gps

[bu bölümü birlikte genişletebiliriz belki - özellikle merak edilen şeyler varsa yanıtlamak isterim.]

ise ve ise, ki değil "yanlış" kitaplar oldu. şimdi bunu görebiliyorum, o zaman o kadar rahatsız etmemişti beni. çingene bohçası birşey, sonuçta, kurulmamış iki kitap: içlerinde her telden çalan yazılar var, tek ortak özellikleri, yazılmış olmaları. belki askerde olmanın getirdiği ruh haliyle, belki 1995'ten beri birşey yayımlamamış olmanın gereksiz telaşıyla, 1999'da ise'yi çıkardım. tükenince yeni yazılar ekleyip hatamda ısrar ettim - oysa kitabın içindeki her bir öbek, ayrı birer kitap damarı oluşturmalı, bu kitaplara çalışılmalıydı, yani örneğin kavramlar üzerine bir kitap, kitaplar üzerine bir kitap, deli fikirlerden oluşan bir kitap vs. üstelik, cem kayalıgil'in de fark ettiği gibi, ise, ki değil'de yanlışlıkla "turşu kurmanın elli yolu" adlı yazı dışarda bırakıldı, kasıt olmaksızın. uzun süredir, istememe rağmen "marjinal suç, sanal ceza" ya da "aşk= f(karanlık)" gibi yazılar yazmaya fırsat bulamıyorum. eksikliğini duyan var mıdır bilmem.

***

sönmemiş kireç'te, akademik okumalarımı metne çok fazla katıştırdığım yollu eleştiriler aldım. siyaset kuramı ve türkiye tarihi okuduğum doğru; bu romanın da bir tür siyasal tarih belgeseli formatında yazılmış olduğu, kurtuluş savaşından günümüze bu ülkenin tarihinden çok sayıda öğe barındırdığı da doğru. bunu söylemek, beni yine de "katıştırma" konusunda ikircikli bırakıyor ama: genel yapı olarak bakıldığında, düz bir türkiye tarihi okumasından öte birşeyler yapmaya çalıştım çünkü. türkiye'yle ilgili olarak bildiğimiz bazı şeylerin, kuzeydoğu kanadı koşullarına uyarlanması bir kırınım yaratıyor bir yandan; onun üzerinden dönüp yeniden türkiye tarihine bakıldığında, normalde görülmeyecek şeyleri görmek mümkün olabiliyor. demem o ki, bu iki anlatı arasında bir "alıntılama" ilişkisinden fazlasını kurmaya çalıştım; birini yorumlarken öbürünün getirdiği açılım ve çağrışımların, dönüp kendisinin yorumlanmasında yeni olanaklar sağlamasını istedim. daha somut olarak söyleyecek olursak: atatürk-inönü ilişkisine aşk ve dostluk çerçevesi içinden bakmak mümkün müdür? "türk devrimi" bir mitoman anlatısı olarak bakıldığında nasıl görünür? patronaj ilişkilerine dayanan bir siyasal kadroyla ordu koalisyona girseydi, devrimci kadrolarla nasıl bir ilişki kurardı? kurtuluş hareketinde kilit rol oynayan müslüman grupları "bilgisayarcı loncaları"na dönüştürmek ne tür kurgusal olanaklar sağlar?

her halükarda, sönmemiş kireç, form olarak "edebiyat olmayan"ın edebiyata sokulma çabası benim gözümde. bu çabayı sürdüreceğim, en azından bir süre daha. gitmeyecekler için urbino böyle bir kitap oldu örneğin - şehir rehberi formatını edebiyatlaştırma uğraşı.

