babam 15 yıl öncesine kadar araba kullanmayı severdi, uzun yol yapmayı da severdi. ben çocukken, biz izmit'te yaşıyorken, sabah çıkıp iş için elbistan'a gittiğini, işini bitirip gecenin bir vakti eve geldiğini hatırlıyorum. annem hızlı kullandığını söyler, söylenirdi, ama arabalarını düşününce, herhalde en fazla 120'yle filan gidiyordu. onun araba kullanma sevgisi bana da geçmiş olabilir, ama dayanıklılığı geçmemiş, orası çok açık - beş saat yol yapınca bıkanlardanım ben.
1969'da, ben henüz bir yaşındayken ve biz mannheim'da yaşarken, babam annemi ve dayımı alıp almanya'dan hollanda'ya gezmeye götürmüş, ilk kez orada yürümüşüm. babamın arabalarıyla ve araba sürüşüyle tanışmam bu yolda olmuş. yolun önemli bir kısmını annemin ayaklarının dibinde oynayarak geçirmişim; ya o zamanlar ebeveynler şimdikinden daha "geniş"ti, ya da bizimkiler ekstra vurdumduymazdı, bilemiyorum. beyaz, değişik bir volkswagen'miş bu araba, ben hiç hatırlamıyorum ama fotoğrafına bakınca güzel bir alete benziyor.
hatırladığım ilk araba, uçuk sarı bir ford taunus, tavanı beyaz. küçük bir sokağın başındaki üç katlı apartmanımızın önünde durduğunu hatırlıyorum bunun. sanırım ikinci el bir arabaydı, modelini araştırınca anladığım kadarıyla.
1974'te bizimkiler türkiye'ye dönmeye karar verdi; iki işçi maaşından biriktirdikleri paralarla aldıkları eşyaları bir kamyona doldurdular, biz de babamın yeni aldığı gıcır vosvosa doluştuk ve alpleri aşarak üç günde türkiye'ye geldik. turuncu bir arabaydı, ama bizde çok kalmadı; babam bunu türkiye'de satmak için almıştı, kurmayı düşündüğü işe sermaye yaptı, bir süre sonra da cam göbeği bir murat 124 aldı. uzun bir tofaş döneminin başlangıcı oldu bu.
yazları yalova'ya giderdik, aydın 4 sitesi'nde kiralık bir yazlığımız vardı. izmit-yalova arasını yaklaşık bir saatte alırdık; kız kardeşimle gölcük-karamürsel arasında küçük kulelerde nöbet tutan askerlere el sallamak (ve onların da bize el salladığını görmek) en büyük eğlencelerimizden biriydi. bir de babamın kasetleri. aslında bizimkiler çok müzik dinleyen insanlar değildi, evde birtakım plaklar vardı almanya'dan getirdiğimiz, ama bunların üzerine pek az ekleme yapılıyordu. babam arada iş nedeniyle almanya'ya gittiğinde bazı tuhaf kasetler getiriyordu, bavyera şarkıları filan oluyordu mesela, o zamanlardan dilime takılan ve bugün izini bulmayı başaramadığım şarkılar var böyle ("bungeliche, bungeliche, bungeliche welt" diye aklımda yer etmiş bir şey, kimbilir aslında ne). bunların içinde en iyilerinden biri mireille mathieu'nün "an einem sonntag in avignon" adlı almanca parçasıydı, öyle anlatayım.
murat 131'e, oradan da doğan'a geçtik akabinde; hafta sonları izmit'ten istanbul'a, istanbul erkek lisesi'nin kolej hazırlık kursuna götürüyorlardı beni, arka koltukta uyuyordum, üstüme örttükleri yeşil battaniyenin yumuşaklığını hala hatırlıyorum. bu dönemde babamın bir arkadaşının verdiği iki kaset, arabada herhalde beş yüz kez çalınmıştır. biri daha ağırbaşlı parçalardan oluşuyordu bu kasetlerin, mesela emerson, lake & palmer'ın "c'est la vie"si vardı (ben bunu yıllarca "tel aviv" sandım). diğerindeyse daha oynak parçalar bulunuyordu, lipps inc.'in "funky town"u gibi (bu da ingilizceyi yeni yeni öğrendiğim dönemde arkadaşlarıma "pis kokulu şehir" olarak çevirdiğim bir parçaydı).
