30.1.19

istanbul



İstanbul, gezegen yüzeyinde az sayıdaki enerji odağından biridir - çiğ bir sarıdır bu enerjinin rengi, göz alır, yorar, caddelerde yürüyenlerin üzerine bulaşır, yağmurla yağar ve yere, binalara, geceye ve ruhlara siner. Çıkıp geri dönülünce daha iyi anlaşılır bu enerji; bağımlılık ve yoksunluk yapar. Kimilerine göre İstanbul, her çağın bütün çelişkilerini, hatta daha ileri gidenlere göre gerçek yüzünü açığa vurur: yeni çağın cenneti burada sahtekar bir cehenneme dönüşür. Diğer büyük şehirlerde, çağın mutluluk ve uyum dinine inanmak işten değildir; İstanbul’daysa dini bütün olmak, dini bütün kalmak zordur, insanın içini kemirir sorgu. Bu şehir herkesin harcı değildir; hızla çarpar, yeniden çarpar, yeniden - güneş burada batar, burada doğar, doğacaksa.

Düşmüş bir merkezdir İstanbul, çağın ucunda kenarında yer alır, kendini gizler. İstanbul’daki bütün işaretler ve oklar başka yerleri gösterir, kendinden uzaklaştırır. Bunu bir sisin ardına gizlenerek yapmaz ama – her şey açık, net, çıplak ve acımasızdır, yerlisi gözünü bile kırpmaz. Bütün bu açıklığa karşın insanları, belirsizlik içinde boğulduklarını hisseder - bütün zarlar ve çarkıfelekler dönmektedir İstanbul’da, jüri kapıyı açıp girmek üzeredir, havaya atılan atılmış, yere düşmesi beklenmektedir. Şehir ağırdan alır, bütün hızıyla; bekletmeyi sever.

Peygamberler ve büyücüler şehridir İstanbul, önderler ve şehitler şehri. Kimin hangisi olduğu pek belli olmaz; insanlar temkinli dolaşır. Ortak özellikleri yalnız olmalarıdır, dünyanın bütün pişmanlık ihtiyacı buradan karşılanır, bu yüzdendir payına bu kadar çok deli düşmesi; insanları kadar sokakları ve havası da delidir ayrıca.

Merkezin her zaman gizliden gizliye gerilimli bir ilişkisi olmuştur İstanbul’la; salaş vakarı, merkezin mükemmel aksanlı resmiyetine ve iş ahlakına ters gelir hep. Efsane İstanbul’da ikamet etmeyi seçmiştir, merkez bunu kaldıramaz, her fırsatta intikam alır, ama bütün yengilerine rağmen rahat edemez, dinmeyen bir korkudur içindeki.

İstanbul’da yaşayan insanların her biri, içinde bu savaşın savaşçısı olduğunun sezgisini taşır, dile getirmez. Her biri bu insanların, durup birden kulak kabartır, bir şey olmamış gibi devam etmeden önce - çağ mı değişiyor? O gün her an gelebilir, bilirler, hazırdırlar - tek bir temiz salvoyla taşlar yerinden oynayacak, taşlar yerine oturacaktır.

Dünyanın büyüsü yeniden kurulacaksa, çelişkilerin üstünün örtülmesiyle değil, açıkta çarpıştırılmasıyla kurulacaktır der İstanbul’un tarihçileri, işaretleri saymakta birbirleriyle yarışmaya bayılırlar. Kimsenin bilmediği birilerinin, kimsenin bilmediği bir yerde, kum saatlerini çevirmeye hazırlandığından zerre kadar kuşku duymazlar, telaşsızca bekler, bekleyişlerini de her şey gibi bir yolculuk sayarlar - her yolculuğun, yolculuğa ve başlayacak olana dair heyecan sürdükçe sürmesi gerektiğini anımsatmaktan bıkmazlar.

26.1.19

Son Kişot - Neşeli Bir Yol Hikayesi

Cenk Koyuncu’nun gülümsemesine

Bu noktadan yıllar öncesini görüyoruz önce, sesleri duymuyoruz, yalnızca J.S. Bach’ın “Erhalte mich”i var kulak zarlarımızda: Küçük bir kız, 9-10 yaşında, dedeyle evdeler, anne mutfakta kek pişiriyor, dede kızla sıcak-soğuk oynuyor, küçük bir biblo var elinde, onu odanın bir yerine saklıyor, kız da arıyor, yaklaşırsa sıcak, uzaklaşırsa soğuk diyor dede. İlk izlediğimiz elde kız rahatça buluyor bibloyu, sonra yeniden odadan çıkıyor, döndüğünde dede yine koltuğunda oturuyor. Kız arıyor arıyor, sonunda dedenin üstünü aramaya başlıyor, elini cebine sokuyor, dede kendi fermuarını açıyor, tutturuyor, elini de kızın külotuna sokuyor. Anne kek pişirmeye devam ediyor.

***

Hatice’nin temizliğe geldiği günlerden birinde Melike’nin cebi çalıyor – arayan Hatice’nin kocası Şeref. “Hatice orda mı?” diye soruyor – Hatice son günlerde garip davranıyormuş, Şeref onun başka bir erkekle ilişkisi olduğundan kuşkulanıyormuş. Melike çok sinirleniyor, Şeref’i tersleyerek telefonu kapıyor ve Hatice’ye çıkışıyor, bu tür aile içi şeylere karıştırılmak istemediğini söylüyor, “O adam buraya gelmeye kalkar mı?” diye soruyor. Hatice gülerek geçiştiriyor, fakat sonra Melike Hatice’yi ağlaya ağlaya bulaşık yıkarken buluyor. Hatice anlatıyor: Şeref Hatice’den kuşkulanmaya başlayınca bütün eve izleme kameraları ve ses alıcıları yerleştirmiş. Şimdi tedavi görüyormuş, bu sefer de Hatice’nin paraları psikolog ücretine gidiyormuş. İki de çocukları var öğrenci, Hatice perişan.

Melike’nin tepesi bunları duyunca iyice atıyor, Şeref’e telefon edip onunla konuşmak istediğini söylüyor ve eve çağırıyor. Melike bu sıralarda pek dengeli değil – neredeyse hiç uyumuyor, sürekli şövalyelik romanları okuyor, gözleri biraz deli bakıyor; üstlendiği, teslim tarihi gelmiş tasarım işlerini boşlayalı epey olmuş.

Şeref gelince gelince Hatice’nin üzerine yürümeye kalkıyor ve işler beklenmedik bir şekilde çığırından çıkıyor, Şeref’i ölümcül biçimde yaralıyorlar, küçük tuvalete kilitliyorlar. Yorgun argın kanepeye çöküyorlar. Hatice Şeref'in cep telefonunu almış, onu kurcalıyor. Telefonda bazı fotoğraflar ve videolar buluyor: küçük kızların fotoğrafları, masum denemeyecek tuhaflıkta fotoğraflar, bazı erkek çocuk fotoğrafları keza, bir de bir video, küçük çocukların birbirlerine cinsel görünümlü şeyler yapması, komutları veren bir dış ses, bir erkek. Hatice kuduruyor, ama Melike sinir krizi geçiriyor gerçek anlamda, katılıyor. Konuşamaz oluyor. Acayip bir ağlama. Gidip odasına kilitliyor kendini. Daha sonra, sakinleştiğinde, çıkıp anlatıyor Hatice'ye, dedesini. Hatice paramparça oluyor, dili tutulmuş gibi; Melike’ye sarılıyor, hüngür hüngür ağlıyorlar yeniden. Melike annesini arıyor, yıllardır izi yok adamın çünkü, aile görüşmüyor dedeyle; annesine dedenin nerede olduğunu soruyor ama kadın söylemiyor, tersliyor, kapıyor telefonu, anlamıyor Melike'nin ne halde olduğunu. “Ne diyor Gönül Teyze?” diye soruyor Hatice. “Ne diyecek allahaşkına, bilmiyor musun Gönül Teyzeni?” diyor Melike tükürür gibi. “Bulacağım ben bu herifi, amına koyacağım," diye ekliyor sonra, Hatice "Ben de,” diyor. Asıl onun kararlılığı gözümüzü alıyor.

TV’de CNNTürk, yeni bir kadın cinayeti haberi veriyor – liseli bir kızın evden kaçması, kocası ve akrabaları tarafından izinin sürülmesi, öldürülerek kuyuya atılması. Melike’nin dudakları titriyor, “Hadi çıkalım şu evden,” diyor, çıkıyorlar, sahile iniyorlar. Ne yapacaklarını konuşuyorlar – Melike Şeref’in cesedini gece alıp arabayla bir yere götürüp gömmekten yana; Hatice o gece çıkamayacağını, çocukların durumunu ayarlaması gerektiğini, akşama eltilerinin geleceğini, işlerin karıştığını anlatıyor. Operasyonu ertesi gün yapmaya karar veriyorlar. Melike o gece evde kalamayacağını söylüyor haliyle, sevgilisinde kalabilir, ama bir süredir araları limoni, ayrıca Şeref’e yaptıklarını öğrenirse ne yapacağı belli olmaz, polise bile gidebilir, “Öyle de şerefsizdir,” diyor Melike. Bir erkeğe ihtiyaçları olmayacağı belli. Melike o gece başının çaresine bakacak. Gülmeden ayrılıyorlar.

