31.12.20

yuvasına dönen koltuk hikayesi




almanya'da yaşıyorduk, 1972 yılında salona yeni bir koltuk takımı aldı annemle babam. iki koltuk bir üçlü kanepe, siyah deriden, ahşap iskeletli, zarif bir takımdı. 1974'te türkiye'ye taşındığımızda bizimle geldi tabii. yıllarca izmit'teki evimizin salonunda durdu, sonra yalova'daki yazlığa gitti. 90'ların sonuna doğru ev eşyalarla birlikte satıldı; koltuk takımının değerini bilecek yaşa gelmiştim artık, epey üzüldüm ama yapacak bir şey de yoktu. 99 depreminde o ev yıkıldı, eşyaların başına ne geldiğini de tabii sormadık. meğerse onları kurtarmışlar. evin kızı koltuk takımını almış, kendi evine koymuş. aradan neredeyse 20 yıl daha geçmiş, amerika'ya yerleşmeye karar vermiş, mobilyalarını satışa çıkarmış. koltuklardan birini, göztepe'de bir halıcı almış, dükkanın önüne koymuş. geçenlerde annem halıcının önünden geçerken koltuğu görmüş, gözlerine inanamamış tabii. hemen dükkana girmiş, koltuğu nereden bulduğunu sormuş halıcıya. hikaye ve isimler de tutmuş. adamı ikna etmiş ve koltuğu alıp evine getirmiş. aradan neredeyse 50 yıl geçtikten sonra, çokça yıpranmış ve yorgun koltuk, yeniden annemi bulmuş. bugün gördüm, çocukluk arkadaşıma kavuşmuş gibi oldum.

5.12.20

kültür alanında politika üretimi




Bir çerçeve 
Türkiye’de kültür alanında (bunun içine edebiyat, sanat, arkeoloji, mimari gibi alt alanlarda yaratılmış “yapıt”lar ve bunları nesne ya da hizmet şeklinde “ürün”leştiren sektörler giriyor; yayıncılık da bu sektörlerden biri) pek çok sorun ve eksiklik var ama bunları bir ucundan tutup çözmeye çalışmak genellikle başka sorunlar doğuruyor. Bu nedenle, tekil sorunları çözmeye uğraşarak bir politika oluşturmaya yönelmek yerine, ana ilkeleri ve öncelikleri iyi tanımlanmış bir politika yaklaşımını oluşturduktan sonra tekil sorunların çözümlerine bakmak daha doğru. Entegre bir yaklaşım geliştirilebilirse bazı sorunlar kendiliğinden yok olacak, bazı çözümler de kendiliğinden ortaya çıkacak.
Böyle bir politika yaklaşımı için önereceğim üç temel ilke şu:

- Türkiye sınırları içinde yaratılmış, yaratılan ve yaratılacak kültür yapıtlarını korumak, desteklemek, tanıtmak, gelişmelerine önayak olmak devletin bir önceliğidir. Bu önceliğin yerel ve uluslararası boyutlarda siyasal ve ekonomik sonuçları vardır. 

- Kültür yapıtlarına erişim bir vatandaşlık hakkıdır. Bunu sağlamak devletin asli görevlerinden biridir – tıpkı güvenlik, sağlık, eğitim, barınma, temel gıda, adalet erişimi gibi. Bunların hepsi, bireysel ve toplumsal hayatı tartışmasız daha iyi kılar; devletin asli görevleri arasında olmalarının nedeni budur. 

- Kültür ürünü sektörlerinin gereksinimleri, bu iki temel ilkeye hizmet edecek, en azından onlarla çelişmeyecek şekilde karşılanmalı, etkinlikleri buna göre düzenlenmelidir.  


