28.12.16

"Türkiye Sadece Çapsız İnsanların Ülkesi Değil"



Ulvi Yaman, reportare.com
28 Aralık 2016


"Kimya Mühendisi, Siyaset Kuramcısı, Türk Siyasi Tarihi Doktoru, öykü yazarı, editör, genel yayın yönetmeni, yayın danışmanı, yayıncı, müzisyen, eğitmen, romancı, deneme yazarı, Kadıköy’lü, Moda’lı, Baba…liste uzayıp gidiyor.

Birçok kişi gibi ben de Cem Akaş ile artık kült diyebileceğimiz “7” romanıyla tanıştım. Ekim ayında yeni romanı “Sincaplı Gece” çıkınca da röportaj yapmak şart oldu. (İflah olmaz bir Kadıköy’lü olarak, “Kadıköy Kafası”nın da bu seçimde etkili olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum) Röportajda özellikle romanlarına, yazım tarzına girmemeye özen gösterdim çünkü siz de biraz araştırırsanız bu konularda kendisiyle yapılmış onlarca röportaj var ve tekrara düşmek hoş olmayacaktı. Cem Akaş’ın yazılarına ve daha önce yapılmış olan röportajlarına kişisel web sitesinden ulaşmak mümkün.

Cem Akaş, Türk romancılığına getirdiği yeni bir söylem ve biçimin, yukarıda yer alan kimliklerinin yanı sıra “e-kitap”, “telif”, “kitap çalmak”, “yazar-okuyucu” ilişkileri üzerine yazdıkları ve düşünceleri ile benim için her zaman takip edilesi ve kafa açmak için üzerinde düşünülesi oldu. Birçok kitabını kendi web sitesi üzerinden ücretsiz okumaya açmış bir yazardan bahsediyoruz.

Naçizane tavsiyem; sadece bu röportajı değil, yalnızca romanlarını da değil söyleşilerini ve yazılarını da mutlaka okuyun, çok şey kazanacaksınız…"

Ulvi Yaman

söyleşinin tamamı için tıklayın.

11.12.16

Bilgi Toplumundan Çokkutuplu Agnostik Topluma



1970’lerde “endüstri sonrası toplum”dan söz edilmeye başlanmıştı, ama “bilgi toplumu”nun bir gerçeklik olarak yaygınlaşması 1980’leri buldu, 1990’lardaysa hakim paradigma halini aldı. Bilgi toplumunda bilginin yaratılması, üretilmesi, dağıtılması, kullanılması başlıca ekonomik üretim aracıydı; endüstriyel ve tarımsal üretim bile büyük oranda bu bilgi üretimine bağlıydı. Bilgiye yapılan bu vurgu, aynı zamanda rasyonaliteye, akılcı insana vurgu anlamına geliyordu – karar verme durumundaki birey ve kurumların, daha çok bilgiye erişebildiği için daha rasyonel kararlar verebileceği düşünülüyordu.

2000’lerde yeni bir yönelim ortaya çıkmaya başladı. Sovyet döneminin “dezenformasyon”unu andırıyordu bu bir yanıyla: Kasıtlı olarak yanlış bilgi üreterek rakipleri/düşmanları yanıltmak, toplumsal tepkiyi engellemek ve iktidarın işine gelecek mobilizasyon düzeyini yüksek tutmak gibi işlere yarıyordu dezenformasyon. Ancak 2000’lerde dezenformasyonun kaynağı artık yalnızca devlet ve devletin kurumları olmaktan çıktı – pek çok farklı kurumun ve bağımsız olduğu düşünülen medya kurumlarının yanı sıra, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla, bizzat bireyler bile dezenformasyon kaynağı olarak çalışmaya başladı. İkinci farklılıksa dezenformasyonun üretim ve kullanımına yönelik tavırda meydana geldi: Eskiden bu yafta utanç kaynağıyken ve ciddiye alınır, uzak durmaya çalışılırken, 2000’lerde çok daha rahat, hatta kinik bir tavırla sunulmaya ve tüketilmeye başladı. Dezenformasyonla savaşmak yerine, herkes kendi dezenformasyonunu üretiyordu artık ve bunun dezenformasyon olduğunun bilinmesi bir sorun değildi.