***

noktanın kesişimleri antolojisi yayımlandığında cağaloğlu'na, binbir direk meydanına gittim, hil yayın'ın yeri oradaydı. hüseyin sönmez büroyu kıyı yayınları'nın sahibi ve herşeyi (tek şeyi) şahin beygu ve o sıralar bebekus'un kitapları adı altında, galiba karısına ithafen yazdığı kitapları yayımlayan hikmet temel akarsu'yla paylaşıyordu. yirmi nüshayı çantama doldurup murathan mungan'ın kabataş'ta, set üstündeki evine gittim - murathan o sıralar remzi'de çilek dizisini yönetiyordu, elinde ingilizceden çevirtmek istediği birkaç kitap vardı, onlara bakacaktım. ruth rendell'ın heartstones'unu aldım, çeviriyi nereye getireyim diye sordum, "remzi'ye getir, ben orada oluyorum" dedi. benim bildiğim tek bir remzi vardı, o da cağaolğlu yokuşundaki kitabevi (artık yok tabii, remzi sınıf atladığı için). üst katı da yayınevi bürosu filan olabilirdi, ne bileyim. orası mı diye sorduğumda murathan feci dalga geçti, "ulan kitapçı tezgahında durmuyoruz herhalde" diye. neyse. evden çıkar ayak, "benim de bugün kitabım çıktı" dedim, "e imzala da ver bir tane," dedi murathan. ilk defa kitap imzalayacaktım, kilitlendim. ter bastı. "adını soyadını yaz, tarih ve imza at yeter," dedi murathan sonunda. "adımı ve soyadımı yazıyorum, tarih ve imza atıyorum, yetiyor. cem akaş, ..ağustos 1990" yazdım, verdim.

kitap hakkındaki ilk yazıyı enis batur yazdı güneş'te (bkz. "üzerine" bölümü). iyi birtakım şeyler de söylüyordu, eleştirmekten de geri durmuyordu, söyledikleri de doğru şeylerdi. bi gün kaan çaydamlı'nın sahaf dükkanında karşılaştık, kıştı herhalde, üzerinde gocuğu ve kadife pantalonu vardı. "senden epeydir ses çıkmayınca yazıya alındın, küstün sandım," dedi. "yoo," dedim, "doğru şeyler yazmışsınız. ama başka şeyler de yazabilirdiniz." kitabın övgüye değer meziyetlerinin yeterince övülmediğini düşünüyordum herhalde!

kitabı tomris uyar'a verdim - boğaziçi üniversitesinde "comparative short story" dersi vermişti, ben de almıştım dersi, oradan tanışıyorduk. bir gün grup olarak gizli bahçe'ye gittik, ne grubuydu hatırlamıyorum, kitabı okumuş - "anladık, zekisin," dedi.

mario levi aramıştı sonra, tanışalım istemiş. bir akşam kazasker'deki evine gittim. bir uçak yolculuğunda okumuş nka'yı, hiç onun tarzı olmayan şeyler yazdığımı, ama yine de "kumaşımın iyi" olduğunu söyledi. "büyük ihtimalle senin okurların da senin gibi insanlar olacak," dedi. hakaret mi etti bilmiyorum.

***

suç ve ceza'nın anlatıcısı mukaber'di, noktanın kesişimleri antolojisi'ndeki "mukaber" adlı öykünün kahramanıdır kendisi aynı zamanda. s&c'yi değerlendiren yazıların çoğu, kitabın bir anlatıdan, bir de denemeden oluştuğunu belirtti, ama bu ikisi birbirinden bağımsızmış gibi davrandı. oysa, bilen bilir, anlatıcı, anlatısını yazdığı günlük defterinin öbür başından başlayarak bir de kuramsal deneme yazmaya girişir, kurgusal cinayetler ve okuyucunun katil olması üzerine. neredeyse iki kişidirler: anlatıcı mukaber'in, denemeci mukaber'den haberi yok gibidir. oysa denemeci mukaber'in kurduğu kuramsal yapı, yani okuyucunun katil olabildiği bir dünya, tam da anlatıcı mukaber'in kendini içinde bulduğu dünyadır.

s&c'nin içinde asıl suç ve ceza da küçük ama anahtar bir rol alır - kitabı bir kitapçı vitrininde gören mukaber, günlüğünün ele geçirildiğini sanır; yazarları öldüren okuyucu çetesinin eline düşmemek için, bir taksiye atlayıp evine gider ve intihar eder.