Bazı sonuçlar
- Çocukların zihinsel gelişimi için en kritik yaşlar olan okul öncesi çağından başlayarak okuma ve sanatsal faaliyetlerde bulunma, sanat yapıtlarına (müzik, sinema, tiyatro, arkeoloji, sanat tarihi, çağdaş sanat vs. de dahil olmak üzere) erişme fırsatı herkese sağlanmalı, eğitim ve aile politikaları bu yönde geliştirilmeli.
- Merkezi ve yerel yönetimler, 18 yaşından küçük çocuklara ve 65 yaşını aşmış “kıdemli vatandaş”lara bu erişimi olabildiğince geniş bir içerikle ücretsiz sağlamaya çalışmalı; 18-65 yaş arası vatandaşlar için makul ücretlerle kademelendirilecek bir kültür aboneliği” sistemiyle erişim mümkün kılınmalı.
- Halk kütüphaneleri e-kitap koleksiyonuna geçmeli ve abonelik sisteminin parçası olarak kitaplar cep telefonlarından okunmaya açılmalı.
- “Kültür aboneliği” kapsamındaki yapıt, ürün ve hizmetlere erişim karşılığında yaratıcı ve üreticilere aktarılacak ödemeler için yıllık fonlar (başlangıçta 8-10 milyar tl düzeyinde) oluşturulmalı, bu fonlar vergi ve bağış gelirleriyle desteklenmeli. Ödemeler Spotify, Storytel ya da Netflix gibi abonelik esaslı içerik platformlarının ödeme sistemlerine benzer bir şekilde yapılmalı.
- Merkezi ve yerel yönetimlerin bütün kültür yapıtlarını ve kültür ürünlerini sunamayacağı aşikar olduğu için, daha kapsamlı bu erişimi mümkün kılacak kültür sektörünün üretimi kolaylaştırılmalı, ancak her zaman yukarıda tanımlanan “vatandaşlık hakkı”nın korunacağı biçimde düzenlenmeli.
- Anadolu, Türkiye’den büyüktür. Tarih öncesi çağlardan günümüze kadar bu topraklarda yaratılmış kültür yapıtlarının ortaya çıkarılması, korunması, yurtiçinde ve dışında tanıtılması, bilimsel ve sanatsal çalışmalara konu edilmesi ve sektörel ürünlere kaynaklık etmesi için üniversitelerin, yerel yönetimlerin, bakanlıkların, yurtdışı temsilciliklerinin ve sivil toplum örgütlerinin eşgüdümlü çalışması gerekli.
- Arkeoloji bölümleri yeniden açılmalı ve ödenek verilmeli, başlatılmış ve durdurulmuş kazılar sürdürülmeli, yeni kazılar başlatılmalı, bunların tanıtımı ve ziyaretçiye açılması sağlanmalı.
- Yayıncılık sektörünün temel sorunu, yeterince insanın yeterince kitap okumaması. Bu sorunun temel çözümü de okul öncesi çağdan başlayarak okuma ihtiyacının (sevgisinin değil, alışkanlığının değil, ihtiyacının) yaratılmasından geçiyor. Bunun ardından bu ihtiyacı karşılayacak merkezi ve yerel yapıların kurulması, var olanların geliştirilmesi, buna paralel olarak da kitapçıların ve yayıncıların desteklenmesi gelebilir.
- Bu temel ilkeler ışığında baktığımızda görüyoruz ki kültür yapıtı yaratanların kalitesi, kültürün kalitesini belirliyor, tıpkı öğretmenlerin kalitesinin eğitim kalitesini belirlediği gibi. Vatandaşların yaşamını iyileştirmek için kültür ne kadar önemliyse, yapıtları yaratanların kendilerinin yerel ve evrensel kültüre vakıf olmalarını sağlamak o kadar önemli. Kültür ürünlerinin nitelikli bir biçimde üretilmesini sağlayan sektör çalışanlarının emeklerinin karşılığını alması, haklarının korunması, kişisel ve profesyonel gelişimlerinin sağlanması aynı nedenle önemli.
- Türkiye’nin kültür yapıtları ve ürünleri dünya kültürüne eklemlenmeli, bunun için uluslararası kültür enstitülerimiz çok daha iyi örgütlenmeli, çağdaşlaşmalı, Türkçenin yabancı dil olarak öğretilmesine ağırlık verilmeli, yabancı ülkelerin kültür kurumlarıyla işbirlikleri desteklenmeli. Bunun iki yönlü bir trafik olduğu unutulmamalı, dünya sanatının da Türkiye’de dolaşıma daha iyi girebilmesi için sanat kurumları desteklenmeli.

