28.5.17

İltizam Sistemi - 21. Yüzyıl



Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca vergi toplama konusunda verimli bir sistem kuramadığı için bir tür "yap-işlet-devret" yöntemi kullanıyordu; vergiye tabi olması gereken işletmeler, araziler vs (mukataa ve tımarlar), açık artırmayla belirlenen peşin bir tutar karşılığında mültezimlere (genellikle 3 yıllığına) devrediliyor, onlar da bu süre boyunca buraların vergilerini kendileri topluyor, bu şekilde gelir elde ediyordu. Buna "iltizam" adı veriliyordu.

Günümüzde dünya genelinde "meritokratik kleptokrasi"nin, yani en becerikli hırsızın seçimle ülke yönetimine gelmesi sisteminin yerleşiklik kazanma sürecinde, iltizam sisteminin güncellenerek devreye girmeye başlamasına da tanık oluyoruz. Çağdaş iltizamda devletin tüm gelirleri ve iş anlaşması yapma/ihale düzenleme yetkisi, seçimle gelen bir gruba 4-5 yıllık süreler için devrediliyor; karşılığında seçmen gruplarına bir kısmı maddi, bir kısmı manevi getiriler vaat ediliyor. Yapılacak ihalelerin yandaşlara verilmesi, devlet kadrolarının yandaşlara açılması, yandaş şirketlere yasa/kararname/yönetmelik yoluyla haksız avantajlar sağlanması gibi yollar, maddi karşılığın aldığı biçimlerden bazıları. İdeolojik/söylemsel düzlemde ve kültür/günlük yaşam alanında verilen mükafatlar da manevi karşılıkların örneklerinden.

Bu açıdan bakıldığında, iltizam sisteminde önemli ilerlemeler kaydedilmiş olduğu söylenebilir. 21. yüzyıl iltizam sisteminde, mukataa ve tımarlar çok daha çeşitlenmiş, karmaşıklaşmış, buna karşılık bölgesel ya da sektörel devirler yerine merkezi sistemin yönetiminin bir bütün olarak devredilmesi yolu benimsenmiştir. Aynı şekilde devralınan yönetim hakkının karşılığı da çok daha karmaşık bir şekilde ödenir olmuş, peşin ödemenin yerini yönetim süresi boyunca verilecek karşılıkların vaadi almış, bu karşılıklar da yalnızca maddi olmaktan çıkarılmıştır.

21. yüzyıl iltizam sistemindeki en önemli kaymaysa, mülkün sahibinin devlet olmaktan çıkıp halk haline gelmiş olmasıdır. İltizam sistemini yöneten, mülkün soyut sahibi halktır; devlet, bu sistemde bizzat mültezimdir; Osmanlı'da mültezimleri saptamada kullanılan açık artırma yönteminin yerini de genel seçimler almıştır. Batı'da Berlusconi, Putin ve Trump gibi mültezimler (ve elbette başkaları da) bu sisteme daha geniş çaplı bir yerleşiklik kazandırırken, sistemin kendisini de daha hassas ve incelikli bir makine haline getirmektedir. 21. yüzyılda iltizam sisteminin küresel kabul görmesi beklenebilir.

7.5.17

Time as Construct



course outline:

I. Science and Technology
measurement of time – calendars, clocks, atoms
theories of time – from Aristoteles to Einstein
time of the universe – from the Big Bang to the Big Crunch
time of the earth – geology and evolution
time and its paradoxes
time in medicine: a time to heal, a time to die

II. Time and Society
creation of time
concept of time in ancient peoples – myths and gods
anthropological time: India, Australia, China, Egypt
when the pace quickens – revolutions and time
time in the Ottoman Empire
the problematization of time in the Turkish Republic
time and economics

III. Time and Philosophy
Nietzsche
Husserl
Heidegger
Derrida and postmodern time
feminist critiques of time
historiography: time as narrative

IV. Time in literature & the arts: deconstruction, reconstruction
narrative time: Robbe-Grillet, Cortazar, Nabokov, Borges
painting: personified time and the art of portrait
cinema: representational time
music: I Got Rhythm

V. Remembrance of Things Past
memory
 psychoanalysis – from Freud to Kristeva

VI. And Now, Ladies and Gentlemen
the ontology of the present
the postmodern tense

VII. Future tense
predictions & prophecies
futurology

VIII. The End of Time
apocalypses
ideologies – from Marx to Fukayama

5.5.17

gerçeğin öte yanında

Üçüncü Şahıstan Parantez Tanımı
Sabaha daha ne kadar olduğunu bilmiyordu, ama ter içinde, karanlıkla ve yanında yatan kadının kısık horlamasıyla çevriliydi, uyanmıştı, bunu biliyordu işte. Yatakta hafifçe doğruldu, karısı ellerini yastığın altına sıkıştırmış, tasasızca uyuyordu. Karanlıkta elbise dolabını ve tuvalet masasını yavaş yavaş seçmeye başlayınca gülümsedi, karabasandan dünyaya döndüğünün belirtisiydi bu. Aklına yapacak birşey gelmiyordu, zaten oldukça yorgundu. Birkaç saat önce karısına -– ve kendine – hala genç olduğunu kanıtlamaya çalışmıştı sevişirken. Uzun uğraşının bitiminde, karısının alnına kondurduğu öpücükle, kendinden hoşnut, uyuyuvermişti. Şimdiyse o kadar emin ve güvenli değildi; iyice yuvarlanmaya başlayan göbeğine ve karnındaki kıllara baktı bir süre. Sonra pijamasının üstünü giydi, gece serin olabilir diye düşünüyordu, aslında ayıbını örtme güdüsüydü içindeki; belli belirsiz farkındaydı bunun. Karısı çıplak, yüzükoyun yatıyordu, ama o zaten üşümez, diye geçirdi içinden. Evet, yapacak birşey yoktu, uykuya dönmekten başka)