s&c'deki denemede, bir dolu kitaptan söz edilir, ama hepsinde bir düzmece payı vardır: ya öyle bir yazar yoktur, ya öyle bir kitabı yoktur, ya da o yazarın o kitabının içinde öyle birşey yoktur. ama örneğin güven turan'ın, bir gün yayınevinde yanıma gelip "çok doğru birşey yakalamışsın, ben bunu atlamıştım" demişliği de vardır kendi kitabına yapılan göndermeyle ilgili olarak.

ilk kitabımı bastırmak kolay olmadı. can'dan, ada'dan "mersi" mektupları aldım. erdal öz'ün mektubu çok şahaneydi, "ne demek 'noktanın kesişimleri antolojisi'? hiçbir imge çağrıştırmadı bende. yalın bir dille anlattığınız öyküleri de anlamadım. anlamadığım şeyleri de yayımlamayı düşünmüyorum," diyordu. hil'e göndermeye karar verdim - enis batur'un bu kalem bukalemun'unu basmışlardı, olabilirdi yani. yayınevinin sahibi hüseyin sönmez benimle görüşmek istedi, kitabın masraflarını yarı yarıya paylaşırsak kitabı basabileceğini anlattı. benim param yoktu ama; üniversite öğrencisiydim, özel ders vererek cep harçlığımı çıkarıyordum. babamdan da isteyecek halim yoktu, çünkü o sıralar yazmak konusunda çok itişiyorduk, mühendislik eğitimimden sapmama yol açmasından korkuyordu bu yazma-çizme işinin. bunun üzerine hisar eğitim vakfı'na bir mektup yazdım, korkunç daktilomla güya temize çektiğim öyküleri gönderdim, para istedim. ali neyzi görüştü benimle, kitap işlerinden anlayan o vardı herhalde vakıfta. fazla sorgulamadan verdiler parayı - 500 bin lira gibi birşeydi yanılmıyorsam. zor valla bu işler...

nka'nın arka kapağındaki fotoğrafın çekiminde tanıştık kaan çaydamlı'yla, o sıralarda altıkırkbeş yoktu, kaan moda pasajında karısıyla sahaflık yapıyor, babasının mühendislik şirketinde çalışıyor, foroğraf çekiyordu. (bir gün birileri, "türk edebiyatının mühendislerden çektiği" konulu bir inceleme yazmalı.) sonra o da yayınevi kurdu, o da enis batur bastı, eh, yeni kitabımı vermemem için bir neden yoktu demek ki. gerçi 7'yi daha önce remzi'ye vermiştim, ama erol erduran bazı bölümleri ("sevişme sahneleri"ni) değiştirmemi istemişti, ben değiştirmem diyince de "bu yaştan sonra hapse giremem" demişti.kaan'la daha sonra iş ortağı da olduk, antalya'da bir kelepir bile açtık (üçüncü ortağımız, yeni nesil reklamcıların en parlaklarından burak şuşut'tu). sonunda battık, o başka (en azından burak ve ben).

***

balığın esir düştüğü yer'i askerdeyken, tahmin edilebileceği gibi balıkesir'de yazmaya başladım. daha önce planladığım bir proje değildi, ama birinci haftanın sonunda, otur-kalk-yürü-koş-dörde kadar say ritminden o kadar bunalmıştım ki, kafamı birşeylerle meşgul etmezsem fena olacakmış gibi geldi. öte yandan, tüm düşünceyi emen bir yapısı var askerliğin, yaptığınız şeyden, çavuşların hainliklerine nasıl karşı koyacağınızdan başka birşey düşünemiyorsunuz, çarşı izni verilip verilmeyeceği konusunda endişelenmekten ve insanlara sürekli şaşırmaktan başka pek birşey yapamıyorsunuz. dolayısıyla yapabileceğim en iyi şey, bir şekilde askerliğin soyutlaması olan, en azından böyle bir soyutlamadan yola çıkan birşeyler yazmaktı. ufak, beyaz bir defterim vardı günlük tutmak için getirdiğim, arka tarafını bu roman için kullandım. defteri bütün gün yanımda taşıyordum, kış olduğu için belli olmuyordu.

