30.9.11

serçe

ismail'e.


Serçe gerçek bir İstanbulluydu – cesurdu bir kere, cesaret de buradaki en önemli malzemeydi. Yeni gelen herkes, şehirde geçirdiği ilk gece bir ses duyardı – “Cesur musun? Burada olacak, burada kalacak, buradan kaçmayacak kadar cesur musun?” Korkulan şey herkes için farklıydı – bazıları şehrin hızından, bazıları yaklaşmakta olan felaketten, bazılarıysa şehrin zamanını onlarla birlikte kateden yolcu kardeşlerinden korkardı. Bu soruya içtenlikle evet diyebilenler kalabiliyordu şehirde, o sesi de artık duymaz oluyorlardı. Belli ki serçe bu sınavı uzun zaman önce başarıyla vermişti. Yanıbaşındaki martının kanat açıklığından ya da güvercinin ciğer dolusu guklamasından zerrece çekinmiyordu. Kedileri, köpekleri kolayca dehşete düşüren karganın karanlık zekası bile etkilemiyordu onu. Serçeyi yerdeki kırıntıları gagalarken görebilirdiniz – çay bahçesi olabilirdi burası, bir yan sokak ya da iskele de olabilirdi; çevresindeki diğer kuşlara, aslından daha büyük boyutta, şüpheli birer sanat yapıtı muamelesi yapıyordu, saygı gösteriyor ama aslında hiç ilgilenmiyordu. Zeki olmasına zekiydi –bunu anlamak için gözlerine bakmak yeterdi- ama yine de bir incinirliği vardı; yuvasını, şehirde yaşayan insanların balkonlarına yapma riskini göze alıyordu. Tuhaftı bu – örneğin martılar, ancak suyun üstünde uçarken, atılan lokmaları yakalamak için vapurların peşinden giderken yaklaşıyordu insanlara – orası onların bölgesiydi. Kargalar damları yeğliyordu, yukarıdan attıkları cevizleri almak için iniyorlardı aşağıya yalnızca. Güvercinlerse yerdeyken mutlaka büyük gruplar halinde oluyordu – onları besleyenleri bir güruh olarak karşılıyorlardı. Oysa serçe, tek başına dolaşmaktan hiç çekinmiyordu. Kalbi hızlı hızlı atıyordu elbette, ama işte orada, yan yan size bakarken görebiliyordunuz onu; bu kalp atışı, cesaretine bir miktar korkunun bulaşmış olabileceğini düşündürüyordu insana, ama bu, bakanda yarattığı sevecenliğin yansıması da olabilirdi. Diğer bütün kuşlar, İstanbul’un gerçek sahibi olmakla övünüyordu, ama mezar taşına bu yazıyı yazdırmayı yalnızca serçe hak ediyordu, serçeden başkası değil.

29.9.11

diyanet memurları işsiz kalır mı?

"yeraltından banknotlar" başlıklı yazımın bir yerinde şöyle demiştim:


"Bu açıdan, toplumsal hassasiyetlerin tarihsel süreçte değişmesi, yeraltının içeriğini de değiştirecektir.

Türkiye örneğine bakacak olursak: açık cinsellik, gay-lezbiyen yaşantılar, Kürtler ve sorunları gibi içerikler, bitmek bilmeyen mehter yürüyüşüne rağmen, yeraltından epeyce çıkmış durumdadır, kafasını aşağı bastırmak isteyenler hala varsa da belli bir alan kaybından (yeraltı açısından bakarak konuşursak) söz edilebilir.

Buna karşın din, yeraltına giden merdivenlerden biri olmayı hala sürdürmektedir Türkiye’de: eskiden koyu dindarlık yeraltına götürürken, bugün dinsizlik vardır o basamakların yerinde; bir roman kahramanının “Allah filan yok oğlum, kekliyorlar sizi” gibi masum bir repliği bile, ciddi riskler barındırır ve bu riskler, elli yıl öncesinde olduğundan fazla bile olabilir."


başbakan erdoğan'ın ünlü sözlerinden biridir, bdp bağlamında dediği gibi, "ben demiştim": bahadır baruter, bir karikatürü yüzünden, bir yıl hapis istemiyle mahkemeye verildi - karikatürde namaz kılanlardan biri cep telefonuyla allah'ı arıyor ve rekat indirimi rica ediyor (alıyor da); arka plandaki sütunlardan birinde, arapça yazıların arasında "allah yok, din yalan" yazıyor. şikayetçiler kim? bazı vatandaşlarla türkiye diyanet ve vakıf görevlileri sendikası. "allah yok, din yalan"sa, diyanet ve vakıflarda çalışanların iş güvenliğinin tehlikeye gireceği, hatta düpedüz işsiz kalacakları aşikar. dolayısıyla bu davanın açılması gayet normal. davada tanık olarak kimlerin dinleneceğini, bilirkişinin kimlerden oluşturulacağını merak ediyorum asıl. stephen hawking gelir mi?