liseyi bitirip üniversiteye başladığım yaz, doğan'da baş başa iki önemli yolculuk yaptık babamla. ilki yaz başındaydı. bir kız arkadaşım vardı ve bodrum'a gidecektik birlikte, bizimkiler de bunun cinsel anlamları konusunda panik içindeydi. bir gün, yine izmit'ten yalova'ya giderken, babam bana ilk ve son kez kadınları anlattı - bizim yaşımızdaki kızların bizden çok daha akıllı olduğunu, ne isterlerse yaptırabileceklerini, kendimi korumam gerektiğini çünkü hayatta yapacak önemli işlerim olduğunu, allah korusun bir hamilelik durumunda hayatımın kayacağını filan. içimden "tabii tabii" diyerek dinledim, ama itiraf etmeliyim ki etkili bir konuşma ve boktan bir bodrum tatili oldu.
ikinci yolculuğu, boğaziçi'ne kayıt olmaya gittiğim sabah gerçekleştirdik; sabahın köründe yola çıktık, çünkü o yıllarda kayıtlar iki gün sürebiliyordu. e-5'te gidiyorduk, ben hala tam ayılmamıştım, fakat sanırım gebze'yi geçtikten sonra babamdan inleme sesleri gelince afyonum patlayıverdi. kenara çektik, bir beş-on dakika babamın buruşuk bir suratla, gözleri kapalı inlemesini izledim. galiba kalp spazmı geçiriyordu, ama durumun ciddiyetinin çok farkında değildim; kendine gelince yola devam ettik, okula geldiğimizde de onu arabanın başında bırakıp kız arkadaşımla buluşmaya koştum (o da boğaziçi'ne girmişti). hastaneye gitmeyi, doktor bulmayı filan hiç düşünmemiş olmamın herhalde hormonal bir açıklaması vardır.
araba kullanmayı da doğan'da öğrendim. babamın yanında çalışan halil abi'yle izmit'in köy yollarında dolaşıyorduk, fakat daha ikinci gün, sollasam mı fren mi yapsam kararsızlığıyla, önümde 15 km'yle giden bir traktörün römorkunun altına girip ön farı ve ızgarayı dağıttım. dönüp babama anlattığımda çok kızdı, ben de çok bozuldum, o da kızdığına üzüldü sonra, ama bir daha babamın arabasını kullanmadım. o da bunun nedeninin o kazadaki tepkisi olduğunu biliyordu, ama lafını etmedik hiç.
babamın tofaş macerası, kalkık kıçlı metalik gri bir fiat tempra'yla sona erdi. dijital kadranıyla çok havalı olduğu düşünülüyordu; en kolay çalınan arabalardan biri olduğunu da, araba bir gece apartmanımızın otoparkından çalınınca öğrendik polisten.
tofaş'ı bırakıp çok uzağa gitmedi babam - bordo rengi, hatchback bir ford escort aldı, uzun süre de kullandı.
en büyük hayali mercedes sahibi olmaktı - almanya'da çalışırken ama daha annemle evlenmemişken, kız istemeye bir mercedes'le gelmiş ve izmit'te büyük sükse yapmıştı vaktiyle (1966 olsa gerek - fotoğrafta ağzında sigara olan kişi kendisi). artık araba kullanmasa daha iyi olacak bir yaşa geldiğinde ikinci el bir mercedes alarak hepimizi şaşırttı, ama çok kullanamadı. biz onu arabayla gezdirmeye başladığımızdaysa "sağ koltuk sendromu"na yakalandı tabii - fren yap, debriyaja bas, sollasana şunu, tümseğe dikkat, rampada çekmiyor mu bu araba, sağdan araba çıkacak, klima üstüme üflüyor...
iki yıl kadar önceydi, babamı arabayla bizden evlerine götürüyordum, sokaklarına geldiğimizde "sen çok iyi şoför olmuşsun," dedi, "prima (almancı ya, araya almanca laflar sıkıştırır bazen) kullanıyorsun, valla bravo." doğan'ı traktörün altına sokmamdan sonra, yaptığı ilk yorumdu bu. tuhaf, aradan 25 yıl geçmişti, ama hala ufak bir şeyden gözlerimi yaşartmayı becerebiliyordu.
başınız sağolsun. çok üzüldüm. sevgiler.
YanıtlaSilYazarligin anlatiminin guzelliginden anlasiliyor!😃
YanıtlaSil