kitabı, acemiliğimi bitirip ankara'ya, genelkurmay'a tayin olduktan sonra doğru dürüst yazabildim. görev yerime verilmem yaklaşık bir ay sürdü – bu zaman zarfında öncelikle angarya işlerden kaçmaya çalıştık (benimle aynı durumda olan 15 kişi vardı); sonra her fırsatta defterimi çıkarıp yazdım.

265. kısa dönemdim; kitabın başındaki ithaf tabii ki “silah arkadaşlarım”a.

sönmemiş kireç ve oyun imparatorluğu'ndaki ithafsa, bu iki cildi yazdığım new york'ta oturduğum evin kapı numarasıydı – garip değil mi sizce de, buçuklu kapı numarası mı olurmuş? olursa da bu 265 ½ mi olurmuş?

bedy'nin abileri var, fark edenler olmuştur kuşkusuz: 1984 ve cesur yeni dünya en barizleri; ebrino doğrudan bir o'brien çeşitlemesi (bazılarına göre enis batur'muş; çok aleni bir göndermeymiş bu – eb + rino; vay canına demiştim ilk duyduğumda); hökl'le cyd'deki “vahşi”nin konumları arasında da koşutluklar var. hökl ve jas,huckleberry finn'le jim'i andırıyor mu?

sönmemiş kireç, yazmaya başladığım ilk ciltti aslında. “sentetik bir ingilizce”yle yazıyordum üstelik, o çağda tam anlamıyla bir lingua franca haline geldiği düşünülebilecek bir ingilizce. sonra dili düşünmekten kitabı düşünemez olduğumu farkedip vazgeçtim.

oyun imparatorluğu yedi bölümden oluşuyor ya, isa'nın çarmıhtayken söylediği son sözlerdir bölüm başlıkları. kadro da (ikisi dışında) eski ahit'in yazarlarıdır. kitapta ayrıca wagner'in “ring”ine pek çok gönderme olduğu dikkatinizi çekmiş olabilir.

kaptan neeling, o ve zürafaları lekeleme komitesi ilk defa gizli hava müzesi'nde ortaya çıktı. o zamanlar böyle birşey yazmak hiç aklımda yoktu elbette. ama ghm'deki bölümleri aynen kullanmak istedim ve epeyce uğraştım. oldu.

üçleme'ye kadar yazdığım herşeyi bir şekilde birbirine bağlamak istedim.

utracek, sönmemiş kireç'te hep belkienisbatur'dan replikler okur.

7'nin sonunda belirsiz bırakmak için çok uğraştığım birşey vardı: peygamber ve anlatıcı aynı kişi miydi, değil miydi? aynı belirsizliği oyun imparatorluğu'nda kurmaya çalıştım: bu adamlar gerçekten dünya tarihini yönlendiren ultra-gizli bir örgüt mü, yoksa ormanların içinde bir akıl hastanesinde yaşayan, vakit geçirmek için de böyle bir oyun oynayan birtakım ihtiyarlar mı?

gizli hava müzesi'ni new york'a ilk gidişimde, bir kış tatilinde yazmıştım. kitabı, adımı koymadan yayımlayacağımı öğrenen bir arkadaşım bana çok kızdı – bu “jest” yüzünden çok ünlü olacağımı ve “bozulacağımı” düşünüyordu.

“skyhed”, gerçekten 7375. gece gördüğüm düştür. yazıya geçirmesi zor oldu, çünkü düşte bir yandan görüntüler vardı, bir yandansa bir tür yorumcu üst ses. öykünün satır çiftleriyle yazılmasının nedeni odur, gıcıklık değil.