çıkıp iş için elbistan'a gittiğini, işini bitirip gecenin bir vakti eve geldiğini hatırlıyorum. annem hızlı kullandığını söyler, söylenirdi, ama arabalarını düşününce, herhalde en fazla 120'yle filan gidiyordu. onun araba kullanma sevgisi bana da geçmiş olabilir, ama dayanıklılığı geçmemiş, orası çok açık - beş saat yol yapınca bıkanlardanım ben.




1969'da, ben henüz bir yaşındayken ve biz mannheim'da yaşarken, babam annemi ve dayımı alıp almanya'dan hollanda'ya gezmeye götürmüş, ilk kez orada yürümüşüm. babamın arabalarıyla ve araba sürüşüyle tanışmam bu yolda olmuş. yolun önemli bir kısmını annemin ayaklarının dibinde oynayarak geçirmişim; ya o zamanlar ebeveynler şimdikinden daha "geniş"ti, ya da bizimkiler ekstra vurdumduymazdı, bilemiyorum. beyaz, değişik bir volkswagen'miş bu araba, ben hiç hatırlamıyorum ama fotoğrafına bakınca güzel bir alete benziyor.




hatırladığım ilk araba, uçuk sarı bir ford taunus, tavanı beyaz. küçük bir sokağın başındaki üç katlı apartmanımızın önünde durduğunu hatırlıyorum bunun. sanırım ikinci el bir arabaydı, modelini araştırınca anladığım kadarıyla.



1974'te bizimkiler türkiye'ye dönmeye karar verdi; iki işçi maaşından biriktirdikleri paralarla aldıkları eşyaları bir kamyona doldurdular, biz de babamın yeni aldığı gıcır vosvosa doluştuk ve alpleri aşarak üç günde türkiye'ye geldik. turuncu bir arabaydı, ama bizde çok kalmadı; babam bunu türkiye'de satmak için almıştı, kurmayı düşündüğü işe sermaye yaptı, bir süre sonra da cam göbeği bir murat 124 aldı. uzun bir tofaş döneminin başlangıcı oldu bu.



yazları yalova'ya giderdik, aydın 4 sitesi'nde kiralık bir yazlığımız vardı. izmit-yalova arasını yaklaşık bir saatte alırdık; kız kardeşimle gölcük-karamürsel arasında küçük kulelerde nöbet tutan askerlere el sallamak (ve onların da bize el salladığını görmek) en büyük eğlencelerimizden biriydi. bir de babamın kasetleri. aslında bizimkiler çok müzik dinleyen insanlar değildi, evde birtakım plaklar vardı almanya'dan getirdiğimiz, ama bunların üzerine pek az ekleme yapılıyordu. babam arada iş nedeniyle almanya'ya gittiğinde bazı tuhaf kasetler getiriyordu, bavyera şarkıları filan oluyordu mesela, o zamanlardan dilime takılan ve bugün izini bulmayı başaramadığım şarkılar var böyle ("bungeliche, bungeliche, bungeliche welt" diye aklımda yer etmiş bir şey, kimbilir aslında ne). bunların içinde en iyilerinden biri mireille mathieu'nün "an einem sonntag in avignon" adlı almanca parçasıydı, öyle anlatayım.

 



murat 131'e, oradan da doğan'a geçtik akabinde; hafta sonları izmit'ten istanbul'a, istanbul erkek lisesi'nin kolej hazırlık kursuna götürüyorlardı beni, arka koltukta uyuyordum, üstüme örttükleri yeşil battaniyenin yumuşaklığını hala hatırlıyorum. bu dönemde babamın bir arkadaşının verdiği iki kaset, arabada herhalde beş yüz kez çalınmıştır. biri daha ağırbaşlı parçalardan oluşuyordu bu kasetlerin, mesela emerson, lake & palmer'ın "c'est la vie"si vardı (ben bunu yıllarca "tel aviv" sandım). diğerindeyse daha oynak parçalar bulunuyordu, lipps inc.'in "funky town"u gibi (bu da ingilizceyi yeni yeni öğrendiğim dönemde arkadaşlarıma "pis kokulu şehir" olarak çevirdiğim bir parçaydı).