27.9.11

kötü kitap yoktur, az editörlük vardır

g yayın grubu'nun yeni yayın döneminde, bir yıl sürecek reklam kampanyasının ilk atışı.

25.9.11

7'de 20

 

ilk romanım 7'yi 1991 yılında yazdım, sipariş üzerine: bir film senaryosu istenmişti benden, ben de hakan adlı bir karakterimin kronk adlı gizli bir din örgütüyle matrak başlayıp (adamlar 7 sayısına tapan ve kaşığı sol elle tutturtan bir ekipti) tatsız sonuçlanan hikayesini önermiştim; yönetmen adayı ve yapımcılar öneriyi beğenince de yazmaya koyulmuştum. lakin bir süre sonra hiçbirinden ses çıkmaz olunca, ben de çark ettim ve romana döndüm. zaten her halinden de bellidir, "filmsel" bir olayı vardır 7'nin. tabii zaman içinde bu durum çeşitli genç yönetmenlerin ve sinema mezunlarının gelip "abi bu filmi yapalım" demelerine neden oldu. nedense hiçbiri sonuçlanmadı (gerçi enis üçer hala arada mail atıp "yapacağız az kaldı" diyor, bayram tebriği gibi alıyorum ben), en son ozan açıktan niyet etmişti, vazgeçirttim, yeni bir şey yapalım dedim, iki yıldır o yeni şeyle uğraşıyoruz - adı önce turnkey, sonra gözlerinde elli sebep, en sonundaysa silsile oldu, ama iş ciddiye binmiş durumda, galiba olacak.

her neyse, 7'yi yazmayı bitirdim, yayıncı avına giriştim. önce remzi'ye yolladım, erol erduran sağolsun "sevişme sahneleri"ni ağır buldu, hapse giremem bu yaştan sonra diyip pas geçti. ben de o sıralarda yayıncılığa bulaşmış ve daha önce de noktanın kesişimleri antolojisi'nin arka kapak fotoğrafını çekmesi hasebiyle tanışıklığım olan kaan çaydamlı'ya verdim dosyayı. altıkırkbeş kitabı yayımlamaya istekli oldu, ama o dönem yine bir sansür furyası vardı, kaan da çok rahat edemedi; kültür bakanı'na mektup yazmaktan, kitabı yunanistan'a bastırmaya kadar çeşitli seçenekler düşündük, sonunda da "koy rahvan gitsin" demeye karar verdi kaan, 1992 aralık'ında kitap piyasaya çıktı. bu oyalanmalar sırasında ben ikinci romanım suç ve ceza'yı yazıp yapı kredi yayınları'na vermiştim,  ilk romanımdan bir ay önce, kasım 1992'de, ikinci romanım çıktı.

7'yi beş yaşına girdiğinde iyişeyler - ishak reyna, on yaşına girdiğindeyse okuyanus - cem mumcu bastı. geldik 20. yaşa; bu yılın aralık ayında yirmi yaşına basıyor kitap. doğrusunu söylemek gerekirse gençlikle malul bir romandır, ama insan yaşlandıkça duygusallaşıyor işte. kitap bir tilkilik yaptı, kürkçü dükkanına döndü; yine altıkırkbeş yapıyor bu yıldönümü baskısını. ufak tefek bazı güzellikler düşünüyoruz  (who the fuck is) erol egemen ve kaan ve şenol'la.

ben de dedim ki bu arada, romanda adı geçen parçaları soundtrack mantığıyla bir araya getireyim, meraklısı vardır belki. buyrun youtube'a:

http://www.youtube.com/playlist?list=PLA04FAB6ADEB8BCBD

hazır gitmişken, kaybedenler kulübü'nün selamına aleyküm:





23.9.11

Borges Yok, Casares Yok, Auschwitz Hiç Olmadı, Burası da New York Değil*...