Yayıncılık sektörü özelinde bazı sonuçlar
- E-kitap yayıncılığı bir devlet politikası olarak desteklenmeli, özendirilmeli, okul çağından itibaren okullarda kullanılmalı.
- Selüloz ve kağıt üretiminin yurtiçinde gerçekleştirilmesi teşvik edilmeli, buna uygun tarım ve endüstri politikaları geliştirilmeli.
- Kültür ürünlerini nihai tüketicilere taşıyan bağımsız yapıların (kitapçılar, küçük galeriler, yerel tiyatrolar, sinemalar, konser mekanları vs) ekonomik açıdan korunması sağlanmalı. Bu bakkalın süpermarkete karşı korunmasından farklı bir şey; kitapçılar okuma kültürünün bir parçası ve onu yaşatan en önemli unsurlardan biri. Kitapçıların e-kitap politikalarıyla uyumlu hale getirilmesi için de projeler geliştirilmeli. Bağımsız kitapçıların ortak online platform kurmaları teşvik edilmeli. Online satış indirimlerinin oranı sınırlandırılmalı.
- Üniversite yayıncılığı desteklenmeli.
- Yayıncılık sektöründe sayı yok çünkü ölçüm yok. Sektör büyüklüklerini ve yönelimlerini doğru saptayabilmek ve buna uygun özel ve kamusal politikalar geliştirebilmek için hangi kitabın hangi kanaldan kaç adet sattığını sağlıklı bir biçimde saptayan ve raporlayan Nielsen Bookscan gibi bir sistem kurulmalı.
- Meslek okulları ve üniversite lisans programları düzeyinde mesleki eğitim yapılandırılmalı.
- Türk yazar ve çizerlerin yurtdışında varlık gösterebilmesi için çeviri, tanıtım ve yayın destek fonları oluşturulmalı, yurtdışındaki Türk kültür kurumlarının yıllık etkinlik programlarına dahil edilmeli, “residency” programları oluşturulmalı ve yabancı yazarların (ve sanatçıların) Türkiye’de, Türk yazarların (ve sanatçıların) yurtdışında 1-3 aylık sürelerle kalıp yapıtları üzerinde çalışmasına, bunu yaparken çevreyle etkileşim kurmasına olanak sağlamalı.
- Telif stopajı kaldırılmalı, telif sahiplerinin serbest meslek sahibi olmaları ve fatura/fiş kesmeleri kolaylaştırılmalı, vergi işlemleri sadeleştirilmeli.
- İşlemeyen bandrol uygulaması kaldırılmalı, ISBN üzerinden matbaaların üretim bilgilerinin telif sahiplerinin erişimine açılacağı bir e-devlet uygulamasına geçilmeli.

29.6.20

bu resmi kim yaptırdı?

 

fikir yürütmek serbest: bence soldaki kişi, fatih'in 1479'da yendiği ve barış imzaladığı venedik doga'sı giovanni mocenigo'nun oğlu leonardo. tablo, antlaşmanın hemen ertesinde yapılmış olabilir.

cem sultan olma ihtimalinden söz edilse de fatih'in büyük oğlunu değil küçük oğlunu resme almasını açıklamak zor. ayrıca cem sultan'ın sağ kulağında deformasyon olduğuna dair hiçbir tarihsel bilgi yok.

tablonun yapıldığı dönemde çok yaşlı olan mocenigo (71 yaşındaydı), oğlunun geleceğini garantiye almak ve fatih'le arasında güçlü bir bağ kurmak istemiş olmalı.

aynı kaygı, leonardo'nun giysisini de açıklayabilir: fatih'in italya'ya yönelik hırsının farkında olan mocenigo, venedik'in ya da genel bölgenin osmanlı yönetimi altına girmesi ihtimaline karşı böyle bir hamle yapmış, oğlunu fatih’le “aynı karede” ve uyum içinde göstermek istemiş olabilir.

16. yüzyıldan 18. yüzyıla dek avrupa'yı saran "turquerie" modası, tam da böyle bir şeydi - avrupa aristokrasisi, osmanlı'nın giyimini taklit etmeye bayılıyordu çünkü osmanlı'nın gücünden hem korkuyor, hem de etkileniyordu.

resmin bellini'ye ait olmadığı anlaşılıyor, hatta resmi yaptıran da fatih değil, doğrudan mocenigo olabilir. bellini'nin atölyesine kendisi için sipariş vermiş olması ve var olan fatih resminden yola çıkılarak oğlunu kompozisyona dahil ettirmiş olması mümkün. açıkçası fatih’in bu resimden haberi olduğunu sanmıyorum – roma imparatorluğu’nun “caesar”ı (kayzeri) unvanını almış birinin, tıfıl bir oğlanla aynı boyda, aynı yükseklikte resmedilmeyi kabul edeceğini düşünmek abes olur.

dolayısıyla buradaki asıl soru, "resimdeki kişi kim?"den ziyade, "bu resmi kim yaptırdı?" olmalı. bu sorunun yanıtı, ilkinin de yanıtına işaret edecek.