liseyi bitirip üniversiteye başladığım yaz, doğan'da baş başa iki önemli yolculuk yaptık babamla. ilki yaz başındaydı. bir kız arkadaşım vardı ve bodrum'a gidecektik  birlikte, bizimkiler de bunun cinsel anlamları konusunda panik içindeydi. bir gün, yine izmit'ten yalova'ya giderken, babam bana ilk ve son kez kadınları anlattı - bizim yaşımızdaki kızların bizden çok daha akıllı olduğunu, ne isterlerse yaptırabileceklerini, kendimi korumam gerektiğini çünkü hayatta yapacak önemli işlerim olduğunu, allah korusun bir hamilelik durumunda hayatımın kayacağını filan. içimden "tabii tabii" diyerek dinledim, ama itiraf etmeliyim ki etkili bir konuşma ve boktan bir bodrum tatili oldu.

ikinci yolculuğu, boğaziçi'ne kayıt olmaya gittiğim sabah gerçekleştirdik; sabahın köründe yola çıktık, çünkü o yıllarda kayıtlar iki gün sürebiliyordu. e-5'te gidiyorduk, ben hala tam ayılmamıştım, fakat sanırım gebze'yi geçtikten sonra babamdan inleme sesleri gelince afyonum patlayıverdi. kenara çektik, bir beş-on dakika babamın buruşuk bir suratla, gözleri kapalı inlemesini izledim. galiba kalp spazmı geçiriyordu, ama durumun ciddiyetinin çok farkında değildim; kendine gelince yola devam ettik, okula geldiğimizde de onu arabanın başında bırakıp kız arkadaşımla buluşmaya koştum (o da boğaziçi'ne girmişti). hastaneye gitmeyi, doktor bulmayı filan hiç düşünmemiş olmamın herhalde hormonal bir açıklaması vardır.

araba kullanmayı da doğan'da öğrendim. babamın yanında çalışan halil abi'yle izmit'in köy yollarında dolaşıyorduk, fakat daha ikinci gün, sollasam mı fren mi yapsam kararsızlığıyla, önümde 15 km'yle giden bir traktörün römorkunun altına girip ön farı ve ızgarayı dağıttım. dönüp babama anlattığımda çok kızdı, ben de çok bozuldum, o da kızdığına üzüldü sonra, ama bir daha babamın arabasını kullanmadım. o da bunun nedeninin o kazadaki tepkisi olduğunu biliyordu, ama lafını etmedik hiç.



babamın tofaş macerası, kalkık kıçlı metalik gri bir fiat tempra'yla sona erdi. dijital kadranıyla çok havalı olduğu düşünülüyordu; en kolay çalınan arabalardan biri olduğunu da, araba bir gece apartmanımızın otoparkından çalınınca öğrendik polisten.



tofaş'ı bırakıp çok uzağa gitmedi babam - bordo rengi, hatchback bir ford escort aldı, uzun süre de kullandı.





en büyük hayali mercedes sahibi olmaktı - almanya'da çalışırken ama daha annemle evlenmemişken, kız istemeye bir mercedes'le gelmiş ve izmit'te büyük sükse yapmıştı vaktiyle (1966 olsa gerek - fotoğrafta ağzında sigara olan kişi kendisi). artık araba kullanmasa daha iyi olacak bir yaşa geldiğinde ikinci el bir mercedes alarak hepimizi şaşırttı, ama çok kullanamadı. biz onu arabayla gezdirmeye başladığımızdaysa "sağ koltuk sendromu"na yakalandı tabii - fren yap, debriyaja bas, sollasana şunu, tümseğe dikkat, rampada çekmiyor mu bu araba, sağdan araba çıkacak, klima üstüme üflüyor...

iki yıl kadar önceydi, babamı arabayla bizden evlerine götürüyordum, sokaklarına geldiğimizde "sen çok iyi şoför olmuşsun," dedi, "prima (almancı ya, araya almanca laflar sıkıştırır bazen) kullanıyorsun, valla bravo." doğan'ı traktörün altına sokmamdan sonra,  yaptığı ilk yorumdu bu. tuhaf, aradan 25 yıl geçmişti, ama hala ufak bir şeyden gözlerimi yaşartmayı becerebiliyordu.