Sınırlı Sorumlu, Sorunlu Koca
Saat yedi buçuk, yeniden uyandım işte. Kahretsin. Nermin çoktan kalkmış olmalı, mutfaktan gürültüsü geliyor. Bugün uzun uzun uyuyacaktım aslında, işi kırdım, ama Nermin’in yatmaya niyeti yok galiba. O yataktayken de yatılmaz şimdi, kalkıp traş olayım bari... Şu aynayı da değiştirmeli. Arkasındaki sır aşınmış herhalde, traşlı olsam da olmasam da suratımda siyah lekeler görüyorum. Burnumun, gözlerimin üstünde filan.

Beelzebub
Bir karabasan bana iyice dadandı, her hafta bir-iki kez aynı saçma düşü görüyorum. Böylesine yinelenmesi beni endişelendiriyor, üstelik geceyarıları ter içinde uyanmak, sonra da kırk saat uyuyamamak hiç hoş değil, adamın gününün içine ediyor. Düşümde bir sabah uyanıyorum ve iki polis eşliğindeki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ni karşımda buluyorum. Hemen kalkıp giyinmemi istiyor emredercesine. Bir anlam veremiyorum ama dediğini yapmaya zorunlu hissediyorum kendimi. Bana önceki gece dünyadaki tüm edebiyat yapıtlarının, roman, şiir, öykü, oyun, deneme, masal, ne varsa hepsinin yok olduğunu, bunları yeniden yazmakla da benim görevlendirildiğimi söylüyor. Çok korkuyorum, “bunu yapamam ben,” diyorum, “belleğim çok zayıftır, onca kitabı nasıl anımsarım, yapamam, başkasını bulun,” diye bağırıyorum. Genel Sekreter, acımasız ve trajik bir bakışla bana bir liste veriyor; hangi eserlerle başlayacağımın yazılı olduğu bir kağıt parçası. “İyi günler” dedikten sonra çıkıyor, ama polisler gitmiyor. Salonun penceresi kırılmış, içeri rüzgâr doluyor; masanın üstünde duran, kimisi rüzgârla uçuşan tomar tomar kâğıdı görüyorum. Son umudum onlarda, belki yazacağım kitaplar hakkında notlar, ipuçları vardır diyorum ama hepsi beyaz ve bomboş. Hastir ulan püsküllüsünü yedin şimdi... Büyük bir umutsuzlukla masaya oturuyorum. Listenin başında Beckett’in “Godot’yu Beklerken”i var, seviniyorum oyunu bildiğim için, ama Fransızca mı, İngilizce mi yoksa Türkçe mi yazmam gerektiğini bilmiyorum. Sorduğumda polisler boş boş bakıyorlar. Ağlamaklı bir şekilde Estragon’un mu yoksa Vladimir’in mi ilkin konuşmaya başladığını anımsamaya çalışıyorum ama beceremiyorum. Polisler anlamasın diye sanki anımsamış gibi yapıyorum. Kaleme sarılıp Vladimir’e:
“Yapılacak birşey yok,” dedirtiyorum. Gerisi gelmiyor. Panik içinde listedeki ikinci esere bakıyorum: “Charles Bukowski’nin Tüm Şiirleri”. Daha önce hiç duymadım adını. Anlatılmaz bir korkuyla, ölümü karşılarcasına başımı kaldırıyorum, polisler ortada yok. Tam rahat bir nefes alacakken kırık pencereden, Genel Sekreter’in gözlerine sahip dev bir karasinek üzerime uçuyor. Tüylü, iğrenç ön bacaklarını ağzıma sokmaya çalışırken uyanıyorum.

Bukowski
giremezsin
ip kesilinceye ya da düğümleninceye dek,
ya da ben yeni aynalara
traş oluncaya kadar, yara
kapanıncaya ya da açılıncaya kadar
sonsuza dek.