Bu durum toplum geneline yayıldığında, bireylerin dünya algısı açısından çok önemli bir kırılma yaşandı. O güne kadar toplumsal yaşamı ve siyasal-ekonomik gelişmeleri iyi-kötü tanımlanmış bir çerçeveden bakarak değerlendiren ve buna göre kendi katılımlarını gerçekleştiren bireyler için, bunca farklı kaynaktan gelen dezenformasyon arasında “gerçek bilgi”yi ayırt etmesini sağlayacak kıstaslar (eğer bir zamanlar vardıysa) neredeyse tamamen yok oldu. Tüm bilgi sunumları göreceli bir hale geldi; eskiden “komplo teorisi” olarak adlandırılıp burun kıvrılacak bilgi sunumlarının bir kısmının aslında gerçek olduğu, olabileceği anlaşılınca gerçek bilgi sorgulanmaya başladı; gerçek olamayacak bilgiye gerçek bilgi muamelesi yapılması sıradan bir hale gelince, kitlelerin gözünde bilgi iddiaları arasında seçim yapmanın yöntemi akılcılık olmaktan çıktı, duygusal düzlemdeki bazı kıstaslar devreye girmeye başladı. Ancak asıl yaygın tepki, rekabet halindeki bu bilgi sunumları arasında seçim yapmanın imkansızlığını kabullenmek oldu; bu da “agnostik toplum”a giden yolu oluşturdu.

Agnostik toplumda “gerçek bilgi”ye ulaşmanın önemi yok; bilgi kaynakları arasında nesnel karşılaştırmalar yapmak, önemsenen bir uğraş değil; önemli olan, bireylerin kendi duygu kimliklerine uyan bilgi sunumlarına kolay erişim sağlayabilmeleri ve bunları yeniden üretebilmeleri. Zaman içinde ve farklı bağlamlar söz konusu olduğunda bu bilgi sunumu tercihleri kendi içlerinde çelişebiliyor; bu bireyin kendi duruşunu sorgulamasına yol açmadığı gibi, son derece doğal bir durum olarak algılanıyor.

Sosyal medyanın baskın iletişim-haber alma aracı haline gelmesi, bu konuda önemli bir katkı sağladı. Bireyleri birbirine yaklaştırma özelliği öne çıkarılan sosyal medya, dezenformasyonun en rahat kullanıldığı mecra olmanın ötesinde, bizzat bireylerin kendi duygu kimliklerini büyüterek yansıtabildiği, başkalarının duygu kimliklerini de büyütülmüş olarak algıladığı bir ortam oldu. Dolayısıyla sosyal medyada takip edilen birkaç profilin herhangi bir konudaki duygusal duruşu, o profillere atfedilen siyasal-toplumsal kimliğin genelleştirilmiş duruşu haline geldi. Birkaç kişiden ibaret bir tepkinin toplumsal bir kesime genelleştirilmesinin etkisi büyük oldu, çünkü sansasyonel duygu kimlikleri ve onların tepkileri, hep daha fazla ilgi çekti, daha fazla paylaşıldı, daha fazla tepkiye yol açtı. Bu “birkaç kişi”lik grupların sayısının çok fazla olmasının sonucu da, toplum içinde çokkutuplu bir duygudaşlığın yaratılması oldu. Bireyler, kendi dar çevrelerinin (bu gerçek çevre olabileceği gibi sanal çevre de olabiliyordu ve biri diğerinden daha gerçek değildi aslında) kutbu etrafına toplaşıp diğer kutupları izlemeye, onlara bu konumdan tepki vermeye, diğer bireyleri de kendi kutuplarıyla tanımlamaya başladı. Çokkutuplu agnostik toplum böyle ortaya çıktı; burada herkes, dünyayı “biz ve diğerleri” olarak algılıyor, “biz”in ve “diğerleri”nin tanımının sürekli değişmesini önemsemiyordu.