Melike gece bir barda tek başına takılıyor, pek iyi görünmüyor açıkçası. Bir süre sonra yakışıklıca bir adam geliyor yanına; Melike’den 10 yaş kadar büyük, düzgün birine benziyor. Yanına oturmak için izin istiyor, gülümseyerek konuşuyor. Melike ona uzun uzun bakıyor – tanıyacakmış gibi, ama çıkaramıyor. Adının Levent olduğunu söylüyor adam, iş için Antalya’dan gelmiş. Bayağı içiyorlar, Melike sarhoş oluyor fena halde. Adam “Gidelim buradan,” diyor, “Gidelim,” diyor Melike. Adam önce bir tuvalete gitmek için kalkıyor. Telefonu ve sigara paketi masada. Telefonu çalıyor o sırada, Melike ışığını görünce bakıyor, arayanın adını görüyor – Şenol Yerlikaya.

Adamla Melike adamın arabasında gidiyor. Bir sokakta duruyorlar, dışarıda in-cin top oynuyor, karanlık. Melike’nin “ne oluyoruz” demesine kalmadan adam kızın üstüne çullanıyor. Saçlarından tutup kafasını torpidoya vura vura bayıltıyor Melike’yi, ayakkabılarını, pantolonunu çıkarıyor, tecavüz edip yarı çıplak arabadan atıyor ve basıp gidiyor.

Gençten iki adamın yaklaştığını görüyoruz, Melike’yi görüyorlar o halde sokakta yatarken, “Oha karıya bak” diyorlar birbirlerine, çöküyorlar başına, bacaklarını kıçını ellemeye başlıyorlar, halleniyorlar, ama ellerine kan bulaşınca bir duraklıyorlar, o sırada bir şangırtı – pencerelerden birinde bir teyze, şişe atmış bunlara, avazı çıktığı kadar bağırıyor. İkili tırsıp ikiliyor.

Teyzenin evi. Komşusu kadınla birlikte Melike’yi içeri almışlar, kanepeye yatırmışlar, altına pijama giydirmişler.

Sabah. Melike korkunç bir baş ağrısıyla ve alnı şişmiş olarak kendine gelince teyze kahvaltı hazırlamak istiyor ama Melike öğürmeye başlayınca demli çayda karar kılıyorlar. Melike yavaş yavaş geceyi hatırlamaya başlıyor. Telefon çalıp duruyor ama açmıyor, sonunda yekten telefonu kapıyor.

Melike teyzelere teşekkür faslının ardından eve dönüyor, yolda Hatice’yi arıyor, o da geliyor. Dışarıda buluşup eve giriyorlar – Melike cesetten tırsıyor çünkü. Ama Şeref’in cesedi ortada yok. Anlam veremiyorlar, ama hemen gitmeleri gerektiği açık. Melike adamı bulmaya kararlı, ama sadece adını biliyor. Sonra gelen telefonu hatırlıyor. “Şenol Yerlikaya” diye Google’a girince karşısına üç kişi çıkıyor, ikisinin şirket telefonuna ulaşıyor. İlki karavana, ikincisini arıyor. “Dün gece Levent Bey’i aramıştınız, o sırada bakamamıştı, kolyesini bende unutmuş, telefonu cevap vermiyor, acaba başka nasıl ulaşabilirim kendisine diye sizi aradım,” diyor Melike cilveli bir sesle. Şenol diyor ki ben Levent diye kimseyi aramadım. Antalyalı hani? diye soruyor Melike. Tanımıyorum, diyor Şenol ve kapamak üzere. Melike tarif ediyor. “Haa, Mithat’ı diyorsun sen,” diyor Şenol, “İzmir’in en büyük orospu çocuğu avukatı Mithat Yurdatapan’ı diyorsun.”

Melike’nin arabasına biniyorlar. “Nereye?” diye soruyor Hatice, “İzmir’e,” diyor Melike, “yolda anlatırım.” Soğukkanlı bir delilik içinde görüyoruz onu. Hatice daha aklı başında görünüyor, ama süreçte en acımasız cinayetlerden bazılarını o işleyecek. Eskihisar’dan feribota biniyorlar. Topçular’a yaklaşırken feribotta bir hareketlenme ve bağırış-çağırış oluyor, adamın biri karısını tartaklıyor, “Yürü lan arabaya!” diye ite kaka aşağı götürüyor. Melike ve Hatice çok sinirleniyor, ama feribot da yanaşmak üzere, arabaya iniyorlar. Çıkışta adamı arabasını biraz kenara çekmiş, kadını döverken görüyorlar – Melike ani bir frenle durduruyor arabayı, iniyorlar, müdahale ediyorlar. Adam arabadan iniyor, ikisini de birer yumrukta yere seriyor, tekmeliyor da, sonra arabaya atlayıp gidiyor. Kimse de bir şey yapmıyor.

Bayağı yamulmuşlar. Melike’de süngüsü düşmüş bir hal var, İstanbul’a dönmeye teşne, ama Hatice sinir küpü olmuş, bilenmiş. Adamın plakasını da ezberlemiş o arada. Trafik Şube’de FETÖ’cülerden boşalan kadrolardan birine yerleşip başkomiser olmuş eniştesini arıyor. Orhangazi’de ekip adamı çeviriyor. Bizimkiler Emniyet’e geliyor. Adamın karısı orada bekleşiyor, bunları görünce ürküyor, polisler de Melike’yle Hatice’yi goygoylamaya çalışıyor. Komiser yardımcısı kadın, gelip onları bir güzel haşlıyor, Melike ve Hatice’yi götürüyor. Adamı nezarethaneden çıkarıyor, kamerası bozuk bir odaya götürüyor, Melike’yle Hatice de oraya geliyor. Hatice adamı fena benzetiyor, kadının verdiği copla. Melike de iki tane çakıyor sonunda, havaya giriyor. Kan revan içinde kalıyor adam. Bizimkiler çıkıyor.

İzmir’e geliyorlar. Melike internetten Mithat’ın ofisini buluyor, kapısına dayanıyorlar, Mithat şehir dışındaymış, sonraki gün gelecekmiş.

İki kadın otele yerleşiyor. Sonra çıkıp kendilerine üst-baş alıyorlar – Melike, Hatice’nin türbanına biraz takılacak gibi oluyor, sonra saçmaladığını fark edip daha şık bir türban aldırıyor. İzmir’de takılıyorlar.

Ertesi gün Melike yeniden arıyor Mithat’ı, toplantıda olduğunu öğreniyor. Gidip ofisin önünde beklemeye başlıyorlar. Akşam saatlerinde çıkıyor Mithat. Karşısında Melike’yi görünce önce afallıyor, hatta biraz tırsıyor, ama Melike cilveli, “tadı damağımda kaldı” pozunda. Mithat fena halde yiyor bunu.

Evine gidiyorlar. Melike ve Hatice bu arada sürekli mesajlaşıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde iş yatağa varıyor. Yatak odasına girdiklerinde Melike duvardaki resmi görünce eli ayağı boşalıyor. “Bunun burada ne işi var?” diyor, “Eski karımdan kalma, atamadım,” diyor Mithat. “Sen İpek’in kocası mısın?” diyor Melike şaşkınlıkla. Mithat da şaşırıyor. İpek Melike’nin lisedeki en sevgili arkadaşıymış meğer, okul bitmeden bir adamdan hamile kalmış, kızı okuldan almışlar, adamla evlendirmişler. O adam da Mithat’mış. Birkaç yıl sonra boşanmışlar, İpek taşralı bir iş adamının imam nikahlı karısı olmuş. Niye boşanmışlar? Mithat başka birisine aşık olmuş, ama bu İpek’in suçuymuş, ilgisizliğine, Mithat’ı kendine yanaştırmamasına dair bir şeyler anlatıyor. Melike’nin adama duyduğu nefret üçe katlanmış durumda. Öfkesinden yerinde duramıyor.

Kapı çalıyor – gelen Hatice. Melike o sırada karambolden yararlanıp mutfaktan ekmek ve et bıçağı almış gelmiş. Mithat’la İpek konusunda yüzleşiyor Melike, yeni kocasının Çorum’da Boğazkale’deki Kybele Otel’in sahibi olduğunu, oteli birlikte işlettiklerini öğreniyorlar. Mithat’ın ağzını ve ayaklarını bağlayıp ellerini ve dilini kesiyorlar. Salonun yanındaki kütüphanede Mithat’ın gerçek olamaz gibi görünen, bir Tarantino filminden fırlamışa benzeyen bir silah koleksiyonu varmış, iki çantaya doldurup çıkıyorlar. Gecenin bir saati, hedef Çorum, daha doğrusu Boğazkale.

Kula çıkışında benzincideler, arabanın önüne arkasına iki araba dayanıyor, bunların çıkışını engelliyor. Hatice arabada, Melike para ödemeye gitmiş. Döndüğünde adamların köpekbalığı gibi arabanın etrafında dönendiğini görüyor. Melike’ye zorla kapıyı açtırmaya kalkışacak gibi oluyorlar ama Melike zaten dünden hazırmış gibi cilve yapıyor bunlara, Hatice şaşırıyor önce, sonra jetonu düşüyor. Ağaçlığa gidelim ben battaniye getireyim diyor Melike. Hatice ve adamlar önden gidiyor, bir tanesi Melike’nin yanında kalıyor. Melike bagajdan tüfeği çekip herifi vuruyor. Hatice’nin yanındakiler silah sesi ve arkadaşlarının çığlığını duyunca “nooluyo lan” diye geri geliyor ama tabii ihtimal de vermiyorlar. Hepsini yere seriyor Melike – biraz beceriksizce yapıyor bunu, bacak, karın, kol, neresi gelirse. Benzincinin çalışanları tırsmış, ışıkları kapamışlar, dükkanın arka tarafına sığınmışlar. İki kadın arabaya binip gidiyor. Yolda kendi tacize uğrama deneyimlerini, arkadaşlarının ve ailedeki kadınların yaşadıklarını anlatıyorlar birbirlerine. Hatice’nin komşusu, tecavüzcüsüyle evlendirilmiş, kaçmış, bulmuşlar, kocasının abileri ve babası da tecavüz etmiş bunun üzerine. Melike dedesinin hikayesini bölük pörçük anlatıyor. Yıllarca sürmüş.