“Şehre yeni bir arşivci geldi,” demişti Deleuze, Foucault için – kıyıda köşede kalmış metinleri ve yazarları odağına yerleştiren bu “arkeolog”, cinselliğin, kapatılmanın, deliliğin, gücün tarihini bir de öyle yazdı, s/m bir şekilde güldü ve öldü. İlk heyecan dalgası geçtikten sonra, Foucault’nun yeterince kitap okumadığı, pek çok şeyden haberinin olmadığı, dersini iyi çalışmadığı, önemli bazı konularda alenen ofsayta düştüğü ve tarihçiliğinin epey su götürdüğü, ciddi ve gayriciddi kişiler tarafından söylendiyse de, olan olmuştu: kumpas teorilerine inanmaya dünden teşne olan yalnızca biz Türkler değildik. “Gerçek” bellenen şeylerin “hikaye “ çıkması herkese garip bir zevk veriyordu artık.

Jorge Lois Borges ve Adolfo Bioy Casares konusu da böylesi bir zevkin yataklığını yapıyor. Konu biraz karışık, ama sanırım altından kalkabileceğim: görünüşe göre JLB ve ABC, Arjantinli iki yazar; ilki ikincisinden on üç yaş büyüktü ve 1986’da öldü; ikincisi hâlâ yaşıyor ve geçenlerde New York’ta bir söyleşiye konuk olarak katıldı. Borges Yok kitabının yazarı Gerhard Köpf’e göreyse Borges sıradan bir aktördü ve onu bir yazar olarak Casares yaratmıştı, Borges’in yazdığını sandığımız herşey Casares’in kaleminden çıkmıştı aslında. Bir başka kampsa, henüz kitaplaşmamış olsa da tam tersi iddiayı savunuyor: böyle numaraları çok severdi Borges, ficciones bunlarla dolup taşıyordu, kimsenin tanımadığı Casares’le anlaşıp onun adına kitaplar yayımlamış olduğunu ve pek eğlendiğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi.


İşin kötüsü bu iki yazar aynı zamanda iki iyi dosttu da – Borges, Buenos Aires’te her gece Casares’i görmeye gittiğini, ABC’nin genç yaşına rağmen kendisinden daha iyi bir yazar olduğunu, ondan çok şey öğrendiğini anlatırdı. 1930 yılında, Borges 30, Casares 17 yaşındayken, Casares’in müstakbel kaynanası Victoria Ocampo’nun evinde tanışmışlardı. Casares’in söylediğine göre Borges daha o zamanlar iyi göremiyordu ve o gece bir lambaya çarpıp devirmişti. Bir gün süt fabrikası sahibi bir akrabası Casares’ten bir yoğurt broşürü yazmasını isteyince ABC bu işi birlikte yapmalarını önerdi JLB’ye ve Arjantin edebiyatının en büyük yazarlarından ikisi, yoğurt reklamı yapar buldular kendilerini (milli yiyeceğimizin Kuzey Amerika’ya girmesinde de Mark Twain’in parmağının olduğu söylenir). Canları sıkılıyordu tabii –termofil ve asidofil adlı iki bakterinin başrolü oynadığı bir öyküyü yazmak haliyle çok ilginç değildi– ve eğlenmek için örneğin yalnızca L harfiyle başlayan sözcüklerden oluşan bir sone gibi şeyler yazmaya yöneldiler. Bustos Domecq macerası da böyle başladı.


Bustes, Borges’in büyükdedesinin adıydı, Domeca da Casares’in – ortaklaşa yazdıkları polisiye öyküleri Honore Bustos Domecq olarak imzaladılar. Bu çalışma hakkında Casares, “Aramızda kendini beğenme ya da bencillik gibi şeyler yoktu,” diyordu, Borges ise birlikte yazarlarken kendi benliklerini unuttuklarını, hangi sözcüğün kime ait olduğunu düşünmediklerini, utanç ve gurur oyunlarına yenik düşmediklerini söylemişti.