Çokkutuplu agnostik toplum, bir anlamda 1980’lerin revaçta paradigması olan postmodernizmin taçlandırılması olarak görülebilirse de, onun ötesinde bir karmaşıklığa sahip. Postmodernizm, bilginin göreceli oluşunun algılanmasında bir ikilik öngörmemişti; postmodernizmde bireyler farklı gerçekliklere ve değer sistemlerine bağlı olsalar da, bu sistemler arasındaki çatışmada evrensel hakikatler kategorisine başvurulamasa da, her sistemin kendi içinde sahici olduğu sorgulanmıyordu. Çokkutuplu agnostik toplumdaysa bir ikilik ortaya çıktı: Sahicilik arayışının yerini kinisizm aldı; kimse kimsenin sahici olmasını beklemediği ve talep etmediği gibi, rekabet halindeki bilgi sunumlarının gerçek olmayı hedeflemesi de beklenmiyor. Başka bir deyişle, bilginin gerçek olmadığı, duygu kimliklerinin de sahici olmadığı kabulüne dayanıyor çokkutuplu agnostik toplum. Manipülasyona itiraz etmenin modası geçti; manipülasyonlar arası rekabeti izleyen ve kendi duygu kimliğine göre taraf tutan bireylerin dünyası burası.



multipolar agnostic society - the truth about lies and post-truth

21.11.16

Hobbes'u Sevmeyen Felsefeci



Çocukluğum boyunca, köklü bir ailemiz olduğu söylendi bana, gözümde canlanan yaşlı, yüzyıllar içinde eğilmiş, dallarının hacmi kadar kökü olan ağaç imgesinin özgün bir yanı yok elbette, ama belki doğayı sevmememde payı olmuştur, ailemden hiçbir zaman hazzetmedim çünkü, ne Avrupa’nın en eski Yahudilerinden olan anne tarafımı, ne de beş yüzyıla yakın bir süredir ağırlıklı olarak hukukun çeşitli dallarında –işte yine o ağaç- uzmanlaşmış, saraylara kah yakın durmuş kah düşman kesilmiş ve bir-iki kere bir hükümdarı alaşağı edecek kadar güçlenmişse de genelde bu cüretinin bedelini fazlasıyla ödemiş baba tarafımı sevdim, bir ceza avukatı olan kendi babamdan ve uluslararası hukuk profesörü olan büyükbabamdan özellikle nefret ettim, bunu söyleyebilmek için ikisinin de ölmesini beklemem gerekeceğinden emindim ve bunu kabullenmiştim, ta ki büyükbabamın kız kardeşimi yıllarca sıkıştırıp mıncıkladığı ortaya çıkana kadar, büyükbabamı o gün gömmüştük, aşırı yüksek tansiyonunun kontrol altına alınması için yatırıldığı hastanede yaygın bir enfeksiyona yakalanmış ve bir hafta içinde zatürreeden ölmüştü, o akşam babaannemlerde yedik, kuzenlerim ve amcalarım da vardı, teyzelerimden yalnızca biri oradaydı, dayılarımsa yurtdışında olduklarından “gelememişlerdi”, sakin bir yemekti, babaannemin yardımcısı maharetli bir aşçıydı, herkesin iştahı açılmış gibiydi, mezarlık havası iyi gelmişti belli ki, galiba tatlılar yeni gelmişti, evet, parfemin soğukluğu damağımı uyuşturduğu sırada annem kız kardeşime, o küçükken büyükbabamla oynadıkları oyunu hatırlayıp hatırlamadığını sordu, hangisini, dedi kız kardeşim, Dogma filmlerine layık bir sahnenin hazırlanmakta olduğundan habersizce ve biraz da üstünkörü dinliyordum onları, hani evin içinde bir yere senin için aldığı bir hediyeyi saklardı, dedi annem, sana bir ipucu verirdi, o ipucunun işaret ettiği yerde yeni bir ipucu olurdu, yedinci ipucuysa hediyeye giderdi, çok eğlenirdin, hatırlamıyor musun, diye sordu, hatırlıyorum, dedi kız kardeşim, özellikle de sonuncusunu, önündeki su bardağıyla oynuyordu, yemeklerde yalnızca su içerdi, göstermiş olduğu cesaret, sarhoş olmadığını hatırladığımda beni daha da şaşırtacaktı o yüzden, son hediyem bir maymun biblosuydu, diye devam etti kız kardeşim, masadaki herkesin yüzünde hafif bir tebessüm belirmeye başlamıştı, son ipucunu bulunca kafam çok karışmıştı, dedi, bir türlü çözemiyordum, bir gariplik vardı, hediye iki ayrı yerde gibiydi, sonunda anladım ama, hediye hem büyükbabamın cebinde, hem de çalışma odasındaydı, çünkü büyükbabam oradaydı, koşarak içeri girdim, dedi kız kardeşim, anneme baktı gözlerini