Uşak’a gelmeden yol kenarında bir yerde arabayı sote görünen bir kenara çekip uyuyorlar.

Sabah camları tıklatılıyor – iki trafik polisi. Genç ve sırnaşıklar – “buralarda böyle yol kenarında uyuyan güzeller bulunmaz” sırnaşıklığı. Bizimkiler tam dellenecek gibiyken polisleri merkezden çağırıyorlar, bilmeden canları kurtulmuş oluyor. Belki Melike’yle Hatice’nin afyonu patlamış olsaydı, polisler ölmüş olacaktı. Fakat anlıyorlar ki en azından arabanın plakasında arama yok henüz. Seviniyorlar.

Şehir merkezlerinden kaçınarak, yolu uzatarak gidiyorlar.

Bir kasabaya gelince kahvaltı edecek yer arıyorlar. Bir kahve görüyorlar, bir bakıyorlar ki burası kadınlar kahvesi, içeride tek bir erkek yok. Nefis çay var, sıcak gözleme var. Adamları Soma’ya yolluyorlarmış termik santrale. Kadınlar epey sert, küfürlü konuşmalar, hırslı okey oyunları, laf atmalar filan. Bizimkilerin çok hoşuna gidiyor, “buraya yerleşsek” diyorlar. Ama görev onları bekliyor, yola devam.

Seyitgazi. Arabayı birden durduruyor Melike yine, yolda bir oğlan – 13-14 yaşlarında, arkasında da çarşaflı kadınlar – ablası, annesi, teyzesi, annanesi. Çıkıp kadınlara bas bas bağırmaya başlıyor Melike, Hatice arabada kalıyor – “Bu çocukları yarrak gibi yetiştiriyorsunuz, büyüyünce gelip kafamıza sıçıyorlar sizin yüzünüzden, bu ne biçim yürümek, bacak kadar çocuğun üç adım arkasında, utanmıyor musunuz, koca insanlarsınız…” Kadınlar paniğe kapılıp telaş içinde kaçmaya çalışıyor – Melike peşlerinden gidiyor, saydırmaya da devam ediyor. Bir evin kapısında oturmuş bir grup kadının önünden geçiyorlar, kadınlar Melike’yi durduruyor, “sen ne diyon?” “erkeğimize laf mı diyon?” İş itiş kakışa dönüyor, Melike bunların hakkından gelecek gibi görünürken işin rengi değişiyor, indiriyorlar, üstüne çullanıyorlar, durum kötü, o sırada Hatice geliyor, acayip dövüyor hepsini, Matrix’teki Trinity gibi. İçlerinden biri kaçıyor, ama Melike biraz peşinden koşup nişan alıyor ve bir atışta vuruyor – sanki “sniper” mübarek. Bu işte hızlı -hatta biraz fazla hızlı- bir şekilde ustalaşıyorlar. Koşarak arabaya dönüyorlar, insanlar sokağa çıkmış, bağırış çağırış, kadınlar pencere kenarlarından bakıyor, birtakım adamlar bunların önünü kesmeye çalışıyor ama bir-ikisini eziyorlar, bir-ikisini vuruyorlar pompalı tüfekle. Melike gaza basarken Hatice geriye ateş ediyor. Seyitgazi’den çıkıyorlar.

M’nin telefonu ötüp duruyor – arayan sevgilisi Tankut. Açmıyor.

Eskişehir yolunda arabayı saklıyorlar, silah çantalarını alıp otostop çekiyorlar. Telefon çalmaya devam ediyor. Hatice’nin de telefonu ötmeye başlıyor bu sırada – onu da Şeref arıyor. Haydaa. Açmıyorlar.

Bir araba duruyor sonunda – altmışlarında, saçları boyalı, parmağında taşlı yüzüklü, kaytan bıyıklı, hafif sakallı, biraz göbekli bir amca, Dario Moreno’yu andırıyor. Melike öne oturuyor, Hatice arkaya. Az sonra “Şurada biraz durabilir miyiz?” diyor Hatice, adam “Elbette hanımefendi,” diyerek kenara çekiyor, Hatice onu arabadan indiriyor, bagaja girmesini istiyor elinde tabancayla, adam ağlamaya başlıyor, “Niye böyle yapıyorsunuz hanımefendi, istirham edeceğim, niye bagaja giriyorum,” diyor, eliyle “Hadi gir gir” işareti yapıyor H, “Kızım ne yaptım ben size, sizin babanız yaşındayım,” derken Hatice “baba” lafını duyduğu anda tetiğe basıyor, “Yapmışsındır,” diyor alçak sesle. Bagajı kapıyor, yola devam.

Bir büfeden tost alırken televizyondaki haberlere takılıyor Melike – terk ettikleri arabasını bulmuşlar, peşlerindeler, çember daralıyor.

Gecenin bir yarısı Boğazkale’ye varıyorlar. Hititlerin başkenti Hattuşaş burası, bereket tanrıçası Kybele’nin memleketi. İpek Kybele Otel’de, kocası otelin sahibi. Otele giriyorlar, resepsiyonda uyuklayan bir oğlan var, resepsiyonun karşısındaki televizyonda haberler açık ama sessizde; oda muhabbeti yaparken İpek geliyor. Melike’yi tanımıyor, ama Melike kadına kilitleniyor. Kim olduğunu söyleyince İpek ağlamaya başlıyor, birbirlerine sarılıyorlar. İpek toparlanıyor sonunda, “Aç mısınız?” diyor Hatice’yi de dahil ederek, oğlana çantaları aldırıyor, oğlan çantaların ağırlığına şaşırıyor, sızlana sızlana iki kadının odalarına götürüyor. Kadınlar mutfağa geçiyor, İpek yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Her şey unutulmuş gibi oluyor o mutfakta, neşe, mutluluk, sevgi havası. “Ne işiniz var burada?” diye soruyor İpek, “Geziyorduk uğradık,” gibisinden geçiştirme bir cevap veriyor Hatice, Melike de ek yapmıyor. Bu sırada oğlan resepsiyona dönmüş, otelin köpeğine mama koymak için dışarı çıkıyor, köpeği Melike’nin arabasının dibinde görüyor. Bakmaya gittiğinde bagajdan bir şey damladığını görüyor, ama karanlıkta benzin sanıyor, “Sakın la dur, benzin o, geberecen,” diyor köpeğe, çekiştiriyor, köpek hiç ayrılmak istemiyor. Mutfağa gidiyor oğlan, bagajdan benzin damladığını söylüyor, Melike paniğe kapılacakken Hatice sakin bir şekilde kalkıyor, “Ben hallederim, bir göstersene bana nerede,” diyerek oğlanı alıp dışarı çıkıyor. Mutfaktan çıkarken bir şiş sakladığını görüyoruz kolunun içine. İpek’le Melike konuşmaya dalmış – eski günleri, İpek’in neler çektiğini, Melike’nin onu ne kadar özlediğini anlatıyorlar birbirlerine. Hatice geri geliyor az sonra, sakin. Oğlan yok.

Melike kendi hayatını hararetli hararetli anlatırken birden donakalıyor gözü kapıya kayınca – eşikte duran adam, İpek’in kocası, Melike’nin onyıllardır görmediği dedesi Zekai Bey. Melike’yi görünce ona büyük bir pişmanlıkla, içten bir sevgiyle sarılıyor. Samimi olduğunu anlıyoruz. Zekai Bey kanser hastası olduğunu anlatıyor, oteli zar zor götürüyor, İpek olmasa çoktan kapanırmış, aslında pek ömrü kalmamış. Son günlerinde Melike’yi görmek onu inanılmaz mutlu etmiş belli ki. İpek Hatice’yi alıyor, “Gel sana biraz oteli gezdireyim,” diyor, dedeyle torunu yalnız bırakıyorlar.

Zekai Bey bir rakı koyuyor kendine, dipliyor, bir tane daha koyuyor, bir tane de Melike’ye koyup karşısına oturuyor. Dökülüyor. Adamcağızı bu kadar perişan görmek Melike’ye de dokunuyor, o da ağlıyor Zekai Bey’le, birbirlerine sarılıyorlar – Melike’nin sonunda çocukluk travmasının çözüldüğünü, hesabı kapattığını, artık normale döneceğini düşündüğümüz anda cebinden bir tabanca çıkarıp Zekai Bey’i yere yatırıyor, bir bıçak kapıyor, adamın pantolonunu indirip taşaklarını kesiyor ve ağzına tıkıyor, koli bandıyla da ağzını bağlıyor.

Zekai Bey’in ağzı bağlı olsa da o sessizlikte iniltileri yine de duyuluyor. İpek koşarak geliyor, Hatice arkadan. Kocasını kanlar içinde görünce sinir krizi geçiriyor – meğerse çok seviyormuş adamı. Melike’nin üzerine yürüyor, eline geçirdiği ne varsa onunla vurmaya çalışıyor. “Ambülans çağırın!” diye bağırıp duruyor. Melike ve Hatice mutlu bir yorgunlukla yere oturuyor, biz sahneyi yükselerek izliyoruz. O sırada içerisi ışığa boğuluyor, helikopter sesi gümbür gümbür – çevreniz sarıldı sahnesi. Melike ve Hatice bakışıyor, kaderlerine razılar artık.