Ben kendi hesabıma hep Casares’in “olmadığından” işkillendim, Morel’in Buluşu’ndaki ayna oyununun, ABC’nin gerçek kimliğini ele verdiğini düşündüm. Dolayısıyla 82 yaşındaki Casares’in New York’a geldiğini ve bir söyleşiye katılacağını duyunca, İspanyol arkadaşım Julio ile İspanyol Evine gitmek ve olayı yerinde gözlemlemek farz oldu. Önce bir video filmi gösterildi: “Ben bir yurtseverim,” diyordu yazar, Rincon Viejo’daki gençlik günlerini anlatırken – toprak sahiplerinin kolay yaşamı. “Tek işim ata binmek ve kitap okumaktı.” Çiftlikteki köpekleri nostaljiyle anıyordu Casares, “bana çok yardımcı olan bir arkadaş” dediği babası ve “kendisini güçlü hissetmesini ve benmerkezciliğini yenmesini sağlayan” annesinin yanısıra. Baba, Adolfo’ya Arjantin şairlerini okurmuş, anne ise evden kaçan, bir süre sefalet  çeken ve her seferinde geri gelen karakterlerle ilgili hikayeler anlatırmış. Casares’in hatırladığı şeyler arasında Mısır ve Filistin’e gidişi, özellikle de annesinin triptik aynasını bulduğu gün vardı. Morel’in Buluşu’na giden fikrin buradan doğduğunu anlatıyordu, fantastik dünyalar yaratma yeteneğinin de kaynağı olarak belirliyordu bu aynayı. (“Casares çok güzel roman ve öyküler yazar,” demişti Borges, “hepsinde fantastik bir yan vardır.”)


Buenos Aires’teyken Quintana 174’te yaşıyorlardı – mahalledeki insanlarla arkadaştı, basit bir yaşamı vardı, yüksek burjuvaziden olabildiğince uzak duruyordu. Kadınlarla ilk ilişkisi de burada başladı – onlarla öpüşmüş, ama hiç sevişmemiş. O sıralarda babası, genç yazarın ilk kitaplarının yayımlanmasını sağladı, parasını vermek suretiyle – Adolfo’nun bundan haberi yoktu, “hepsi kötü kitaplardı” dediği yapıtlarının yayımlanmasında babasının parmağının olduğunu ancak o öldükten sonra öğrenmiş, hiçbir zaman teşekkür edememişti. “Sorunlarımı çözmek için, terapi olsun diye yazardım, yazar olmak gibi bir niyetim yoktu,” diyordu Casares, niyeti atlet, boksör ya da tenisçi olmaktı. Ocampo’nun evinde Borges’le tanışması bir dönüm noktası olmuştu.


 “Yazacaksan yayıncı, avukat, çiftçi olma, yazar ol, yaz, o kadar,” demişti Borges ona. Dostlukları, kendilerine ait bir dil yaratacak kadar ilerledi – konuştuklarını kimse anlamadığı için kıs kıs gülen biraz geçkince iki oğlan çocuğu. Borges’le birbirlerine manuscript’lerini göstermiyorlardı hiç, yalnızca basılan kitaplarını. Rincon Viejo’da sık sık bir araya geliyorlardı – “Borges ata binmeyi bilmiyordu,” diyor Casares, “bir tarafından binip öbür tarafından düşüyordu.”


Casares’in kadınlar ve edebiyat dışındaki en büyük tutkusu sinemaydı. Annesi ona hep, şişman ve kocaman olmak istemiyorsa sinema salonlarından uzak durmasını söylerdi, ama Adolfo onun da sık sık sinemaya gittiğini biliyordu. Bir ara fotoğrafa da merak sardı, ama asıl derdi daha ziyade kadınlardı – “Kadınları sevmediğim gün yaşamı da sevmeyeceğim,” diyordu yaşlı yazarın ekrandaki sesi. Tek arkadaşı Borges’ti, ama sevgililerinin çetelesini tutmaktan erken vazgeçmişti. Porteno’da dansçı olan bir kadını sevdi, ama çok gençti Casares, elde edemedi dansçıyı. Ünlü oyuncu Louise Brooks’a aşık oldu, ama onu da elde tutamayacağına karar verdi, beyazperdeden değil, gerçek yaşamdan bir sevgili bulmaya yöneldi. Silvina Ocampo oldu bu, Victoria’nın kızı. Nikah şahitliğini Borges yaptı. Evlendikten sonra karısını sık sık aldattı Casares – şimdi, anlatırken, acılı bir pişmanlık. Filmin sonunda, yaşamın sonu hakkında düşündüğünü söylüyor: kaçınılmaz, öngörülemez ölümü beklerken yaşama ihtirasıyla parlıyor ufak gözleri, “koşullarına bakmadan imzalardım bir sonsuz yaşam sözleşmesini.”