Hızlı Yaşayıp Genç Ölen...
– Tayfun, hadi çabuk ol, çayını koydum, soğumasın.
– Tamam, geliyorum.
Yok, kahvaltıların da eski büyüsü kalmadı... Nermin’le gene bir kahvaltı masasında tanışmıştık bundan, dur bakayım, evet, yaklaşık on yıl önce. Almanya’daydık, Heidelberg’de. O sabah kaldığım otelde kahvaltı etmek istememişti canım. Biraz yürüyüp yakındaki bir meydana varmıştım. Meydanın çevresinde ufak kaldırım kahveleri vardı. Daha ortalara doğru üç genç “For Emily, Whenever I May Find Her”ü çalıyorlardı. Hay allah, ne çok severdim o şarkıyı, hala bana o günleri çağrıştırır. Neyse, birşeyler yemek için kahvelerden birine oturmuştum, bir yandan kahvemi içiyor, bir yandan da elimdeki gazeteyi okuyordum. Gazete Türkçeydi, bir Türkçe dergi de masanın üzerinde duruyordu. “Afedersiniz, okumuyorsanız derginize bakabilir miyim?” Yan tarafta oturan iki genç kadından kumral, uzun boylu olanı söylemişti bunu. Bu sakin başlangıçtan sonra da fotoroman hızıyla gelişmişti herşey. Evlilik ve ardından dokuz yıl. Ne fotoromanmış bu böyle ya, oku oku “MUTLU SON”u gelmiyor meredin. Şimdi bana kızarmış ekmek uzatan Nermin işte o Nermin. Biraz inanmaz bir ses tonuyla söyledim galiba bunu, ama çok değişti, ikimiz de değiştik. Kim aynı kalıyor ki.
– Nermin, yapacak bir işin var mı bugün?
– Pek sayılmaz. Şule’ye uğramayı düşünüyorum, ne zamandır aklımdaydı zaten. Doğumundan sonra hiç aramadım kızcağızı.
– Vah yavrum, kaç yaşında bu “kızcağız”?
– Otuz, ama bilirsin öyle bir havası vardır Şule’nin, tutmasan düşecekmiş gibi... Eee, sen ne yapıyorsun işten çıktıktan sonra? Ama bugün işe gitmiyordun sen sahi, söylesene neler düşündün bugün için? Gökhanlarla filan buluşsanıza.
Nasıl da numara yapıyor, unutmuş havalarında bugün işe gitmeyeceğimi. Tümüyle aklından çıkmış da sabahın köründe alışkanlıkla uyandırmış ayakları. Yazık aslında, gerek var mıydı bunlara? Güya başbaşa bir gün geçirecektim sevgili karımla, eski plakları dinleyip bilmem kaç liraya aldığım beyaz şarabı içecektik. Bütün gün beraber olmak, bazı şeyleri yeniden yaşatmak istiyordum. Canı cehenneme.
– Aslında evde oturup seninle olmayı düşünüyordum ama...
– Ben de isterdim Tayfun ama Şule’ye çok ayıp oldu, mutlaka gitmem gerek. Ondan önce de berbere uğrayacağım, saçlarım yine pırasaya döndü. Küçük bir hediye de almalı. Bana biraz para verir misin?
Karım benden para istiyor. Kalkıp ceketimin cebinden cüzdanımı çıkarıyorum, bir süre ne kadar vermem gerektiğini düşünüyorum, sonra iki on binlik çıkarıp masanın üstüne koyuyorum. Göz göze geliyoruz, öyle bakmasaydı da zaten daha fazla vereceğimi belirten yüz ifademle bir onluk daha çıkarıyorum. Karım bana teşekkür ediyor.
Karım sofrayı topluyor, fincanları kaldırıyor. Çayımı daha bitirmedim ama karım fark etmiyor. Çığlıklarıma aldırmaksızın fincanı lavaboya boşaltıyor.

Bu İşin Şakası Yok
Telefon iki-üç kere çaldı. Herhalde işten arıyorlardı, o yüzden Nermin’e işaret ettim açması için.
– Buyrun ben Nermin... Öyle mi?.. Evet... Bir saniye, çağırıyorum. Tayfun bir arkadaşın seni istiyor, kim olduğunu söylemedi.
Meraklandım biraz; belki Fatih’tir, bayılır böyle sululuklar yapmaya, kimbilir ne soğuk espriler doludur kafasında yine. “Alo ben Tayfun.” Alıcıdan gelen ses Fatih’in değildi, uzun zamandır unutmuş olduğum çok eski bir tanıdıktı karşımdaki. Tarih karşısındaki sorumluluğum gereği kendi sözlerimi aktarıyorum. Tanışımın sözleri ise benim sorumluluğuma girmez sanırım.
– ...
– Evet, tabii tanıdım sesini. Ne zamandır senden haber alamamıştım, beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım.
– ...
– Doğru, kimseyi unutmazsın, bilirim. İşlerin yoğundu herhalde, buralarda değildin, yanılıyor muyum? Söylesene kaç yıl geçti?
– ...
– Dokuz yıl oldu mu? Vay canına... Tamam şimdi toparladım, o pis trafik kazasında karşılaşmıştık en son, değil mi?
– ...
– Olaydan sonra seninle gelmemi istemiştin.
– ...
– Evet biliyorum ama kazadan hemen sonra olmazdı, biliyorsun Nermin...
– ...
– Tabii, tabii ama fazla büyük bir projeydi seninkisi, daha hazır değildim. Yaşamaktan vazgeçmek o kadar kolay değil.
– ...
– Baksana, dur bir dakika dur... Şimdi de hazır olduğumu sanmıyorum, tamam mı? Yıllar sonra herşeyi unutmuşken pat diye aynı öneriyle karşıma çıkmanı beklemiyordum doğrusu. Sana evet demem olanaksız, nasıl kabul edebilirim böyle bir şeyi? Daha yapmak istediğim pek çok şey var. Her şeyi bir kalemde silip senin peşine takılamam. Yaşamak istiyorum, anladın mı?
– ...
– Unut artık...
– ...
– Bu konuyu kapatsak olmaz mı?
– ...
– Pekala, mutlaka gerekiyorsa buluşalım. Ancak bilmiş ol ki yanıtım kesin.
– ...
– 19.15’te Etap Marmara’nın önünde. Peki, olur.

Umuda Son Hamle, Bir-İki
– Hortlak görmüş gibisin Tayfun. Kimdi arayan?
– Çok eskiden tanışmıştım. Bir dost.
– Ne istiyormuş?
– Ne zamandır görüşmüyorduk, buluşalım diyor... Nermin, Şule’ye bugün gitmen şart mı? Yarın gitsen, yapacak iyi birşeyler bulurduk; hem sana...
– Amaan Tayfun, çocukluk ediyorsun. Hadi ben çıkıyorum, akşama görüşürüz. Haa, aklıma gelmişken, evde oturacaksan bir ara çıkıp manavdan domatesle meyve alsana, hiç meyvemiz kalmamış. Hadi bay bay.
Karım gülümsüyor ve kapıyı kapıyor.
Pencerenin tahtasına konan sineği terliğimle öldürmeye çalışıyorum. Sinek kaçıyor.