Don Quijote anı: Meğer Melike yeldeğirmenlerine saldırdığını zannederken asıl durum çok başkaymış. Gelen polis değil ambülans; helikopter değil bir motosikletli – bu da resepsiyondaki oğlan çıkıyor. Tekrardan sahneye dönüyoruz, Zekai Bey yerde ama kanlar içinde filan değil, İpek ağlıyor ama sinir krizi filan geçirmiyor. Zekai Bey kalp krizi geçirmiş, durum ciddi, hemen hastaneye götürülüyor, İpek de gidiyor. Hatice’nin telefonu çalıyor, açıyor bu sefer, Şeref şaşkın, açılmasını beklemiyor çünkü. Onlar konuşurken Melike’nin de telefonu çalıyor, o da açıp Tankut’la konuşuyor. Neler olduğunu anlatıyor, ama başından beri olanları değil de onlara biraz benzeyen çok daha sıradan olayları. Anlıyoruz ki Melike ve Hatice gerçekten bir dizi macera yaşıyor ve birtakım erkekleri cezalandırıyor, ama bunları Melike’nin beyni bir bin katarak yaşamış, tıpkı Don Quijote gibi. Dedenin kaldığı yeri Melike'ye annes en başta söylemiş zaten, aşırı rastlantılar hep hayaliymiş. Range Rover’a bindiklerini görmüşüz ama aslında Nissan Micra’ymış araba; Şeref’i öldürmemişler, yaralamamışlar bile; Tankut onu bir-iki gün sonra merak içinde Melike’nin evine gidince küçük tuvalette kilitli bulmuş.

Ertesi gün: Tankut ve Şeref otele geliyor birlikte. Birbirlerini bulduktan sonra beraberce iki kadını bulmak için yola koyulmuşlar ama belli ki çok allahlık adamlar ikisi de. Bu iki adamın hali, kadınların kanlı gerginliğine karşı komik bir tezat oluşturuyor hemen. Melike’yle Hatice’yi İstanbul’a götürmek istiyorlar haliyle ama onlar kararlarını vermiş - “Biz burada kalıyoruz.” Vazgeçirmeye çalışıyorlar, ama başaramıyorlar – çok ısrar edince Hatice ve Melike onları düpedüz tartaklıyor. Adamları yolluyorlar sonunda.

Otelde üç kadın. “Boğazkale’nin Üç Kadını” gibi hafif mitolojik bir halleri var. Otelin terasında baş başa kalıyorlar. İlk defa bir dinginlik ve sessizlik oluyor. Güneş Hattuşaş’ın üzerinde batıyor.

Hissettiğimiz kadarıyla, Melike hep İpek'e aşıkmış, hatta belki lisedeyken bir şeyler de olmuş olabilir tam yaşanmadan; bu yaşanmamışlık o efsaneyi büyütmüş de büyütmüş, İpek'in başına gelen evlilik hadisesi de hep Melike'nin vicdanını yaralı tutmuş. Lakin yolun sonunda, İpek'e kavuştuktan sonra, kafasında büyüttüğü şeyin de tıpkı bu yolda yaşadığı şeyler gibi bir hayal olduğunu anlıyor (zaten İpek'te de bunun karşılığı olmadığını, bir arkadaşlık bağı olduğunu görüyor), asıl yanı başında duranı görmemesine neden olan bir hayal. O zaman işte Hatice'yi görüyor gerçekten görmesi gerektiği gibi.

***

Baştaki sahneyi yeniden görüyoruz, sesli bu kez. Sonuna geldiğimizde içeriden bir kadın sesleniyor, “Hatice, mutfağa gelsene kızım!” Kız çocuğu dedenin gözlerine bakıp mutfağa koşuyor. “Bana şurdan bir tabak versene, ellerim yağlı,” diyor Gönül Teyze.

16.1.19

Telif Hakkı Değil, Taltif Hakkı

Image result for copyleft


èMicrosoft, “Where do you want to go today?” (“bugün nereye gitmek istiyorsunuz?”) cümlesini, Pepsi, “uh-huh”ı, Intel, dört notayı tescil ettirdi; son olarak, tenis topları için bir koku (taze biçilmiş çimen kokusu) tescil ettirildi.

èInternet, metinlerin, resimlerin, seslerin paylaşım ağı olarak genişlemeyi sürdürüyor.

Tarihsel bir hukuk sürecini izliyoruz: bir yandan bu sürecin mantıksal açıdan tutarlı adımları atılıyor, bir yandansa bununla taban tabana çelişen başka gerçeklikler, daha önceki dönemlerde olmadığı kadar, olmadığı biçimlerle ortaya çıkıyor. Dolayısıyla hukukla yaşam arasındaki disonans (uyumsuzluk) giderek belirginleşiyor. Bu disonansın temelinde de “yazar kurgusu” var. Hukuk süreci, 17. yüzyıldan beri aynı yazar kurgusunu kullanıyor ve tutarlı olarak bunu ileriye taşıyor; bugün dünyanın geldiği noktanın gerçekliğiyse, bu kurguyla çelişen yazar pratikleri öne sürüyor.

* * *
Yazar, hep bugün bildiğimiz şekliyle yazar olmadı; metinle yazarı arasındaki bağ da hep “mülkiyet” ve “haklar” bağlamında ele alınmadı. 17. yüzyıl ortalarına kadar yazar, metinden daha önemli bir kişi değildi; çoğu metin, yazarının adı olmadan, bilinmeden, önemsenmeden yayılıyordu; yazarın adının bilinmesi de yazara metinle ilgili ancak sınırlı haklar veriyordu – metnin bütünlüğü ve değiştirilmesi ile ilgili haklar, ama ekonomik haklar değil. İngiltere’de yazar, metnini götürü bir ücret karşılığında kitapçıya (kitabı basan ve satan kişiye) satıyor, gerisine karışmıyordu. Kitapçıların bir loncası vardı ve kendi aralarında sıkı bir denetim mekanizması kurmuşlardı: loncaya zor giriliyor, girildiğinde de bütün üyeleri bağlayan kurallar söz konusu oluyordu, örneğin yüzlerce yıl önce ölmüş olsa bile bir yazarın yapıtları hep aynı kitapçı tarafından basılıyordu, başka bir lonca üyesinin basması söz konusu değildi. Ne var ki bu lonca sistemi, korsan kitapçıları engellemeye yetmiyordu. İngiltere’deki kitapçıların saray üstündeki baskısı, 1662’de yeni bir yasaya yol açtı: Lisans Yasası (Licensing Act) uyarınca İngiltere Kralı, kitap üretimini düzenlemek ve kitapçıları korsana karşı korumak için bir “lisanslı kitap sicili” kurdu, “Stationers’ Company” adı verilen kurum da basılan her kitabın bir nüshasının verilerek tescil ettirildiği yer haline geldi. “Copy right” (çoğaltım hakkı) daha önce de kullanılan bir terimdi (1486’da tarihçi Antonio Sabellico), ama ilk kez yasalara giriyordu; amaç da yazarı değil, yayıncıyı korumak ve devlete bu tescil mekanizması sayesinde ciddi bir gelir kaynağı yaratmaktı.

Yayıncının korunmasının gerekliliği 1707’den sonra artan şekilde gündeme getirildi: İngiltere ve İskoçya bu tarihte birleşmiş, İngiliz kitapçılar ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmıştı. İskoçya’ya çoğaltım hakkı yasası yoktu, dolayısıyla İskoç kitapçıları, istediklerini basmakta özgürdü. İskoçya, İngiliz kitapçılarının kabusu haline gelmişti, çünkü ülke bir korsan cennetiydi. 1709’da yürürlüğe giren Anne Yasası (Statute of Anne), bu durumu denetim altına almak ve kurala bağlamak amacını taşıyordu. Çok önemli iki yenilik getiriyordu bu yasa: yazar ilk kez burada, yapıtının çoğaltım haklarının sahibi olarak anılıyordu; basılı yapıtların belirli bir süre için korunma altına alınması kavramı da bu yasayla ortaya çıkmıştı. Böylece daha önceki “yayın tekeli”nin süresi sınırlandırılmış oluyor, ama korsana karşı kesin bir hak niteliği de kazanıyordu. Anne Yasası ayrıca basılan her kitaptan dokuz nüshanın, ülkenin çeşitli kütüphanelerine dağıtılmasını şart koşuyordu.

Bu dönemde, matbaacılığın çok gelişkin olduğu Almanya’da böyle bir yasanın ve “çoğaltım hakkı” kavramının bulunmadığını anımsatmak gerekir. Yazarlar götürü ücret karşılığı kitaplarını yayıncıya teslim ediyor ve yalnızca “kelimesi kelimesine intihal” durumlarında yasalarca korunuyordu. Yayıncılar da yasa koruması altında değildi, korsan yayıncılık çok yaygındı ve bunun bir sonucu olarak da okuma-yazma oranı sürekli yükseliyordu.