14.4.20

kilgore trout kahvaltıda ne yerdi?


  



Corona bu duruma ne der bilemiyoruz ama bu yıl Kurt Vonnegut'un üç kitabının yeni çevirisi çıkacak Can Yayınları'ndan; Mezbaha Beş Hamdi Koç çevirisiyle, Kedi Beşiği de Mahir Ünsal Eriş çevirisiyle. Ben de 1988'de çevirmeye koyulduğum ama hiç içime sinmediği için yarıda bıraktığım Şampiyonların Kahvaltısı'na yeniden giriştim. Çeviri geçen cuma bitti, kontrol okumasından sonra editörüne gidecek. Bu sefer daha iyi oldu bence.

Şampiyonların Kahvaltısı beni o dönemde Tutunamayanlar kadar eğlendirmiş ve etkilemiş kitaplardan biriydi. Vonnegut'un yalın dili ve dalgacı hallerinin altına gizlenmiş sonsuz hüzün, kitabı bu kez çevirirken çarptı, ilkinde etkilenmemiştim sanıyorum.

Kitap Kilgore Trout'la Dwayne Hoover'ın karşılaşmasına giden süreci anlatıyor hesapta, biliyorsunuz. Vaktiyle Kitap-lık dergisine Kilore Trout için ufak bir yazı yazmıştım, bu vesileyle onu paylaşayım.

***


Kilgore Trout – Bir Kahramanın Yaşamı ve Yapıtı


Kilgore Trout'un 
bilinen iki fotoğrafından biri


Venus on the Half-Shell



Lisedeyken Kurt Vonnegut’u (aslında K.V. Junior demek gerekir, ama bizde bu Jr. takısı hep görmezden gelindi) keşfetmiş ve çok heyecanlanmıştım. Bir yanıyla, Woody Allen’a bayılan biri söz konusu olduğuna göre şaşırtıcı değildi bu, ama Vonnegut eğlenceli bir romancıdan fazlasıydı benim için – roman kurgusu konusundaki olanaklara dikkatimi çeken ilk yazar oydu. Romanlar arası bağlantılar kurmayı da sanırım ondan öğrendim – ilk kez God Bless You, Mr. Rosewater’da ortaya çıkan, Slaughterhouse-Five’ta görünen, Breakfast of Champions ve Timequake’te başrollerden birini üstlenen bilimkurgu yazarı Kilgore Trout, bu “teğel”in ana unsuruydu elbette. Matrak bir adamdı Trout, Enis Batur’u bile kıskandıracak bir yazınsal üretimi olmasına karşın yapıtlarının çoğu yayımlanmamıştı; yayımlanan öyküleri de ucuz porno dergilerinde, anlamsız çıplak kadın illüstrasyonları eşliğinde okuyucunun karşısına çıkıyordu. Metafiziğe meraklıydı; Vonnegut’tan öğrendiğim kadarıyla kısa bölümlerden oluşan, grotesk karakterlerle dolu, hafif tertip felsefe paralayan şeyler yazıyordu; en sevdiği numaraysa, varolmayan şairlerden alıntı yapmaktı.

Kimilerine göre Trout, Vonnegut’un alter egosuydu; aynı endişeleri, aynı bilimkurgu sevgisini, aynı evren merakını paylaşıyorlardı. Bilemem; kendisiyle dalga geçmek için de yaratmış olabilirdi bana kalsa.

Fiziksel olarak neye benziyordu Trout? Vonnegut şöyle anlatıyordu:

“Ceset torbasını kimin icat ettiğini bilmiyorum. Ama Kilgore Trout’u kimin icat ettiğini biliyorum. Ben.

Dişlerini çarpık çurpuk yaptım. Saç verdim, ama ak düşürdüm. Taramasına ya da berbere gitmesine izin vermedim. Saçlarını iyice uzattım ve düğüm düğüm yaptım.