Tuz-Biber-Melodram
“Çok ayıp oluyor kızcağıza, doğumundan beri gidemedim.” Bizim çocuğumuz olmadı hiç, Nermin istemedi, ilk başta ben de istemiyordum, yeni evlenmişiz, hayatımızı yaşayalım diye. Çocuk ayakbağı olurmuş gibi geliyordu bana; viyaklaması, ağlayıp durması da tepemi attırırdı. Vs, vs. Evliliğimizi düşünüyorum da, bugün burada olacağımı bilseydim, girişir miydim bu işe? Böylesine bir bağ olmadan yaşam daha renkli ve ilginç olabilir miydi? Ya da başka biriyle, Nermin değil de bir başkasıyla? Bilemiyorum, anlamsız sorular bunlar. Neyin yanlış gittiğini de tam kestiremiyorum, şudur diye basamıyorum parmağımı. Sevgimizin hepten öldüğünü sanmıyorum, belki sıkıldık birbirimizden, takmıyoruz pek fazla. Belki bir çocuk bazı şeyleri değiştirebilirdi, en azından sorunları bir kenara itip odak noktasına o yerleşirdi. Bir yazar “yaşamda iki konuda başarılı olmak gerekir”, demiş, “kitap yazmak ve çocuk yapmak”. Herşeyi, tüm beklentileri ufacık bir çocuğa yıkmak da gülünç. Şey derdi dedem eskiden: “Her işte bir hayır vardır evladım”. Öleli altı yıl oluyor.

64. Karede Oyun Sürüyor
Bir sabah ciddi işadamı giysilerim ve Bonda çantamla işe gidiyorum. Üstünde yürüdüğüm kaldırım renkli, büyükçe taşlardan yapılmış, iki sarı bir kırmızı, iki sarı bir kırmızı. Oyunun kuralı, kırmızı taşlara basmamak, sanırım siz de biliyorsunuz. Bu oyunu iyi oynarım. İş yerime elli metre kalaya dek iyi gidiyor herşey, o sırada arkamdan gelen bir korna sesiyle irkiliyorum, dönüp bakıyorum, bir otobüs kaldırımı yalayarak geçiyor. Adımlarım karışıyor. Kollarımla dengemi sağlamaya çalışıyorum ama tüm beceriksizliğimle bir kırmızı taşa basıyorum.
Çok uzaklarda, belki başka bir kralın yaşadığı başka bir ülkede, bir kuş şarkı söylerken düşmeye başlar. Düşerken de ötmeyi sürdürür. Kuş yere çakılır.

Usta Ne Der Bu Hususta
“All the world’s a stage.” – Shakespeare

Yani bütün dünya bir sahnedir. Dev bir kumpanyanın oyununu oynuyorsak, gerçek ne? Gerçek?
– Aslına bakarsanız gerçek diye birşey yoktur.
– !

Absurd Düzlemde Manav Söyleşileri
Kafamdaki soruya gönderme yaparak yanıt veren, Şen Manav’dı. Ben elmalara bakıyordum, sesli düşündüğümü de sanmıyorum hiç. Şen Manav, elindeki elmayı dikkatle süzüp kolunu ileri uzatıyor, elmayı bir de bu uzaklıktan inceliyor ve parlatmaya başlıyor.
– Düşünsenize, elmanın kilosunun üç yüz lira olduğu bile gerçek değil ki. Geçen hafta iki yüz elliydi, haftaya belki üç yüz elli olur, belki iki yüz. Belki de olmaz. Hem evet hem hayır. Zaten şu anda da kilosunun üç yüz lira olduğuna inanmayın. Herkese kilosu 280 liradan satıp yalnız size 300 diyor olabilirim. Siz istediğiniz kadar elma üç yüz lira deyin, tüm diğer müşterilerimi tanık olarak karşınızda bulacaksınız. O zaman hangi gerçekten söz edeceksiniz bakalım? Yalnız fiyatları değil, ağırlıkları da dilediğimce değiştiriyor olabilirim –olmayabilirim de– tartı benim, kilolar benim. Gördüğünüz gibi bu dükkanda gerçeği ben belirlerim. Eğer dilediğimce değiştirebiliyorsam, gerçeklikten şüphe etmez misiniz? Etmelisiniz!
Saçmalıyorum tabii, keçileri boş bırakmamak gerek; bir manav böyle konuşmaz. Güzel. Olsa olsa, benim elmalara baktığımı görünce “abi kaç kilo vereyim?” diye sorar. Gerçekte böyle olur, deneyimlerle sabit. Bu mantığa göre bu gerçek dünya değil, ya dalıp gittim ya da bir düşteyim şu anda; uyanabilmek için ufak bir çaba yeterli olmalı. Elbette. Zaten evden çıktığımı da hiç anımsamıyorum. Yalnız kendime acı veren fiziksel uyarımlar uygulamam bu durumda işe yaramıyor, biraz önce gizlice çimdikledim kendimi. Çocukken gördüğüm bir düşte sakallı bir adam beni anaokulundan sırtlayıp kaçırıyordu. Adamın sırtındayken “merak etme, bu yalnızca bir düş, nasıl olsa uyanacaksın” diye kendi kendimi yatıştırdığımı anımsıyorum. Kendimi çimdikleyerek uyanmıyorsam –koca adam, nelerle uğraşıyorum, kargalara komedi– evet uyanmıyorsam demek ki bu benim düşüm değil. Belki de manavın düşüdür. Hay allah, bu iş çok komik. Buradan çıkmanın bir yolunu nasıl olsa bulurum. Bulamazsam da Şen Manav sonsuza dek uyuyacak değil ya, elbette uyanır. Uyuyan Güzel bile sonunda uyanmıştı. Hah ha...