Film bitince Casares’in kendisi geliyor, en azından herkesin Casares muamelesi yaptığı biri. Arabadan zorlukla iniyor, koridorlarda zorlukla yürüyor, ağır ağır çıkıp iniyor merdivenlerden. Oditoryuma girdikten sonra bazı insanlarla konuşuyor. Sakin değil, huzurlu değil, çünkü –sanki– bu gülümseyen, yumuşak tavırlı insanlar onu kaçırmış. Onu kurtaracak bir ayna oyunu yok şimdi. Casares olmaya mahkûm edilmiş biri bu, gardiyanları tarafından zorla insan önüne çıkartılıyor adeta. Edebiyat efsanesini ayakta alkışlayan insanların arasından yürüyüp podyuma çıkmaktan başka seçeneği yok – olanlardan hiçbir şey anlamıyormuş gibi. Kollarına girmiş adamlardan kaçabilir belki, ama kaderine razı olmuş bir şekilde kürsüye ilerliyor; sonra kameralar, fotoğraf makineleri – beklenen ama ani flaşlar beynini uyuşturuyor belli ki. Diğer konuşmacılarla el sıkıştıktan sonra kare biçimli yuvarlak masaya oturuyor, derin mavi gözlerini üzerime çeviriyor. Parçalayıcı bakışlarında yılların ağırlığı ve deha okunuyor.


Konuşma başlıyor. Figüranlardan biri alıyor sözü, Casares’le nasıl tanıştığını anlatıyor:  yirmi yaşındaymış ikisi de; bir diğeri Borges ve Casares’le bir toplantıda tanışmış, tek kelime edememiş heyecandan – yıllar sonra o açığı kapatıyor. Konuşturmuyorlar Casares’i.


“Şimdi Adolfo’ya bir soru soracağım,” diyor yönetici ince bir sesle ve yarım saat sürmüş laf ebeliklerinden sonra. “Anılarınızı neden yayımladınız? Kendi zevkiniz için mi, okuyucular için mi?”


“Aslına bakarsanız –” diye başlıyor Casares. “Peki ya siz Marcelo, Adolfo’yla çalışmak nasıldı?” “Büyük bir fırsattı... Olağanüstüydü. Bir yaşamı anlatmak arrogant bir olay.” Yönetici yeniden konuşmaya başlıyor, Casares’e dönerek. “Eminim Borges’le dostluğunuz hakkında pek çok soru sorulmuştur size, bunu yapmayacağım. Bize ‘Miriam’ın ne olduğunu anlatır mısınız?”


“Porno filmlerin gösterildiği bir sinemaydı. Orada çalışan kadınlar vardı, bir koltuktan diğerine koşarlardı, hangisi daha çok müşteri kapacak diye yarışırlardı.”


“Bu kadınlar sinemada mı icra ediyordu sanatlarını, dışarıda mı?”


“Dışarıda elbette, dışarıda.”


Sonra Marcelo, Casares’in daha az bilinen öykülerinden biri hakkında konuşmaya başlıyor, “Hatırlıyor musunuz?” diye soruyor; “Hayır,” diyor Casares, “siz benden daha iyi bilir gibisiniz yazdıklarımı.” Kaçırıcılardan bir başkası söze girip Morel’in Buluşu hakkında uzun ve aptalca bir yoruma girişiyor, konuşmasının ortasında Casares RAI ile Roma’da yaptığı söyleşiyi anlatmaya başlıyor; arabadan inerken pantolonu yırtılmış, çekime öyle gitmiş – bembeyaz bacaklarını saklamak için kameraya karşı ne cambazlıklar yaptığını anlatıyor.


İzleyici sorularına geliyor sıra. “Profesör [sic], gerçek şu ki bu benim için çok ayrıcalıklı bir an, sizinle birlikte olduğum, sizi çok yakından dinleyip izleyebildiğim için, her ne kadar lenslerimi evde unuttuysam da. Size somut ve doğrudan bir soru sormak istiyorum Gabriel Garcia Márquez hakkında, geçen yıl ya da önceki yıl Nobel Ödülünü kazanmıştı biliyorsunuz, bu kültürel ortamda, Jorge Lois Borges’in adının da geçtiği bu ortamda, onunla da uzun yıllar önce Buenos Aires’te tanışma ayrıcalığına erişmiştim ve paradoksal bir şekilde yurttaşım Márquez’le henüz tanışmamıştım ve herhangi bir kişisel garez olmaksızın, ödülün Borges’e verileceğini umuyordum. Çünkü benim için o edebiyatın en büyük değerlerinden biriydi, Latin Amerika ya da İspanyol-Amerikan edebiyatının değil, evrensel edebiyatın. Yurttaşım Márquez’in adını duyduğumda kafam tümüyle karıştı, çünkü ikisinin büyüklüğü birbirinden çok farklıydı. Ödülün Márquez’e verildiğini duyduğumda, ki onu pek tanımıyordum, epey kızdım, Borges’in, ki onu gayet iyi tanıyordum, hakkının yendiğini düşündüm. Onun kazanmasını bekliyordum. [Duruyor] size o yüzden sormak istiyorum: bu durumla ilgili fikriniz nedir şu anda?”