İngiltere’de yazarın metinle ilişkisinin mülkiyet ve hak ilişkisi haline gelmesi, dönemin toplumsal dinamiklerinin etkisiyle oldu. 16. yüzyıldan beri yazar-metin ilişkisini tanımlayacak (ve aslında belirleyecek) bir metafor arayışı vardı; yazarı çoban, ilahi esinin aracısı, büyücü, monark ya da baba olarak betimleyen metaforlar söz konusu olmuş, ancak hiçbiri yaygın bir kabul görmemişti. John Locke’ın özel mülkiyet bağlamında getirdiği kuramsal açılımlar bu noktada belirleyici oldu – Locke, mülkiyet hakkını “doğal hak” (natural right) kapsamında tanımlıyor, kişinin emeğini kattığı şey üzerinde doğal bir mülkiyet hakkı olduğunu savunuyordu. Toprak mülkiyetini ve miri mal düzeninden özel mülkiyete geçişi tartışan İngiltere’de yayıncılar, burada kendilerinin de kullanabileceği bir söylem keşfettiler. Yayıncılar feveran ediyordu: korsan yayıncılar yüzünden dürüst işadamları ve aileleri mahvoluyor, çocuklarının ağzından lokmaları çalınıyordu. Ancak yayıncının hakkının korunabilmesi için öncelikle yazarın hakkının saptanması ve korunması gerekiyordu. Milton, Aeropagitica’da “Her yazar, kendi yapıtının mülkiyetine sahip olmalıdır,” diyordu. Locke’un argümanı, yazarın emek verdiği metin üzerinde doğal hakları olduğunu, dolayısıyla da metnin mülkiyetinin kendisine ait olduğunu ve bunun da tıpkı toprak mülkiyeti gibi işlem görmesi gerektiğini savunmayı kolaylaştırdı. Yazarın yaratıcılığı, işlenen topraktı, yapıtıysa toprağın verdiği üründü, dolayısıyla her türlü hakkı da yazarına aitti. Yayıncıların haklarının devreye sokulması, çok da kolay olmayan ama parlak bir manevrayla gerçekleşti: yazar, yapıtının tüm haklarına sahip kişiydi, fakat bunları belirli bir süre için (ve karşılığını alarak) yayıncıya devrediyordu. Böylece yayıncı eskiden sadece bazı haklara sonsuz bir süre için sahipken, artık tüm haklara belli bir süre için sahip oluyor, bu anlamda bir süreliğine yapıtın mülkiyetini ele geçiriyordu. Aranan metafor bulunmuştu.

Bu metafordan hareketle “yaratıcı yazar” söylemi de yaygınlık kazandı ve özellikle Romantik dönemde ağır bir mitosa dönüştü. Bu mitosun destekleyici kavramları arasında “deha” ve “özgünlük” vardı elbette. Tüm bunlar, “yazar”ın kimliğinin köklü bir şekilde değişmesine yol açtı. Yazar, eskiden olduğu gibi metinler arasında diyalog kuran, kendisinden önce yazılmışların üstüne kendi metnini koyan, bir anlamda ortak bir yapıya kendi tuğlasını ekleyen kişi olmaktan çıktı, metinler arasına sınır çizgisi çeken, onları birbirinden ayıran, kendini metnin önüne koyan, dolayısıyla da kendini diğer yazarlardan ayıran kişi haline geldi. Foucault’nun da dikkat çektiği gibi “yazar fonksiyonu”nun böyle bir dönüşüm geçirmesi ve anonim metin rahatlığının ortadan kalkıp her metnin mutlaka bir yazarla eşleştirilmesi eğiliminin ağır basması, merkezi yetkenin de işine geliyordu – suçun ve suçlunun tanımlanabilmesi, kural ve yasakların belirlenip uygulanabilmesi buna bağlıydı.

Bu bireyciliğin de her yerde aynı olmadığını belirtmek gerekir. İngiltere ve Almanya’da hakim hale gelen “yaratıcı olarak yazar” söylemi Fransa’da da görülüyordu, ama burada Condorcet’nin savunusunu üstlendiği ikinci bir söylem daha vardı. Condorcet “bilgi mülkiyeti”ne karşı çıkıyordu, bilginin ve fikirlerin serbest dolaşımda olduğu ve kullanıldığı, “yazarsız bir dünya” öngörüyordu. Dolayısıyla Fransa’da, “komünoter” ve “mülkiyetçi” yazar söylemleri arasında bir gerilim ortaya çıkmıştı.

İngiliz yasalarını büyük oranda benimseyen Amerika’da da bu konuda bir gerilim yaşanıyordu. Toprak konusunda işgal ve emek katmanın mülkiyet hakkı doğurduğu, bunun da doğal bir hak olduğu kabul ediliyordu, batıya göç dalgasının temelinde bu vardı, ama bunu fikirlere uyarlanabilecek bir metafor olarak kullanmak konusunda herkes aynı görüşte değildi. Thomas Jefferson, buluşlar ve fikirlerle ilgili olarak “doğal hak”tan söz edilemeyeceğini savunuyor, “fikirler dünyanın bir yerinden diğerine özgürce yayılmalı, insanların ahlaki ve karşılıklı eğitimini sağlamalı, yaşam koşullarını iyileştirmeli...” diyordu. Nitekim Amerika bugün bile yazarın yapıtı üzerinde “ahlaki hak” değil, “faydacı hak” (“utilitarian right”) sahibi olduğu görüşüne bağlıdır, İngiltere’den farklı olarak. Bunu 18. yüzyılın aydınlanmacı anlayışına dayanarak değil, ekonomik sistemin korunması için yapar. Amerika’da 1790’da çıkan Basım Hakkı Yasası, bir kitabın basım hakkını 14 yıllığına koruma altına alıyordu; yazar bu sürenin sonunda hala yaşıyorsa, hakları 14 yıllığına uzatılıyordu. Amerika da uzun bir süre İngiltere’de yayımlanan kitapların korsan baskılarının üretildiği bir ülke oldu; Amerikalı yayıncılar, İngiltere’den gelecek gemileri limanda bekler, kimi zaman birkaç saat içinde kitapların korsan baskısını hazırlarlardı. Bunun tersi de görülmüştü: Tom Amcanın Kulübesi 1852’de Amerika’da yayımlandığında, 1.5 milyon nüshası İngiltere’de korsan olarak basıldı.

Sonuçta ikili ve ikircikli bir tanım girdi yürürlüğe: yazar bir yandan tanrısal esin ve deha sahibi, sanatçı kişilikli, dünyevi işlerin üstünde bir kişiydi, bir yandansa tam bir profesyoneldi, yapıtlarının ekonomik kontrolünü elinde tutuyordu. Bugün bile yazarlar ve toplumsal konumlarıyla ilgili pek çok tartışmanın temelinde, birbiriyle uzlaştırması zor bu iki imge vardır.
* * *
Çoğaltım hakkı konusunda bugün Batıdaki genel yönelim, kapsamı genişletme doğrultusunda. Bir yandan süre uzatılıyor (ABD 1978’e kadar 28 yıllık bir koruma süresi öngörüyordu, bu tarihte 50 yılı kabul etti; şimdiyse Avrupa’da olduğu gibi yazarın ölümünden sonra 70 yıllık koruma süresini kabul etmeyi tartışıyor). Bir yandan “yazar”ın tanımı gerçek kişilerin yanısıra tüzel kişileri de kapsayacak şekilde genişletiliyor, “yapıt”ın kapsamı da iyice “mikro” düzeye çekiliyor (yazının başındaki örneklerde olduğu gibi). Dava etme (“litigation”) kültürünün iyice kök saldığı Amerika için bu durum, çeşitli açmazlar doğuruyor – bir yandan endüstri, yaratıcılığı koruma kisvesi altında, sahip olduğu çoğaltım tekellerinin korunmasını ve genişletilmesini talep ediyor, yasama-yürütme-yargı üzerinde büyük bir baskı kuruyor; bir yandansa en ufak bir sözün bile “copyright” kapsamına girmesi, yaratıcılığa sekte vurduğu gibi yazı yazmayı fiziksel olarak zorlaştırıyor. Bu duruma karşı örgütlenen bir muhalefet hareketi olan “Copyleft”, özellikle bilgisayar programlarının çoğaltım hakkının özgürleştirilmesini gündem edinmiş. Free Software Foundation (Ücretsiz Yazılım Vakfı) gibi kurumlar, bunun için Anayasa Mahkemesi düzeyinde çalışmalar yapmanın yanısıra, dünyanın çeşitli yerlerinde konferans ve gösteriler de düzenliyor.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki bugün dünyada uluslararası anlamda “çoğaltım hakkı” satışından net kar eden yalnızca iki ülke var dünyada: Amerika ve İngiltere. Çin ve Hindistan gibi iki dev ülkeyse, uluslararası “çoğaltım hakkı” anlaşmalarını tanımıyor. Türkiye’deyse 1995’ten beri (1952 Cenevre Konvansiyonu uyarınca) 70 yıllık çoğaltım hakkı tanınıyor; özellikle Amerikan şirketlerinin ve hükümetlerinin baskı ve telkinleriyle “izinsiz ve ücreti ödenmemiş kullanım”ların adli takibe uğramasının sağlanması konusunda yoğun bir çaba var. “Copyright” için “telif hakkı” terimini kullanıyoruz, oysa bu teknik açıdan çok da doğru değil: müellife, yani yazan kişiye, yazdığı (yani telif ettiği) metin için ödenen ücretten söz ediyoruz “telif ücreti” dediğimizde. Bu ise, “copyright” öncesinde İngiltere ve Almanya’da yazarlara yayıncı tarafından ödenen götürü ücrete karşılık geliyor. “Copyright”ta açık olarak çoğaltım hakkı kastediliyor, yayıncının devraldığı hak bu, yoksa metnin yazarı olma, yazarı olarak bilinme hakkını devralmıyor. Çoğaltım hakkının bugün bu yoğunlukta tartışılıyor olmasının ana nedeni, bilindiği gibi internet. Temel mantığı paylaşıma dayanıyor internetin; yüz milyonlarca kişinin paylaşımına açık olduğu için de denetlenmesi son derece zor. Dahası internet, “yaratıcı yazar” kavramını iki yoldan dönüştürmeye aday: birincisi, kavramın romantik içeriğini, yazarın yarı-tanrısal niteliklerini ortadan kaldırıyor, çünkü herkesin yazar olabildiği (dolayısıyla da “gerçek yazar”ların “ağzı olan konuşuyor, internete bağlanan yazar kesiliyor, yazarlık ayağa düştü, dil kirleniyor, ortalığı barbarlar bastı” diyerek yakınmasına neden olan) demokratik bir platform yaratıyor; ikincisi metin üretme sürecini tek kişinin dehasının gizemli derinliklerinden çıkararak, yazılmış metinler arasında bağlantılar kurarak, seçme/yanyana getirme sürecini işleterek “üstmetinler” (hypertext/ metatext) oluşturmayı geçerli bir “yaratıcılık” ve “yazarlık” biçimi olarak ortaya sürüyor. Bu biçim de açıkça “çoğaltım hakkı” mantığıyla çelişiyor.