Sınırda Gezintiler
– Alo Tayfun, ben Nermin, nasılsın?
– Sağol iyiyim.
– Şey için aradım seni, ben şimdi Şulelerdeyim, arkadaşlarla buluştuk, Şükran’la Leyla da burada. Biraz gecikebilirim merak etme.
– Tamam, olur.
– Aa, haberin var mı, hani bizim manav vardı ya, sokağın başındaki, adam sizlere ömür. Dün gece yatmış, bugün kalkamamış adamcağız. Karısı sabahleyin uyandırmış, adam biraz daha uyumak istemiş, kadın da dokunmamış. Öğleye doğru yeniden gitmiş kocasının yanına, uyandıramamış bir türlü. Düşünsene kadıncağız nasıl korkmuştur kimbilir. Sen manava uğramış mıydın?
– ... Pek bilmiyorum.
– Ne demek bilmiyorum?
– Neyse boş ver, ben gelirken domates filan alırım. Hadi akşama görüşürüz, beni merak etme. Öptüm.
Karımla telefonda konuşuyorum. Evet, doğru, konuşuyorum. Peki ama neredeyim ben, gerçek yaşama döndüm mü, yoksa hala o düşte miyim? O da bu saçmalığın içideyse rahatlıkla olabilir. Bir dakika şimdi, dalgayı bir yana bırakalım. Eğer manav ölmeden hemen önce onun düşüne girdiysem burada sonsuza dek tutsağım demektir bu; adamın uyanması olanaksız. Canına yandığımın, herşey öylesine karmaşık ki, insan düşte olup olmadığını nasıl anlayabilir? Burası evim, evdeyim, herşey gerçek görünüyor –masa, koltuklar, televizyon, öksürük şurubu– ne bileyim, her günkü şeyler işte. Tabi o “her gün” dediğim günler de bu oyunun birer parçası değilse. Histerik paranoya eğilimleri mi ne? Yaşantım dediğim süreç yalnızca bir düş olabilir mi? Hadi canım daha neler, dizginle artık bu çılgınlığı, insan uykusundayken böyle açık açık akıl yürütemez, mantıklı olamaz... Aslında pek mantıklı olduğum da söylenemez sanırım. Kafamın içinde karşılıklı iki ayna var sanki, sonunu belirlemeye çalışıyorum görüntülerin. Öff, neredeyim ben, (.)

Kişisel Tarihin Tanıklığı
Buradan kaçmam gerektiğini düşünüyorum, olabildiğince uzağa. Avustralya... Neden orası geldi ilk olarak aklıma bilmiyorum. Hep bir özlem ülkesiydi Avustralya benim için, abime kanguruyla balık kardeşin masalını anlattırırdım küçükken: kanguru bir gün Sydney’e gider, ilk defa deniz görür, ayaklarını sokmak ister ama suya yuvarlanıverir. Çıktığında, kesesinin içinde küçük bir balık bulur, ikisi arkadaş olup dünya gezisine çıkarlar. Sonra Zürafa Recai’nin Avustralya gezisi masalı vardı: İngiltere’den kalkan, mahkumları taşıyan gemi yolda Afrika’ya uğrar, Zürafa Recai de gizlice, limanda demirlemiş bu gemiye biner, geminin ambarına saklanır, doğru Avustralya’ya... Dünya’dan ayrı, uzak bir ülke olarak yer etmiş kafamda. Bir çeşit ön yargı, koşullandırılmışlık, batıl inanç benimkisi; yine de iyi bir seçim. British Airways’i arıyorum, telefonu yanıtlayan kadın yarın sabah 05.30’da Londra üzerinden bir sefer olduğunu söylüyor. Yerimi ayırtıyorum, G-32 no’lu koltuk benim. Telefonu kapatıyorum. Çok mu acele karar verdim acaba? Sanırım deliriyorum. Uçakta yer ayırtabildiğime göre gerçek dünyada olmam gerekir. Ya da telefonla konuştuğum kadın, British Airways, uçağın yolcuları, elimdeki sönmüş sigara, Atatürk Hava Limanı, masanın üstündeki gazete ve yazdığı olaylar hep aynı düşün parçaları. Eee, baydı artık. Bu işin sonu yok, aynı şekilde düşünerek tüm dünyanın, “gerçek” dediğim herşeyin aslında bir düş olduğunu öne sürebilirim. Elime ne geçer veya bu neyi değiştirir? İnsanlar düşte de olsa doğup ölüyorlar. Çok saçma, saçma. Bütün bunları böylesine açıklıkla düşünebiliyorsam düşte olamam, haksızlık bu.
İşin içinden çıkamıyorum. Peki ya çocukluğum – bir geçmişim var benim, kafamın içi binlerce anı, ufak, önemsiz binlerce ayrıntıyla dolu. Tüm bunlar ancak gerçekten yaşamışsam varolabilirler. Düşteyken insanlar geçmişlerini anımsayamazlar ve ellerine bakamazlar – bir yerde okumuştum. Örneğin ilkokulun ufacık terasında teneke kutularla, kan ter içinde futbol oynadığımızı anımsıyorum. Kızın birinin, Nilgün’dü adı, unutur muyum, benimle ayranını paylaştığını, milletin dalga geçtiğini. Ağladığımı. Sonra küçük ablama gözümün önünde otobüs çarptığını çok canlı olarak görüyorum şimdi... İlkokula başladığım gün bir çocuğun –adı aklımdan çıkmış– bana koşmayı öğrettiğini, ayakkabılarımın vurduğunu. Bunları biliyorum ama arada büyük boşluklar var, okul öncesi döneminde aklımda kalmış pek birşey yok; sonra on beş yaşındayken neler yapıyordum diye düşünüyorum da, genelde ders çalıştığımın dışında birşey çıkartamıyorum. Garip – otuz iki yaşındayken örneğin, geçip bitmeyecekmiş gibi gelen bir yılda önemli neler oldu acaba? Şimdi çalıştığım şirkete girdim, yeni bir eve taşınmamız gerekiyordu, kavga ederdik Nermin’le sık sık. Bunları yaşadığımı kanıtlayabilecek tek şey, çoğunlukla belleğim, o da tekliyor işte. Kendimle ilgili olaylar bir yana, dünyada neler olmuştu? Tam bilemiyorum, bilmiyorum: gerçi bunlarla ilgili yazılı belgeler var ama, neyin tarih, neyin uydurma olduğunu nasıl ayırt edebilirim? Hammurabi’nin Kanunları diye birşey acaba hiç oldu mu? Tamam işte kafamdaki bütün tahtalar çürüğe çıktı, yakında insanlar beni öldürmek için gizlice peşimden geliyorlar diye tuttururum... Anılarıma bu denli güvenmekle hata ettim sanırım. Pek çok irili ufaklı olay anımsıyorum ama kimbilir kaç katı belleğimden silinmiş. Geçmişim kendi gerçekliğimi kanıtlayamayacak. Sonra bir zamanlar tanıdığım kimbilir kaç kişinin varlığını unuttum, pek çok kişinin de benim varlığımı unutmuş olması aynı ölçüde doğal. Nasıl onlar benim için artık gerçek değilse, ben de onlar için gerçek olmaktan çıkmışım, anı bile değilim. Tayfun Boykul adında birisi yok pek çoğunca... Hayır, hayır kaptırmamalıyım kendimi. Her şeyi bir kez daha baştan alalım.