“Márquez’le Borges’in büyük yazarlar olduğuna ve ikisinin de ödülü hak ettiğine inanıyorum.” Alkış. Eğer Borges aslında Casares’se, kendi kendinden söz ediyor şu anda. Değilse alçakgönüllülük ediyor; kendisi de değilse alçakgönüllü numarası yapıyor. “Márquez’le Meksika’da tanıştım, sonra yapıtlarını okudum ve büyük bir romancı olduğunu gördüm.”


“Victoria Ocampo’yu bütün yazarlar ziyaret ederdi. Yazar olmak isteyen herkes oraya gitmek zorundaydı.”


“Boswell, Poe, Stevenson ve Borges’ten etkilendim.”


“Borges’in İngiliz Edebiyatı Derslerinin nasıl olduğunu bilmiyorum, çünkü derslere hiç girmezdim. Ama İngiliz edebiyatına duyduğu büyük sevginin bütün yapıtlarında görülebildiğini düşünüyorum.”


“Yapıtlarından uyarlanan filmlerin çoğunu sevmedim. Yönetmenlerle korkunç kavgalar ederdim... En sevdiğim film Omnibus oldu, öykülerimden film yapılacaksa böyle yapılmalı.”


Bir sessizlik. Yönetici “Burada bırakalım,” diyor, “gelen herkese ve özellikle Adolfo Bioy Casares’e çok teşekkürler.” Alkış. Hemen ardından iki adam Bioy’un kollarına girip dışarı çıkartıyor, kafasını bir arabanın kapısından içeri sokuyor. Casares içerinden bana bakıyor, ama yapabileceğim bir şey yok; o da biliyor bunu. Yıllarca Casares’i oynamış bu adamın, her an oyunbozanlık edebileceğinden endişeleniliyor anlaşılan, gardiyanlar da hemen arabaya biniyor ve ihtiyarı aralarına alıyorlar çünkü. Borges’in adamları olmaları da muhtemel tabii. Birden içim daralıyor ama. Yüzü bile Borges’e benzeyen bu adamın Casares, Borges’in de Borges olduğunu, ikisinin de kendi kitaplarını kendilerinin yazdığını söylemek ve kestirip atmak istiyorum. Oyun fazla uzayınca ağırlaşıp usandırıyor. Auschwitz’e önce göz yuman, ardından da Auschwitz’in hiçbir zaman olmadığını söyleyenlere kuramsal zemini hazırlayan bu çağdan fena halde sıkılıyorum bazen.


 * Julio Bacquero Cruz ile, 1995. 

21.9.11

türkiye bütçesinin gelişiminde alınan mesafeler

2000 yılında türkiye'nin bütçesinde:
eğitim %7,1,
savunma %8,7,
sağlık %2,25,
diyanet %0,5 pay alıyordu.

2012'nin öngörülen bütçesindeyse:
eğitim %10,1,
savunma %4,98,
sağlık %5,09,
diyanet %0,9 pay alacak.

yani artması gerekenler artmış, azalması gerekenler azalmış diyebiliriz, diyanet dışında. 2012'de diyanet işleri başkanlığı, alacağı 3,44 milyarlık bütçeyle kültür ve turizm bakanlığı'nı (1,6 milyar), içişleri bakanlığı'nı (2,6 milyar), dışişleri bakanlığı'nı (1,3 milyar), bayındırlık ve iskan bakanlığı'nı (0,650 milyar), sanayi ve ticaret bakanlığı'nı (0,74 milyar), çevre ve orman bakanlığı'nı (1,75 milyar) geçecek.

bölgesel güç olmaya soyunan bir türkiye'nin savunma giderleri herhalde öngörüleri aşacaktır, hele abd bütçe açığını kapatma yollarından biri olarak "askeri-endüstriyel kompleks"in göreve çağrıldığı düşünülürse. bu bir yana, türkiye cumhuriyeti devleti'nin sünni islamla mesafeli bir ilişki içerisinde olduğunu herhalde bu sayılara bakarak da söyleyemeyiz.