Gelinen noktada, “endüstri”yle “yaratıcı”nın çıkarlarının belli noktalarda köklü bir şekilde çeliştiği gerçeğini gizlemek gittikçe zorlaşıyor. Bunu yapabilmek için “mülkiyet” metaforunun ısrarlı bir şekilde kullanıldığını görmek şaşırtıcı değil; ilk bakışta makul olsa da temel bir yadsımaya dayanıyor bu metafor. Fiziksel bir nesneye ya da toprak parçasına uygulandığında mülkiyetin anlamı açık: bendeyse sende değildir; bu evde ben oturuyorsam sen oturamazsın; bu toprağı ya ben işlerim ya da sen. Oysa “fikri mülkiyet” (“intellectual property”) aynı dışlama ilkesine oturmuyor: bir bilgiyi sana verdiğimde ben yine de o bilgiye “sahip” olmayı sürdürüyorum, benden sana geçtiğinde benden eksilmiyor. Jefferson’ın ifadesiyle, “kendi mumunu benimkinden yakan kişi, benim ışığımı azaltmaz.” Kullanılan metafor, bazen kavramlar hakkında daha kolay düşünmemizi sağlıyor, bazense o kavramı kendi biçimine hapsediyor. Ekonomik düşüncenin getirdiği bu kısıtlar, önemli seçeneklerin görülmesini engelliyor, çünkü var olan sistemin içindeki dengelere göre hareket edebiliyor ancak; dışından bakamıyor, önkabulleri değiştiremiyor.

Bu düşünce biçimi, “çoğaltım hakkı”nın serbest bırakılmasına iki açıdan karşı çıkıyor: birincisi, yaratıcı üretimin yok olma tehlikesi; ikincisiyse, endüstrinin çeşitli birimlerinin (yayıncı, dağıtımcı, kitapçı vs.) para kazanamama tehlikesi. Birincisinin geçerli olmadığını tarih bize kanıtlıyor: “çoğaltım hakkı” yasallaşmadan önceki sanatsal ve yazınsal üretime, başyapıtlara bakmak yeter. İkinci itirazdaysa gerçeklik payı olabilir açıkçası – daha özgür bir “çoğaltım hakkı” rejimi, bazılarını işsiz bırakabilir, kar marjlarını düşürebilir. Bütün devrimlerde bu böyle olmuştur ama: sokak aydınlatmasında elektriğin kullanılmaya başlanması, gaz lambalarını yakıp söndürmekle görevli kişileri bütün dünyada işinden etmişti. Matbaanın yaygınlaşması, kitapları elle çoğaltanları vurmuştu. Ortaya konan ürünler de bundan payını alabilir: eğer yeterince kar edemeyeceğini görürse, film şirketleri 200 milyon dolar bütçeli filmlerin altına girmek konusunda çekingen davranabilir. Ama Eben Moglen’in dediği gibi, “Firavunlardan beri piramit üretimi de inanılmaz düştü” – piramit yapımını makul kılan toplumsal ve ekonomik sistem artık yok, bu da bizi çok üzmüşe benzemiyor.

* * *
“Yazar fonksiyonu”nu yeniden tanımlamak mümkün müdür peki, gerekli olduğunu kabul etsek bile? Bunu yapabilmek için, fonksiyonun bileşenlerini ayrıştırmak ve herbirini soymak gerekiyor; yani “yaratıcı”yla “profesyonel”i. Profesyonel yazarlığı bu tartışmanın kapsamı dışında sayıyorum – sipariş üzerine yazılan metnin ücrete tabi olmasında bir sakınca görmüyorum. Dergi ya da gazete çıkaranların, tanıtım broşürü ya da kullanma kılavuzu sahibi olmak isteyenlerin, aile tarihini ya da kişisel biyografisini yazdırmaya niyetlenenlerin, reklamcıların, hatta kitap sipariş eden yayınevlerinin, istedikleri metinlerin karşılığında para vermeleri gereklidir: bu bir iş ilişkisidir, sanat ilişkisi değil - “telif hakkı” doğurur.

“Yaratıcı”ya geldiğinde iş değişiyor: yarı-tanrısal bir yaratıcı imgesine bağlı kalmayı sürdürmek, sürdürülmesini istemek sahtekarlıktan başka birşey değil bence. Yazarlar yaşadıklarını, duyup gördüklerini, okuduklarını malzeme olarak kullanıyor, dünyaya ve sanata sordukları sorularla, imgelemleriyle biçimlendiriyor ve hem daha önce kendi yazdıklarından, hem de başkalarının yazdıklarından oluşan devasa pastişe eklemlenecek bir pastiş yaratıyorlar yazarken. Bunu da kendilerine iyi geldiği için yapıyorlar, toplumsal bir görevi yerine getirmek için değil. Toplum tarafından, toplumu eleştirmekle, ona yön vermekle görevlendirilmiş değildir yazar; bunu vehmedebilir, ya da yazdıkları, toplumun üyeleri tarafından bir eleştiri ya da yönlendirme olarak değerlendirilebilir, ama bu yine de yukarıda sözünü ettiğim türden bir “sipariş” kapsamına girmez; kendiliğinden ve karşılıksız (gratis) yapılan bir eylemdir.

Bu iki bileşeni ayırmak için 1999’da yayımlanan bir yazımda (“’ready-made’ post-modern manifesto: yazarlar için sokak çalgıcısı etiği”) “sokak çalgıcısı” imgesine başvurmuştum. “Yaratıcı” bileşeni, yazar fonksiyonunun sokak çalgıcısı fonksiyonuna yakınsadığı nokta bence: çalgıcı, verdiği emek, kullandığı birikim, yarattığı estetik değer karşılığında para toplamayı umabilir, toplumsal terbiye de, çok kötü çalsa bile biraz para verilmesini gerekli kılabilir, ama her durumda, çalgıcının para talep etmesi söz konusu değildir. Kimse ondan, sokağa çıkıp müzik yapmasını istememiştir; çalıyorsa, bu kendi bileceği iştir. Tabii eğer belediye şehrin sokaklarında müzik yapılmasının, şehir halkının yaşam standardını yükselteceğini düşünür ve bazı kişilerden sokak çalgıcılığı yapmasını isterse, ya da sokak çalgıcısına bir düğünde çalması damadın babası tarafından teklif edilirse, durum değişir. “Yaratıcı” bileşeni bu durumda yerini “profesyonel” bileşenine bırakmış, “telif hakkı” doğmuştur.

Bu söylediklerim yazma ediminin kendisiyle sınırlı; yazılanın yayımlanması bambaşka bir konu. Burada ister “yaratıcı”, ister “profesyonel” bileşeniyle olsun, yazar fonksiyonunun yazdığı metnin çoğaltılması ve bundan kar sağlanması söz konusu. Seçenekler şunlar:

1. Yazar, çoğaltım hakkını bir tekel olarak, belirli bir süre için, belirli bir ücret ya da pay karşılığında bir yayıncıya devreder.
2. Yazar, metni götürü ücret karşılığı bir yayıncıya satar, ama çoğaltım tekelini vermez; dolayısıyla başka yayıncıların götürü ücret vermeden aynı metni kopyalayarak çoğaltması engellenmez. 3. Yazar metni internete koyar ve dileyen, hiçbir ücret ödemeden metni okuyabilir ve çoğaltabilir.
Bir formalite olarak her üç maddede, çoğaltımlar için yazarın yazılı izninin olması koşulu getirilebilir.

Yazarların geçimlerini başka yollardan sağlayabilmesi ve yazdıklarının karşılığında para talep etmemesi, başkalarının kazanacağı paradan pay almak istememesi, bugünün para odaklı toplumsal yapısına aykırı düştüğü gibi, yayıncılık endüstrisini de titretecektir elbette. Metinlerin bedava olduğu bir dünyada kitap fiyatları çok düşük olur ve ancak internetin sağlayamayacağı ek faydalar oranında artabilir. Böyle faydaları düşünmek zor değil: nesne olarak kitabın ekrandan okumaya ya da bilgisayar çıktısına olan üstünlüğü, metnin tamamını ekrandan okumanın ya da çıktısını almanın da bir maliyeti olması ve daha da önemlisi zaman alması, vs. Yine de kitap satışlarında ciddi bir düşüşün yaşanması muhtemel geliyor bana; endüstrinin kar yapısının yeniden ele alınması da gerekecektir.

Dolayısıyla bugünkü durumda, devrimden korkan yayıncılar için en büyük tehlike, yazdıklarından para kazanmak isteyen yazarlar değil, başka işlerden geçimini iyi-kötü sağlayan yazarlardır; var olan sistemi sürdürmek isteyen yayıncıların yapacağı şey, yazarlarına az para ödeyerek yazar fonksiyonunu ekonomi dışına itmek yerine (ki metni “ucuza kapatmak” ve kar marjını yükseltmek, kısa vadede yayıncıya daha mantıklı gelebilir), uzun vadede mümkün olduğunca çok yazara, yazdığıyla geçinecek, hatta iyi yaşayacak düzeyde para vermeye çalışmak olurdu.

Yazarlığın toplumsal konumundaki ve yayıncılık endüstrisindeki bu değişiklikle genel ekonominin bu ölçüde daralması, bugün için kabul edilebilir gözükmüyor. Dolayısıyla üçüncü seçenek, bir sistem önerisi olarak fazla radikal. İkinci seçenek, tarihsel olarak denenmiş olma avantajına sahip; yayıncıların hayatını gerçekten zorlaştırdığı tahmin edilebilir, özellikle de özgün içerik yayımlayanların. Yine de bu seçenekte asıl yük yazarların üstüne biniyor ve sistem, üçüncü seçeneğe yaklaşacak şekilde yazarların götürü ücretini sıfıra indirme eğilimi sergiliyor. Bu da bir sistem önerisi olarak fazla radikal gözüküyor.