Kaçışın Analitik Geometrisi
Bunun bir düş olduğu kesin, yoksa manavın biri durup dururken belirip solosunu attıktan sonra yok olamazdı. Bütün sorun bu düşü kimin gördüğünde. Eğer gören bensem sorun yok demektir, en kötü olasılıkla ölmek üzereyken uyanırım, çünkü insanlar kendi düşlerinde ölmezler. Sonra da iyi bir kahvaltı ve koyu bir kahve. Ama başkasının düşündeysem bok yoluna Niyazi olsam işten bile değil resmen; üstelik ölürsem kurtulma şansım da yok, düşü gören ben olmadığma göre. Kolumu çürütmekten de vazgeçmeliyim. Uyanamıyorum. Ya Nermin? Yarın Avustralya’ya onsuz mu gideceğim? Niye gidiyorum ki ben – düşünelim: bu ortamdan kurtulursam belki kafamı toplayabilirim. Ya da düşün sınırlarını zorlamış olurum: bir balonun içinden kurtulmak isteyen bir insan, balonun yüzeyine doğru hızla atılırsa delip çıkabilir. Evet olabilir. Aslında Nermin’i de peşimden sürüklemenin anlamı yok, bu benim sorunum, bana yardımcı olamaz. İş gezisine çıktığımı söylerim ona. Ani bir iş bağlantısı. Çok büyük yatırım. Kaçırılmayacak olanaklar. Mutlaka gitmem gerek. Böyle bir fırsatı ne zamandır bekliyorduk zaten. Evet Nermin burada kalmalı. Fazla sürmez, bir-iki günde sorunu çözümleyebileceğimi sanıyorum. Olayların merkezinden uzaklaştıkça gerçekleri görmek daha kolay olur. Ama gerçeği ölçebilecek bir standart bulamıyorum.

Algernon’a Çiçekler
Korkuyorum. Aklımı yitirme sürecine tanık oluşum dehşete düşürüyor beni.

Papaz-Pilav Bağıntısı

Saat yediye yaklaşıyor, buluşmaya gitmem gerek, Etap’ın önüne. Bu saatte de kalabalık olur Taksim Meydanı. Onu tanıyabilecek miyim bilmiyorum, dokuz yıl geçti aradan. Ama o her zaman garipti, fazla değişmiş olacağını sanmıyorum. Kendisini tanımamı sağlamak onun işi; hiç gönüllü değilim onu yeniden karşımda görmeye. Yoksa buluşmayı kabul etmese miydim? Ne değişecekti ki, bugün olmazsa başka bir gün, başka bir yerde nasıl olsa bulurdu beni – ne denli yapışkan olduğunu bilmiyor musun?.. Olabildiğince kısa keseceğim görüşmeyi, olmaz diyeceğim ona, daha olmaz, bekle. Beklemelisin.