Evrenin Yaratıcısı, acınası bir ihtiyar olduğunda babama nasıl bacaklar vermişse ben de ona öyle bacaklar verdim. Soluk beyaz süpürgeler gibiydiler. Kılsızdılar. Şahane varis desenleriyle bezenmişlerdi.”

Breakfast of Champions’da Kilgore Trout’un akıl sağlığı alanında bir öncü olduğu, kuramlarını bilimkurgu kisvesi altında öne sürdüğü anlatılıyor. 1981’de öldüğünde mezarına dikilen taşı Vonnegut eliyle çizmişti kitapta; üstünde, Trout’un ölümünden önce bitiremediği iki yüz elli dokuzuncu romandan bir alıntı vardı: “Ancak fikirlerimizin insancıllığı ölçüsünde sağlıklıyız.” Dahası da var: romanın sonuna doğru Vonnegut olaya dahil olmaya ve Trout’un karşısına çıkmaya karar veriyor! Yazmaya meraklı liseli bir genç için ne kadar ufuk açıcı bir fikir olduğunu tahmin ediyorsunuzdur bunun. Belki de “Tanrıların da Burnu Kaşınır” adlı öykümün esini buradan geliyor.

Trout’a dönelim. Bu romanın yayımlanmasından sonra işler karışıyor. Philip José Farmer adlı bir bilimkurgu yazarı tutup Kilgore Trout adıyla bir kitap yazıyor: Venus on the Half-Shell. Kitabın başında ayrıntılı bir yazar biyografisi var – 1907’de Bermuda’da doğduğunu, babasının oradaki Kraliyet Ornitoloji Derneği’nde görevli olduğunu; Trout’un üç kez evlenip boşandığını, Leo adında Viet Nam gazisi bir oğlu olduğunu anlatan ve yazarın kariyerindeki aşamalara geniş yer veren bir biyografi bu. Zamanında pek çok okur bu kitabı Vonnegut’un yazdığını düşünüyor; gerçek yazarı kısa bir süre sonra ortaya çıkıyor ama. Vonnegut şöyle diyor: “Bu Farmer denen adam bu işe devam edip bir dizi Trout kitabı yazmak istiyordu – anladığım kadarıyla da altı haftada eli yüzü düzgün bir Vonnegut kitabı yazmayı beceriyor. Bay Farmer’ı pek az tanıyorum. Hiç karşılaşmadık, iletişimimizin büyük kısmı da dolaylı yollardan oldu; kendisinden bunu yapmamasını rica ettim. Yayıncımdan da lütfen onun yazdığı Trout kitaplarını yayımlamayı sürdürmemesini istedim, çünkü bu iş beni çok üzmeye başlamıştı.”

Vonnegut’un, kendi oyununa giren bu davetsiz misafirden rahatsız olmasını anlayabiliyorum. Ama bugün Kilgore Trout adını sahiplenmiş onlarca, belki yüzlerce kişi var, her biri ayrı ayrı şeyler yapıyor internette. Trout bir roman kahramanı olmaktan çoktan çıktı; içimizde ve aramızda yaşıyor.





18.2.20

Türkiye’de çok kitap okunuyor mu?

Türkiye’de kitap okuyanların sayısı artıyor mu? Evet, nüfus arttığına göre, artıyordur. Oranı artıyor mu? Bence bu da evet. Yayınevlerinin her yıl sattığı kitap sayısına, yeni yeni kitapevleri açılmasına bakarsak bu böyle. Ne kadar artıyor ve en az nereye kadar artması gerekir? Asıl sorular bence bunlar.

Elde gerçek veriler olmadığını söyleyerek başlamak lazım – elde bulunan iki veriden birisi anket sonuçları (yani doğruluğu ölçülemeyen kişisel beyanlar), ikincisi de bandrol satışları (bu da basılan kitap sayısına eşit olmadığı gibi, satılan kitap sayısına hiç eşit değil). Oysa örneğin Amerika’daki Nielsen gibi doğrudan kitapçı satışlarını kaydeden bir sistem olsaydı, yüzde 80-90 oranında gerçek durumu yansıtan verilere sahip olabilirdik.