bardaktan kaldırıp, duracak gibi oldu, ama devam etti, büyükbabam koltuğunda bir kitap okuyordu, içeri girdiğimde bana bakmadı, geldiğimi fark etmemiş gibi yapıyordu, numara olduğunu anlamıştım, gülerek yanına gittim, hala bakmıyordu bana, elimi önce hırkasının ceplerine soktum, yoktu, pantalon ceplerine baktım ben de, dedi, ressam kuzenim kırmızı şarap yok mu başka, diye sordu birden, küçük amcam şişeyi uzattı, ama herkesin gözü kız kardeşimdeydi, sol cebinden birşey çıktı, dedi kız kardeşim, ne olduğunu anlayamadım önce, ufacık bir maymuna benziyordu, ama bir fazlalık vardı, karnının altından bir sopa yükseliyordu, bu ne, diye sordum büyükbabama, büyükbabam pantalonunun fermuarını açtı ve elimi içeri soktu, terbiyesizleşme, diye bağırdı annem, o günden sonra, diye devam etti kız kardeşim, yeni bir oyuna başladık, oyunun adını yıllar sonra öğrendim, lisede, “eline vermek” deniyormuş, yeter artık, dedi annem, bunu demesiyle ayağa kalkması ve masanın karşısından kız kardeşime çınlayan bir tokat atması sanırım eşzamanlı oldu, bundan çok emin değilim aslında, çünkü buradan bakınca o akşam herşey eşzamanlı olmuş gibi geliyor artık, annem salondan çıktı, kız kardeşim de annemin peşinden gitti, birlikte geri geldiklerinde miydi, yoksa onlar yokken mi, tam kestiremiyorum, konu safarilere geldi, yoksa doğrudan aslanları mı anlatmaya başlamıştı babam, hayatında tek bir aslanla karşılaştığını sanmıyorum, erkek aslanın yuvada durmadığını, ama bir gün, anne aslan avlanmaya gittiğinde çıkagelip yavruları yiyebildiğini anlattı, oradan devrimlere ve devrim liderlerinin genelde nasıl hunharca öldürüldüğüne geçti, nereye ulaşmaya çalışıyordu bilmiyorum, ama aslan hikayesini duyduğumdan beri kusacak gibiydim, büyükbabam kız kardeşimi taciz etmişti, ama aslanlar da kendi yavrularını yiyordu, doğada olurdu böyle şeyler, kuzenimin dediğine göre önümde duran şarap şişesini babamın kafasına geçirmeye çalışmışım, ben yalnızca orospu çocuğu dediğimi ve çıkıp gittiğimi hatırlıyorum, annem o gece mi konuştu benimle, yoksa ertesi sabah mıydı, yanlış anladığımı, babamın öyle birşey kastetmediğini, zaten kız kardeşimin de masadakilerden özür dilediğini, herhalde çok üzgün olduğu için saçmaladığını söylediğini söyledi, Hobbes’da ve daha bir alay felsefeci bozuntusunda vardır bu, Spinoza’da mesela, doğadaki insandan söz ederler, yani toplum öncesi, onların deyimiyle sivil toplum öncesi insandan, doğadaki insan ne yapsa yeridir, çünkü doğada ahlaki sorumluluk yoktur, devletse bu sorumluluğu dayatmak ve insanı insandan korumak için kurulmuştur, sonuçta kız kardeşim evde kalmayı sürdürdü, ben gittim ve dönmedim, felsefe master’ımı bitirmiştim zaten, doktoraya başladım ve bölümde asistan oldum, doğal babalık hakkı olarak adlandırdığım şey üzerine çalışmaya başladım, siyasi ve felsefi düşüncede doğal babalık hakkı, bizimki gibi köklü bir aileden elbette böyle bir kavram çıkacaktı, baba katli kavramı değil herhalde, Cengiz Han’ın ne büyük bir devlet adam, ülkesi için ne büyük bir baba olduğunu bu kavram ışığında ve Hobbes’la Spinoza’ya dayanarak anlatan bildirimi sunmak için buraya gelmemde bir kader cilvesi seziyorum şimdi, kurucusu tarafından yerle bir edilirken güzelim Urbino, mahşerden gelen ve dikilitaşın çevresinde dönüp duran o atlıların önüne atlamam ve gerçekleştirmek üzere oldukları inanılmaz yıkımı engelleyemeyecek bir jest yapmaya kalkışmam bir dereceye kadar anlaşılabilir olsa da, İtalyanca orospu çocuğu diye bağırmam açık bir intihar girişimi olarak görülmesinin yanısıra, iyi bir aileden geldiğimi saklama ve hatta inkar etme çabası olarak da değerlendirilebilir, oysa bunu hiçbir zaman saklamadım, daha en başta köklü bir geleneği olan köklü bir aileden geldiğimi söylemiş olduğumu sanıyorum.