17.9.11

mesafeli bir ilişki

ayakkabı, toplumdaki tüm bireyler için bir ihtiyaç mıdır?

nüfusumuzun %99'u, ayağına birşey giyerek sokağa çıkan insanlardan oluşuyor diyebiliriz; kimisi ayakkabı, kimisi terlik, kimisi çizme, kimisi çaput giyer, bir kısmı da yalınayak dolaşır.

bu durum, insanları ayakkabı tercihlerine göre sınıflandıran, bu tercihlerin okullarda zorunlu ders olarak okutulmasını isteyen, ülke çapında dev bir bürokrasi organize eden, her köye koca bir bina dikip ayakkabının önemini ve nasıl giyileceğini öğreten, nüfus kağıtlarına kişilerin ayakkabı tercihlerini yazan ve bütün bunları gönüllü bağışlarla değil zorunlu vergilerle finanse eden devlet içi bir yapılanmayı gerektirmez. zaten böyle bir yapılanma da yoktur.

dolayısıyla türkiye'de devletin, ayakkabıyla mesafeli bir ilişki içinde olduğu söylenebilir; başka bir deyişle devlet, ayakkabının önemini kabul etmesine karşın, ayakkabı konusunda bir devlet politikası ve bürokrasisi oluşturmak peşinde olmamış, ayakkabıya uzak durmayı tercih etmiştir. ayakkabı çeşitleri arasında da bir tercihi olduğunu ortaya koyacak hiçbir uygulaması ya da beyanı olmadığı için, bütün ayakkabılara eşit mesafede durduğunu da söyleyebiliriz.

öte yandan, ayakkabı üreticileri olsun, ayakkabı severler olsun, kendi benimsedikleri ayakkabı türlerinin yaygınlaşması, tanıtılması, sevilmesi vs için kendi organizasyonlarını kurabilir, aidat toplayabilir, başka gelir kaynakları yaratabilir, fuar, festival, şölen, yarışma düzenleyebilir, televizyon programı yapıp internet sitesi kurabilir. devlet de, bu etkinliklerin varolan yasalar çerçevesinde yürütülüp yürütülmediğini denetlemekle yetinir.

ayakkabı fırlatmanın, ayakkabıyı ele alıp vurmanın yaygın olduğu arap toplumlarına, türkiye cumhuriyeti başbakanı tarafından öğretilmesi gereken mesafeli ilişki biçimi de bu olsa gerektir.

14.9.11

harika bir dinleyici

Silvius Leopold Weiss, onsekizinci yüzyılın en önemli lavtacısıydı; Bach’tan bir yıl sonra, Almanya’da doğmuştu; bir besteci ve müzisyen olarak onun kadar ünlüydü. Polonya Kralı August’un Dresden’deki sarayında 32 yıl baş lavtacı olarak bulunan Weiss, Bach’la birkaç kez karşılaştı da: Leipzig’de 1739’da bir araya geldiklerinde Bach’ın klavsen, Weiss’ın da lavta çaldığı, birlikte fantazi ve füg doğaçlamaları yaptıkları, lavtanın görece sınırlı teknik olanaklarına karşın Weiss’ın Bach’tan hiç geri kalmadığı anlatılır.

Weiss ve Dresden’deki dostları, iyi müzik dinlemek için pek çok zahmete katlanırdı. Bir keresinde Weiss iki müzisyen dostuyla Prag’a gitmişti, Johann Joseph Fux’un yeni operası Constanza e Fortezza’yı dinlemek istiyorlardı. Opera binasına geldiklerinde salonda hiç yer olmadığını öğrenen üçlü, düşkırıklığı içinde Dresden’e dönmek üzereyken Weiss’ın aklına parlak bir fikir geldi: opera orkestrasıyla birlikte çalmak! Şef Caldara, böylesine önemli müzisyenleri orkestrasında görme fırsatını elbette geri tepmedi ve Weiss, “katma değeri en yüksek opera dinleyicisi” olarak da tarihteki yerini aldı.