Bugünün koşulları içinde tek yol, zaten uygulamada olan birinci seçeneği, yazar ve yayıncının para kazanmasını engellemeyecek, ama metinlerin serbest dolaşımını mümkün olan en üst düzeyde sağlayacak uzlaşma noktasına taşımak gibi gözüküyor. Bugün yazarlar, %15’lik “çoğaltım hakkı” bedeli karşılığında yapıtlarını, ölümlerinden 70 yıl sonrasına kadar, bir (ya da ardışık olmak koşuluyla daha fazla sayıda) yayıncıya devrediyor. “Doğal tercih”i metninin serbestçe çoğaltılması ve dolaşıma sokulması olan (çünkü “yaratıcı” metinlerinden kontrat karşılığı para kazanmayı ayıp addeden) yazarı, tek bir yayıncıya çoğaltım tekeli vermeye ikna etmek gerekir. Bunu yapmak için de tekel süresi olabildiğince kısa, yazarın kar payı da olabildiğince yüksek tutulmalıdır. Satılan kitaptan matbaa, yayıncı, dağıtımcı ve kitapçının da pay alacağını düşünürsek ve etkinliklerini sürdürebilmek için herbirinin ekonomik açıdan “feasible” bir düzeyi tutturması gerektiğini göz önünde bulundurursak, yazar payının %30’a kadar çıkabileceği, çoğaltım tekelinin de birkaç yılla sınırlandırılabileceği ileri sürülebilir. Amerika’da buna örnek oluşturacak bir uygulamanın bulunduğunu biliyoruz: yeni kitaplar önce ciltli (hardcover) olarak yayımlanır, bir yıl geçtikten sonra (genellikle başka yayınevleri tarafından) karton kapaklı (paperback) olarak yeniden basılır. Okuyucu, bir yıl sonra aynı kitabı neredeyse yarı fiyatına alabileceğini bilir; aradaki farkı hem daha kaliteli bir baskıya sahip olmak için, hem de kitabı bir an önce okumak için verir. Vermeyenler çoğunluktadır (karton kapaklı baskılar, ciltli baskılardan hemen hep daha çok satar), ama vermeye hazır olanların sayısı, bu sistemi ayakta tutmaya (yani yayıncısına para kazandırmaya) yeter.

Yazarların %30’luk bir pay karşılığında kitaplarının çoğaltım tekelini birkaç yıllığına bir yayıncıya vermeleri, ardından kitabın yazar payı ödenmeksizin basılabilmesi ve serbest dolaşıma girmesi, sonuçta görece gerçekçi olmaya çalışan bir uzlaşma önerisidir, ilkelerden ödün verilmeden bulunmuş ideal bir çözüm değil. Ancak unutmamak gerek ki bu uzlaşma, bugünkü üretim koşullarından yola çıkarak bulundu, oysa bu koşullar değişmez değil. 1600’lerde yayıncı, dağıtımcı ve kitapçı fonksiyonları büyük oranda tek bir elde toplanıyordu; endüstrileşme süreci, bu fonksiyonların dağıtılarak daha verimli hale gelmesini sağladı. Bugünse yine bir fonksiyon toplanması eğilimi ortaya çıkmış durumda: internet üzerinden kitap satışı ve “print-on-demand” (talep üzerine basım) teknolojisi, yazara çok düşük bir ücret karşılığında kitabının tasarımını yaptırma olanağı sunuyor; stok maliyetlerini sıfırlıyor, birim başı üretim maliyetlerini biraz arttırıyor; yazara çok daha yüksek bir yüzde kazandırıyor. Normal bir yayınevinin ekonomik bulmayacağı pek çok eski yapıt ve akademik çalışma, bu sayede internet üzerinden ve kitap formatında satın alınabiliyor. Henüz çok yaygın bir sistem değil, ama özellikle tanıtım ve pazarlama sorunları çözülürse (bugün bu işi yayınevleri ve bir ölçüde kitapçılar üstleniyor) talep üzerine basım yöntemi çok daha yaygın bir hale gelebilir, kitap fiyatları da bunun sonucunda iyice düşebilir. Bu durumda yazar-yayıncı ilişkilerinin doğası da bir kez daha köklü bir şekilde değişebilir.

* * *
Birkaç yıllık çoğaltım tekeli süresinin sonunda, aynı kitabın birden fazla kişi ve yayıncı tarafından üretilebilecek olması, bir sakınca doğurur mu? Bu bir kaos ortamı yaratır mı, metinlerin güvenilirliği azalır mı? Bu soruların yanıtlarını bugünkü sistem veriyor aslında, çünkü 70 yıllık sürenin sonunda önerdiğim sistemle aynı noktaya geliyor. Bugün her isteyen Dostoyevski, Shakespeare, Cicero ya da Homeros basabilir, basıyor da. Yayınevlerinin ve çevirmenlerin adı kadar, kitap dergileri de bu konuda yönlendirici olabiliyor; okuyucu elbette kendisi de karşılaştırarak seçimini yapabiliyor.

Sürenin sonunda yazarın emeğinden para kazanamayacak, kendi yapıtının “sırtından” başkalarının para kazanmasına seyirci kalacak olması, ona yapılan bir haksızlık değil mi? Sanmıyorum. Yazarın kişisel yaratıcılığının (ki bu yaratıcılığı kutsamamaya özellikle dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum) kendiliğinden bir sonucu olan bir yapıt için kontrat karşılığı verilecek paranın, bir saygı göstergesi olabileceğinden kuşkuluyum. Yine de, dediğim gibi, kısa bir süre için geçerli olması koşuluyla, yazarların yapıtlarından böyle bir gelir elde etmesini kabul edilebilir buluyorum, ardından gelecek faydanın büyüklüğünü göz önünde bulundurarak. Buna karşın okurların, yazınseverlerin, çeşitli kurumların yazar hamiliğine soyunmalarına karşı değilim. Sevdiği yazarın banka hesabına arada sırada internet üzerinden havale yapacak okurlara, hayır, karşı değilim. Yazarın yazdıktan sonra, birkaç yıllık çoğaltım payını da aldıktan sonra, kontrat uyarınca para talep etmesine karşıyım. Romancılığın bir meslek olmasına karşıyım. Ayrıca, merak edenler için söylüyorum, devletin bu işe karıştırılmasına da karşıyım: devletin yazar hamiliğine kalkışması, bunu toplumdan alınan vergilerle yapacağı için, bireylerin gönüllü hamiliğinden tamamen farklı bir sonuç doğurur ve işin mantığına aykırıdır, çünkü burada da yazarın “gratis” yaratıcılığına sistemli, kontratlı bir bedel biçilmektedir.

Bu sistem yaratıcılığı öldürür mü? Hayır. Yapıtların dolaşımını hızlandırıp yaygınlaştıracağı için, edinme maliyetini bir versiyonuyla çok ucuzlatacağı, bir versiyonuyla sıfıra indireceği için gerçek anlamda bir yaratıcılık patlamasına yol açacaktır tam tersine.

Fikir hırsızlığı artmaz mı? Yazın ve sanattan söz ediyorsak, alıntı adabıyla hırsızlık arasındaki ayrım aynen geçerli olacaktır.

Böylece yazarların "telif hakkı"nı değil, "taltif edilme hakkı"nı öne çıkarmak mümkün olacaktır.

* * *
“Mülkiyet” ve “hak” işte bunu yapıyor: yazmanın ve okumanın kendiliğindenliğini, karşılıksızlığını, serbest dolaşımını savunan, sokak çalgıcılarından, etkileşimlerden, devasa pastişlere eklemlenen bireysel pastişlerden söz etmek isteyen bir yazıyı paraya, yüzdelere, arz ve talebe, uzlaşmalara boğuyor. Basit birşeydi aslında söylemeye çalıştığım: yazarın kendini açgözlü ve işbilir bir bezirgan gibi hissetmek zorunda kalmamasını, onu böyle hissettirecek düzenlerden uzak durmasını dilemek, bunu mümkün kılan bir feragatla başlayacak başka bir düzen hakkında kafa yormak, kendi içinde romantik bir tavır kuşkusuz; ama yazarlığı, yaratıcılığı, ayrıksı duyarlılığı yücelten romantik yaklaşıma her koşulda yeğ tutulması gerektiğini düşündüğüm bir tavır aynı zamanda.

Kimi insanları kimi zaman etkileyebilen kimi şeyler yazma yetisi, bunca kibri nasıl kaldırıyor ve hala doymuyor?

Yazarlık egosu, metinlerin isimsiz yayımlanacağı günleri mümkün kılacak noktaya çekilebilir mi, yüz yıl, iki yüz yıl sonra?

Bu varoluşsal bir devrim olurdu, gerçekten.

(Bu yazı daha önce ufak değişikliklerle "Yazardan Kurtulmak" başlığıyla yayımlanmıştı.)



14.1.19

Sol Ne Söylemeli, Ne Yapmalı?


Bugün Türkiye'de muhalefetin nasıl konuşması gerektiği hakkında çeşitli yorumlar yapılıyor; bunların önemli bir kısmı, CHP'nin ne kadar da iktidarın dümen suyunda gittiğinin eleştirisi olmaktan öteye geçemiyor, sert cevaplarla söylem üstünlüğünün ele geçrilmesi isteniyor; belli ki Muharrem İnce deneyiminen yeterinde ders alınamamış. Oysa bu çerçevede bir lafı gediğine koyma üstünlüğünün hiçbir önemi yok. Bugün muhalefetin odaklanması gereken şey aslında solun toplumsal hedeflerinin AKP tarafından özümsenmesine, apartılmasına karşı tutarlı ve ikna edici bir strateji geliştirmek. Bu da öncelikle AKP'nin 16 yıldaki başarısını doğru saptamak ve analiz etmekten geçiyor. Bunu teslim etmeyen bir sol söylemin oyunu artırmasına imkan yok. Ancak bundan sonra AKP'nin başaramadıklarına ve berbat ettiklerine sıra gelebilir.