(Gitmeyecekler İçin Urbino)

29.10.16

türk kapriçyosu


Bu akşam yeni bir Kanun Hükmünde Kararname yayımlandı ve rektörlük seçimleriyle ilgili kanun maddesi değiştirildi:

MADDE 85- 2547 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin (a) fıkrasının birinci paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Bir aylık sürede önerilenlerden birisinin atanmaması ve Yükseköğretim Kurulu tarafından, iki hafta içinde yeni adaylar gösterilmemesi halinde Cumhurbaşkanınca doğrudan atama yapılır... Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör, mütevelli heyetinin Yükseköğretim Kuruluna teklifi ve Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır."

Geçmiş olsun. Çıkarken ışığı kapatmayı unutmayalım lütfen. A pardon, kapanmış zaten.



1.10.16

acz, ikrar, iktidar



kürtler hakkında söz alanlar susturuluyor.
kürtler için üzülenler susturuluyor.
"kürt sorunu"nu çözmeye çalışanlar susturuluyor.
kürtler susturuluyor - önemli bir kısmı öldürülmek suretiyle.

ülkeyi yönetmekten, ülkeyi ileriye taşımaktan aciz olmanın kaçıncı ikrarı, sayan kalmadı herhalde: murat özyaşar, diyarbakır'da yoksul öğrencilerle edebiyat dergisi çıkarmaya çalışan, türkçe edebiyatın yüz akı öyküler yazmış bir insan da gözaltına alındı, aslı erdoğanlar, necmiye alpaylardan sonra.

bu konuda tc'nin müthiş bir tutarlılığı olduğunu unutamayız. bunun, yerden yere vurulan lozan antlaşması'yla başladığını bugünkü iktidar henüz fark etmemiş belli ki.

tc'nin en iddialı liderleri, hep "kopuş"u, "eski"den ne kadar farklı olduklarını vurgular, oysa hep "süreklilik"in parçası olmuşlardır. hiçbir şey değişmez anlamına gelmiyor bu. "kürt sorunu" da çözülecek. hiçbirimiz konuşmasak, konuşturulmasak da çözülecek. gerçek iktidar, bu istençte oldu, olacak.