Bay Ölüm’le Dıhe Buluşma
Hollanda’dayken –vaktiyle– arkadaşlarla çok güldüğümüz bir olay olmuştu: tek yönlü bir yolda hem arabalara, hem karşıya geçmek isteyen yayalara kırmızı ışık yanıyordu. Arabalar ve insanlar öyle bekleşiyorlardı. Türklüğümüzü sergilemez için tam fırsatı bu, “deli Hollandalılar, salaklar!” diye kahkaha ata ata kırmızıda karşıya geçmiştik. Aval aval bakmışlardı ardımızdan da yaptığımızı yapamamışlardı. “Güçlü bir toplumsal koşullandırma” damgasını da vuruvermiştik olaya.
Böyle birşey yalnızca Hollanda’da olur sanıyordum, daha beteri şu anda Taksim’de, Etap Oteli’nin önünde oluyor. Tüm arabalar durmuş, kırmızı yanıyor; yayalara ise yeşil yanıyor ve kimse karşıya geçmiyor! Yanımdaki yaşlı teyzeye niye yürümediğini soruyorum “ben zaten karşıya geçmek için beklemiyorum ki burada” diyor. Yürümeye başlıyorum. Kahverengi bir Mercedes diğerlerinden hızla kopup üzerime doğru geliyor. Eski dostumun arabası bu, dokuz yıldır aynı arabayı kullanıyor olmalı, o kazada da bununla öldürmeye çalışmıştı beni. Yolun ortasında buluşuyoruz sonunda. Beklemeye hiç niyeti yok, belli; projesini şimdi gerçekleştirecek gibi. Gelmemeliydim. Saat 19.15. Her şey çok çabuk...

Ölüler Konuşmaz, ya da Western’de Yeni Bir Boyut
Ne söyleyeceğimi bilmiyorum; ben ölüyüm şu anda, cesedimi de çoktan kaldırdılar, ama hala düşünüp konuşabiliyorum işte. Uçaktaki yerim boş kaldı, koltuğu benimkinin yanıda olan adam, gelmediğimi görünce ayaklarını koltuğuma uzattı. Uçak kalkalı bir saat oluyor, rahat bir yolculuk yapıyordur. Uçakta olmayışım gerçekten öldüğümü gösteriyor. Buna karşın, konuşuyor olmam da şu anda düşte olduğumu.
Nermin ölümüme gerçekten çok üzüldü, oysa rahatlamasını bekliyordum. Ben de onun bu denli üzülmesine üzüldüm. Birbirimize çok bağlanmışız farkında olmadan. Düşünüyorum da, daha farklı olabilirdi ilişkimiz. Gülünç aslında, bunu anlayabilmek için ölmek gerekiyormuş. Her şey önemsiz ve anlamsız gözüküyor buradan. Kendimi tıkıldığım şişeden çıkmış gibi hissediyorum, her yere gitmekte özgürüm. Beni burada tutan tek şey Nermin, onun yanında olmak istiyorum. Yaşarken istemediğim kadar çok hem de.
Nermin’e ancak geceleri ulaşabiliyorum, dün gece uykusunda birlikte olduk. “Tayfun sen misin?” diye irkildi ilkin; karşısına böyle çıkmamı doğal olarak beklemiyordu. Dindar değildir Nermin, dolayısıyla da ruhlara güler geçer. Ne yani, ben şimdi ruh mu oluyorum? Neyse, dağıtmayayım şimdi. Can çıksa da huy çıkmıyor.
– Evet canım. Evet sevgilim. Geceleri seninleyim artık. Hep yanındayım sevgilim. Korkmana gerek yok. Yalnızca bir düş bu, korkma ne olursun.
Birşey diyemedi bir süre. Uykudayken mantığını işletmesi daha zor oluyordu ki, epeyce düşündü.
– Ya sabah olunca?
– Sabah olunca uyanacaksın, bütün gün boyunca gece olsun diye sabırsızlanacaksın ve sonra yine birlikte olacağız.

Alice’e Nispet
Bir düşteyim sanki! Sankisi yok, düpedüz bir düş tabii. Her gece ondan sabah yedi buçuğa kadar birbirimizin oluyoruz. Hiç yapmadığımız, düşünmediğimiz, cesaret edemediğimiz şeyleri yapıyoruz düşlerde. Evliliğimizin en mutlu anlarında bile bu kadar rahat ve kusursuz bir ilişkimizin olduğunu, bu kadar yakın olduğumuzu sanmıyorum. Bir kaçış bu, sorumsuzca bir kaçış ve bunun doğurduğu tüm güzellikleri yaşıyoruz. Bundan aldığımız zevk gerçek, mutluluk gerçek, insanın bütün bunlara “yalnızca bir düş” demeye dili varmıyor o yüzden. Gerçekten ayırmak o denli zor ki; gerçeklik dünyasının en önemli değerleri nedir? Özgürlükse, yaşıyoruz özgürlüğü, olamayacak kadar. Mutluluksa, söyledim işte, paylaşsak da az gelmiyor. Ütopyaların karşılaştığı ikilemin, birinden birini seçme zorunluluğunun da ötesinde, ikisi birden elimizde bizim.