Bu durumda bazı dolaylı verilerden yola çıkmak gerekiyor. Can Yayınları’nın yıllık üretimini, internet mağazalarının toplam satışındaki payını, zincir kitapevlerinin toplam satışındaki payını, bu iki grubun da Can Yayınları’nın satışındaki paylarını temel alarak kültür kitaplarını kapsayan oldukça iyi bir tahmin yapmak mümkün. Bunun sağlamasını da kültür yayınları alanında en büyük on yayınevinin yaklaşık cirolarını ve satış adetlerini bildiğimiz için yapabiliyoruz. Benim hesaplarıma göre 2019’da satılan kültür kitabı sayısı 120 milyon adet civarında, pazar büyüklüğü de 180-200 milyon dolar. Kişi başına yaklaşık 1.5 kitap düşüyor demektir yılda (ders kitapları, boyama kitapları, din kitapları, akademik yayınlar, broşürler buna dahil değil). Karşılaştırmak için bazı rakamlar vereyim.

2016’da dünyada kitap sektörü büyüklükleri:



80 milyon nüfuslu Türkiye’nin kitap sektörü, 11 milyonluk Yunanistan’dan daha küçük. Neden? Bunun klasik yanıtı daha az okuduğumuz için. Neden daha az okuyoruz? Bunun da klasik yanıtı kitap pahalı olduğu için. Öyle mi, bakalım.

Kitabın farklı ülkelerde ne kadar pahalı olduğunu karşılaştırmanın yollarından biri, kişi başına düşen harcanabilir gelirle aynı standart üründen kaç tane alınabildiğine bakmak. Bunun Big Mac Menü Endeksi versiyonu yaygın olarak bilinir; ben de benzer bir endeksi kitaplar için geliştirdim: 1984 Endeksi. George Orwell’in bu kitabı hemen her ülkede yayımlanıyor ve çok satıyor, dolayısıyla oldukça standartlaşmış bir versiyonu her ülkede var. Çeşitli ülkelerde satın alınabilen 1984 adedini şöyle karşılaştırabiliriz:

İngiltere: 2701
Fransa: 3237
Yunanistan: 1815
Türkiye: 2949

Yani Türkiye’de kitap Yunanistan'dan ve İngiltere'den daha ucuz, Fransa'dan biraz daha pahalı. Demek ki meselenin özünde kitabın pahalı olması yatmıyor. Meselenin özünü daha iyi anlatabilmek için bir karşılaştırma daha yapayım: Harcanabilir kişisel gelire göre kitaba yapılan harcama oranı. Yani çeşitli ülkelerde insanlar, gelirlerinin kaçta kaçını kitaba harcıyor?



Bu tabloya baktığımızda görüyoruz ki biz örneğin Yunanlılardan tutar olarak kitaba çok daha az harcamakla kalmıyoruz, gelirimizden pay olarak da çok daha azını kitaba ayırıyoruz. Batı ülkelerinin birçoğunda kütüphaneden kitap okuma alışkanlığı da bizdekinden çok daha fazla, yani yukarıdaki harcama oranlarının işaret ettiğinden daha büyük bir fark var arada.

Dijitalin bu tablodaki rolü çok önemsiz Türkiye’de. Basılan kitap sayısıyla dijital yayımlanan kitap sayısı (başlık olarak) yıllara göre şöyle karşılaştırılabilir:




Yani 50-60 bin başlığın basıldığı yerde bunun ancak onda biri kadar dijital başlık yayımlanıyor. Adet olarak satışlar daha da düşüktür bence. Yayınevleri bu konuda muhafazakar ama okur da isteksiz, çünkü dijital kitabın kendisi ucuz olsa bile okumak için gerekli cihazlar ucuz değil, kolay bulunmuyor, tasarımları iyi değil vs.

Dolayısıyla şu sonucu çıkarıyorum: Kitap almaktan hoşlanmıyoruz. Bu da bir kültür meselesi – aileyle çözülür, okulla çözülür, devletle çözülür. Çözmek istedikten sonra çözülür. Ama gidecek yolun çok olduğunu bilmezsek (bence en az 6-7 kat büyümeli sektör ve dolayısıyla kişi başına düşen kitap sayısı) çözülmez; ne kadar da çok bandrol satılıyor ve satılan bandrol sayısı ne de güzel artıyor diye kendimizi avutursak çözülmez. Yayıncılar olarak kendimizi mühim hissetmek ve mühim göstermek için sektörün büyüklüğünü şişirirsek de çözülmez.