3.5.15

çeviri taşları



bir yayınevinden aldığım ilk çeviri işi, ruth rendell'in heartstones adlı novellasıydı. yıl 1990'dı, ilk öykü kitabım noktanın kesişimleri antolojisi hil yayın'dan çıktığı gün, yayınevine gidip hüseyin sönmez'den 10 nüsha aldım, ardından da murathan mungan'ın setüstü'ndeki evine gittim. murathan o sıralar remzi'nin yeni edebiyat dizisi "çilek"in editörlüğünü yapıyordu, çevirmen aradığı bazı kitaplar vardı, onlara bakacaktım. mühendislik stajı yaptığım bir yazdı, yalova'da aksa'da, bir atık kurutma havuzu için hesaplar yapıyordum ama epey boş vaktim oluyordu, kısa bir roman olursa çeviririm diye düşünüyordum.

murathan bana birkaç kitap gösterdi; aralarında pynchon'un the crying of lot 49'ı, ferlinghetti'nin city lights'tan çıkan bir kitabı ve ruth rendell'in kitabı vardı. sonuncusu işime geldi, onu aldım. sözleşme için remzi'ye gelmemi istedi, o dönemde remzi'nin babıali yokuşunda bir kitapçısı vardı, yayınevinin yeri de orası sandım, "yok artık," dedi murathan, "tezgahta durmuyoruz herhalde."
oradan ayrılmadan önce, taze öykü yazarı heyecanıyla, kitabımın çıktığını hatta daha o sabah yayınevinden aldığımı laf arasına sıkıştırınca, "e imzala bir tane," dedi. tabii kitap yazmak kolaydı, ama ilk kitabını meşhur bir yazara imzalamak pek o kadar kolay değildi. o sıcak yaz günü resmen ter döktüm ve sonuçta kitabı imzalarken yazacak hiçbir şey bulamadım. murathan bir süre sonra bıktı, "adımı yaz, tarihi yaz, imzanı at, yeter, hadi," dedi. ben de öyle yaptım, "murathan mungan'a, adını yazıyorum, tarih ve imza atıyorum, yetiyor," yazdım, kendimi dışarı attım.

ruth rendell'ın romanı kısaydı kısa olmasına, ama ingilizcesinde bir tuhaflık vardı, cümle kuruluşlarında normal ingilizcede olmayan türden, neredeyse "devrik" denebilecek bir yapı kullanıyordu sıklıkla. buna benzer bir dil tutturmaya çalışarak ve daktiloyla yazarak yaptım çeviriyi, bir ay kadar sonra gidip teslim ettim. bir-iki hafta sonra murathan aradı, çeviriyi konuşmak istediğini söyledi, gittim. benim için iyi bir çevirmenlik dersi oldu o günkü görüşmemiz - murathan çeviri yapacak kadar ingilizce bilmiyordu, ama çevirinin türkçe aksaklıklarını bir bakışta anlıyordu tabii. türkçede kurmaya çalıştığım rendell dilinin tutmamış olduğunu anladım, ciddi bir revizyondan geçirdim. son teslim ettiğim halini bugün bana biri getirse kapıdan kovarım - değiştirmediğim paragrafları daktilo edilmiş versiyondan kesip başka bir kağıda yapıştırmış, değiştirdiğim kısımları da aralara el yazısıyla serpiştirmiştim. murathan ses etmedi, ama herhalde arkamdan sıkı küfretmiştir.

kitap sonunda 1991'de temiz bir halde yayımlandı. gördüğüm kadarıyla remzi o birinci baskıyı hala satıyor, aradan geçen 25 yılda 3000 adedi tüketemedi.

ruth rendell dün öldü. kıyısından köşesinden tanıdığım bir yazardı, ama çeviriyi ve türkçeyi tanımama büyük katkısı oldu. müteşekkirim.