Yolun Sonundaki Yanlış Adreste Oturan Postacı
Nermin bu tempoya dayanamıyor. Aradan geçen iki ay içinde iyice çöktü zavallı. Tüm yaşantısı alt-üst oldu; arkadaşlarıyla görüşmüyor, ufak bir sekreterlik işi buldu, sabah gidiyor, akşam çıkınca da hemen eve. Yüzü sapsarı, gözleri ufaldı, akları iyice belirginleşti. Pek birşey de koymuyor ağzına. Kahvaltıyı bile bir fincan çay, bir grisiniyle geçiştiriyor, oysa çok önem verirdi, “altın yiyorum altın” diye de kendi kendisiyle eğlenirdi.
Bunu yapmaya hakkım yok benim, o bir insan, yaşıyor, yaşaması gerekli ve bunu değiştirmemeliyim. Benim yüzümden gözlerimin önünde eriyip bitmesine dayanamam. Acınacak haldeyim. Hödüğün biri beni uykusunda görüyor, sonra da ölüyor ve ben gerçek yaşamda öldüğüm halde böyle belirsizce sürünüyorum. Belki –olur ya– düşü gören manav da değildi, belki manav da bir düşteydi; beş milyar insanı, geçmiş ve geleceklerini tüm ayrıntılarıyla içeren bir düş... Yok deve. Bunun ucu teolojiye dayanıyor ya, statüm gereği görmem gereken ödül ve ceza diyarları etrafta gözükmediğinden, o konuya girmek yersiz. Tanrı bile benim gibi bir hilkat garibesini dışlamış olabilir... Kahretsin, bu halimde bile aklım soytarılıkta, bencillikte, hep ben, ben. Nermin ne olacak, sorun bu. Böyle devam ederse o da sonunda terk-i diyar etmek zorunda kalacak. Yeter artık... O ölürse sanmam ki benim yanıma gelsin. Onun ölümü ikimizin de sonu olur. Bunu istemiyorum, bir çıkış yolu olmalı.
Sanırım onu bırakmam gerekiyordu. Gitmeyi önerdim, “seni bir daha rahatsız etmeyeceğim” dedim ve gittim de, ama olmadı. Nermin daha da kötüleşti, işe bile gitmez oldu, bütün gün yataktaydı. Onunla birlikte olamamaya, yalnızca uzaktan seyretmeye ben de dayanamadım. Geri döndüm sonuçta.
Yapacak tek birşey kalıyordu; aklıma çok iyi –ikimiz için de çok iyi– bi çözüm gelmişti.

Dahiler De Ölür / Ölüler De Dahiler
Nermin’in intihar etmesi gerekiyordu. İyice düşündüm ve bu konuda, işleyeceğine inandığım bir teori oluşturdum: Nermin kendisini öldürecekti ama öyle herhangi bir yöntemle değil; uyku haplarıyla. Bunu söylerken gülümsemeden edemiyorum, çok dahice –çılgınca!– ve tam bu duruma uygun bir buluş bu. Evet bir buluş. Uyku haplarıyla derin bir uykuya dalacak Nermin o sırada onun yanında olacağım sarılacağım ona Nermin’im diyeceğim ve o yaşamdan kurtulduğunda artık benimle olacak...
Önerimi sessiz bir coşkuyla karşılıyor Nermin; düşünde salondaki koltuğa oturmuş, düşünüyor.
– Nasıl yapacağım bunu Tayfun? diye soruyor, gözleri parıltılı.
– Bunu gerçekten isteyip istemediğinden emin olmalısın öncelikle. Çok önemli bir karar bu.
– İstediğimi, deliler gibi istediğimi, yalnızca seninle olmak istediğimi biliyorsun.
– Peki canım. Sanırım yüksek dozda uyku hapı alman bu durumda en uygun olanı.
Nermin başını sallıyor düşünde, sonra uyanıyor. Bir süre yatakta doğrulmuş bekliyor, tuvalet masasının üzerindeki ilaç kutusuna uzanıyor sonra eli. Teker teker boşaltıyor bütün hapları avucuna. Bir an duruyor, sonra masanın üstüne bırakıp mutfağa gidiyor. Bir bardak suyla dönüyor, yavaş yavaş içiyor hapları. Ağır çekimle izliyorum sanki bunları. Yatağa uzanıyor yeniden, “geliyorum yanına, bekliyorsun değil mi?” diye fısıldıyor.

Kerevette Oturan Murad
Evet bekliyorum. Yeniden başlayacağız, bambaşka bir dünya bu çünkü, belki başka bir düş. Kuralları farklı. Bekliyorum; gel Nermin’im, sevgilim, gel. Yavaş... Yavaş. Gel.

Gerçeğin Öte Yanında



Bundan tam 30 yıl önce bugün, "Gergedan"da ilk öyküm yayımlandı. Öyküyü bir önceki yaz, ÖYS sınavından sonra yazmıştım; o yıl Haldun Taner Öykü Ödülü konmuştu, tek öyküyle de katılmak mümkündü, ben de oraya göndermiştim. Kazanamamıştım tabii, ödül jürisi de büyük tepki çekmişti - ödülü bana vermedikleri için değil, Tomris Uyar, Murathan Mungan ve Nedim Gürsel arasında paylaştırdıkları için.

Şubat 1987'de "Gergedan" yayımlanmaya başlayınca ve liseden arkadaşım Derin Terzioğlu'nun şiirlerine yer verince ben de cesaret bulup öyküyü oraya gönderdim. O yıl İstanbul'da acayip bir kar yağdı; okula giderken arabaların üstüne bastığımı hatırlıyorum. O karlı günlerden birinde, öykümün yayımlanacağı haberini aldım, karlar kadar sevindim - Çaykovski seven bir oğlandım, aşağıdaki fotoğraftan da anlaşılıyordur.

Bu 30 yıl sana ne öğretti diye sorarsanız, hafif sıklet pehlivanlığı diyebilirim: alta düştüğünde yerinmemek, üste çıktığında sevinmemek, çapraz girmemek.

(öykünün tamamı için tıklayınız: http://sefinsalatasi.blogspot.com.tr/p/gercegin-ote-yannda.html)