AKP'nin başarısının odağında, Türkiye'nin en fakir %30'luk kesiminin kazanımları olduğunu öne sürmek istiyorum. Bu kazanımlar öncelikle somut, maddi kazanımlar, başörtüsü-cami kazanımları değil*. Dünya Bankası'nın verilerine biraz bakalım (bu kaynağı hatırlatan Kanat Emiroğlu'na teşekkür etmeyi borç bilirim). İlk grafik, kişi başına gayrısafi milli hasıla. 1990'larda 8.000 dolar civarındayken, 2015'te 27.000 dolar düzeyine gelmiş:



Çalışan kişi başına gayrısafi milli hasıla da ciddi oranda artmış. 1990'larda 40.000 dolar civarındayken 2015'te 75.000 dolara çıkmış:




Kişi başına düşen gayrısafi milli gelir 2000 öncesinde ancak 2.000 dolarken 2015'te 12.000 dolar civarına yükselmiş:



Gayrısafi katma değerdeki artış da çok dramatik. 1980'lerden 2000'e sabit fiyatlarla 100 milyar dolardan 200 milyar dolara çıkmış, 2015'teyse 800 milyar dolar civarına erişmiş:




Bu artışların toplum genelindeki dağılımının Batı'daki kadar çarpık olmadığını biliyoruz, yani en zenginler daha çok zenginleşiyor Türkiye'de de, ama Batı'daki kadar değil; orta sınıfın kazanımları aynı kalıyor ya da geriliyor, en fakirlerin kazanımları ise hepsinden yüksek. Burada süreçteki "işlem kayıpları"nı hesaba katsak bile ciddi bir büyüme ve toplum kesimleri arasında transfer söz konusu.

Fakirlik sınırı altındaki nüfusun oranı 2002'de yüzde 30'ken 2014'te yüzde 2'ye düşmüş (hala yüksek elbette):



Çalışan kadınların güvencesiz işlerde çalışma oranlarında da yeterli olmasa bile önemli bir iyileşme olmuş, 2000'de yüzde 55 iken 2015'te yüzde 35'e düşmüş:




Gündelik hayatta en alt yüzde 30'un diğer kazanımlarına bakalım. Önce sağlık. Kadınların doğumda ölüm oranları bugün hala yüksek sayılsa da büyük bir düşüş yaşamış. 90'larda yüz binde 95'ten 2000 yılında yüz binde 80'e kadar ancak düşebilmişken, 2015'te 19'a gerilemiş.



Yenidoğan ölümleri 1990'da binde 55'ken, 2015'te binde 12'ye düşmüş:


Ölüm sebeplerinde de önlenebilir diyebileceğimiz sebeplerin oranında düşüş olmuş, 2000'de yüzde 10,5'ken, 2016'da 4,5'e inmiş: 





1990'da doğumların yüzde 75'i kalifiye sağlık personeli tarafından gerçekleştirilirken, 2015'te bu oran neredeyse yüzde 98 olmuş:



Çocukların aşılanmasında 1990'lardaki kampanyaları hatırlayanlarınız olacaktır, Metin Akpınar-Zeki Alasya "Haydi Çocuklar Aşıya!" derdi televizyonlarda her gün. İşte o yıllarda aşılanma oranı yüzde 80'lerde gezinirken 2015'te yüzde 97'ye çıkmış:


1992'de doğum öncesi bakım erişimi olan hamile kadınların oranı yüzde 63'ken ve 2000'de ancak yüzde 72'ye ulaşmışken 2014'te bu rakam yüzde 97 olmuş:




Sonra eğitim. 2000'e gelindiğinde ilkokul çağındaki çocukların okul gitme oranı ancak yüzde 91'e ulaşabilmişti, 80 darbesinden sonraki tüm gürültüye rağmen; 2015'te bu oran yüzde 99'u buldu, yani neredeyse oul çağındaki çocuklar arasında okula gitmeyen kalmadı. 



Bunlar dediğim gibi özellikle nüfusun en yoksul %30'u için çok önemli kazanımlar. Ama hikaye burada bitmiyor. AKP'nin bu alanlarda başaramadıkları ya da mesafe kat ettikten sonra geri düştüğü durumlar da var.

Örneğin işsizliğin ciddi bir sorun olarak başını yeniden gösterdiğini görüyoruz. Toplam işsizlik 2000'de yüzde 6,5 seviyesindeyken 2015'te yüzde 11'i geçmiş:




Kadınların işsizlik oranındaki artış daha da çarpıcı. 2000'de yüzde 6 civarındayken 2015'te yüzde 14'ü geçmiş.



Aile gelirine katkıda bulunan kadınların oranı da 2000'de yüzde 45 civarındayken 2015'te yüzde 27'ye gerilemiş:



Sağlıkta toplam bütçeden sağlık giderlerine düşen pay 2009'dan bu yana azalıyor:


Kişi başına düşen hastane yatağı sayısında da ciddi düşüş var (son dönemdeki dev hastane kampüsü furyasının bir nedeni de bu olabilir - verimliliği gözetmeden sayıyı artırmak). 2000-2006 arasında bin kişiye 2,6 yataktan 2.8 yatağa kadar yükselmişken, 2010'da 2,45'e gerilemiş:



Çocuklarda görülen obezitede bir patlama yaşanmış. 1998'de boyuna göre aşırı kilolu çocukların oranı yüzde 4'ken 2015'te bu oran yüzde 11'e ulaşmış:



Gelir, iş, sağlık, eğitim, güvence gibi konularda yanlış yapılanları, yapılmayanları, yapılabilecekleri gündeme getirmek, bunların kaynaklarını tartışmaya açmak, nüfusun çok büyük bölümü için ifade özgürlüğünden, yürütme üzerindeki yargı ve yasama kontrolünden, doğa katliamından, yolsuzluklardan, askeri harcamaların denetlenmesinden daha önemli, hatta eğitim kalitesinden, yargı kalitesinden, dindarlıktan da önemli. Solun bu konularda ve başka konularda söyleyecek çok sözü var (en azından olmalı) elbette, ama aslında hem toplumun her kesimi için konuşabilmeli, hem de öncelikle toplumun en yoksul kesimine gerçekten odaklanabilmeli. Bunu yaparken yalnızca sayıları yani niceliği değil, niteliği de somut örneklerle ve sonuçlarını sergileyerek gündeme getirmeli; Türkiye'nin sayısal verilerine duyulan güven her geçen gün azalıyor çünkü. Beri yandan, AKP'nin yaptıklarının nasıl fonlandığını, bunun sürdürülebilir olmadığını, gerçek ekonomik ve toplumsal maliyetlerini de açıkça ortaya koyabilmeli. OECD ülkeleriyle karşılaştırıldığında geldiğimiz noktanın hala çok geride olduğunu, dünya genelinde gözlemlenen iyileşmelerden bizim de payımıza düşeni aldığımızı ama daha iyisini hak ettiğimizi, 2013'ten bu yana önemli bazı göstergelerde yaşanan geri gidişleri anlatabilmeli. Emek sömürüsünün boyutu ve çeşitliliği, işçilerin çalışma koşullarının insanlık dışı hali, kadınların ve çocukların çalışsın çalışmasın karşı karşıya kaldığı zulüm ve vahşet, Kürtlerin devlet eliyle ve yaşam hakkı tanınmazcasına toplum dışına itilişi, göçmenler, doğa katliamlarının bizzat insan sağlığı ve yaşamı üzerindeki etkileri (Dilovası gibi), yolsuzluklar, hukuk düzeninin yıkılması, eğitimde kalitenin hızlı çöküşü gibi çeşitli konularda her gün söylenecek şey var, bunları somutlaştırarak mümkün olan her platforma taşımalı ve insanları angaje etmeli. 

Bu yeni odaklanma başarılamazsa ne olur? AKP iktidarının kendisini zenginden alıp fakire veren, eski zenginden alıp yeni zengin yaratan, sonunda da yeni fakirden alıp yeni zengine vermeyi sürdüren bir tür Robin Hood olarak kendini tanımlayabilmesinin ve böyle kabul görüp desteklenmesinin önünü almak imkansız olmayı sürdürür. Sonuça AKP, Türkiye'nin "yeni sahipleri"ni yaratıyor ve bu, maddi kaynakların kullanımı üzerinden gerçekleştiği için böylesine canhıraş bir biçimde, "yolunda ölürüz" ruh haliyle destekleniyor. Bu konuda kimsenin yanılgıya düşmemesi gerekir. Sol, Türkiye'nin kaynaklarını büyütmek, niteliğini artırmak ve daha eşitlikçi biçimde bölüştürmek konusunda, popülist bir sağ partiden daha iyi olmak zorunda. 


*Bu yazıyı yazdığımda böyle düşünüyordum; şimdi, aradan geçen üç yılda, bunun tam da doğru olmadığını geç de olsa gözlemlemeyi başardım. Aidiyet duygusu yaratmak da AKP'nin başarılarından biri; "vatandaşlık" tanımından dışlandığını hissedenleri artık "bu ülkeye ait" hissettirmeyi başarmasının ötesinde, ülkenin de onlara ait olduğunu hissettirdi AKP. Tabii bu yeni düzende başkaları aidiyetlerini yitirmiş oldu.