28.9.16

kes dedim



tdk'nın yeni tasarrufunu duymuş olanlarınız vardır, dergi-kitap camiasında dünden beri tüyler uçuşuyor: tdk demiş ki kurum adlarının aldığı ekler kesmeyle ayrılmaz. "sütçü imam üniversitesi'ne" değil "sütçü imam üniversitesine" diye yazacaksınız. bu aslında tdk'nın eskiden beri savunduğu bir şey, ama nedense dün çeşitli gazetelerde bu konuda haberler yer aldı, belli ki bir basın duyurusu gitmiş, tdk konuyu kamu dikkatine sunmayı gerekli görmüş. tabii yayıncıların, bu yeni bir şeymiş gibi hemen tartışmaya girmesi tek bir şeyin göstergesi - hiçbiri tdk'yı imla kılavuzu olarak kullanmıyor. necmiye alpay'a selam!

gelgelelim bu kesme meselesi kanayan yaramız. kuralı karmaşık, istisnalar çok fazla (ve gerekçeleri her zaman net değil). yayınevleri arasında uygulama farkları en çok bu konuda çıkıyor (bir de tabii hangi sözcüklerin ayrı, hangilerinin birleşik yazılacağı konusunda); okurların da kafası karışıyor haliyle. ilkokula giden oğlumun iki öğretmeni iki farklı şekilde öğretti bu kuralı mesela. o yüzden konuyu baştan düşünmek ve mutlaka hem tutarlılık, hem de kolay öğrenilebilirlik kıstaslarını gözetmek gerek.

zaman içinde bu konudaki tavrımı değiştirdiğimi itiraf edeyim öncelikle. eskiden özel isimleri ikiye ayırıyordum, "has özel isim" ve "tamamlayıcı özel isim" olarak. mesela "marmara denizi" - burada has olan "marmara", tamamlayıcı olan "denizi". hasları kesmeyle ayırıyordum, tamamlayıcıları ayırmıyordum, yani "marmara'ya" ama "marmara denizine".

bunun epey bir kavgasını verdikten sonra yıldım. daha kolay bir pozisyona çekildim: gerçekten az sayıda birkaç istisna (mesela çoğul isimler - alilere gittik) dışında, büyük harfle başlayan her sözcüğe gelen eki kesmeyle ayırmak. kurum adı? kes. dil adı? kes. millet adı? kes. unvan ve rütbe? kes. coğrafi ad? kes. özel isim? sorulmaz, kes. özel isimli tamlama? özel isimden kes (günümüz türkiye'si).

tavsiye edeceğim de budur. buyrun.

26.9.16

128



ilk roman & son roman, 3'er kısımdan, 128'er bölümden mürekkep. sonuncusunda "özür" yok.

ekim ortası.

(kapak fotoğrafları esra özdoğan)

7
sincaplı gece

21.9.16

Kaleme And*



Kalemine ve yazdıklarına and olsun ki, deli değilsin.
Göreceksin, sen göremesen de dünya görecek – yazdıkların, en büyük ödülü hak ediyor: okunmak.
Kalemine güven – yeteneğin var.
Kimin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da.
İşin doğrusu, ömrünü yazıya verme yolundan sapanlarla o yoldan gidenler, eninde sonunda ayrışır.
Bunu inkar edenler hep olmuştur, olacaktır da; sen onlara aldırma.
Onlar, senin kendileriyle uyuşmanı ister; böyle yapsan, senden iyisi olmaz.
Diliyle iğneleyen, köşebaşını tutan, iyi yazıyı sürekli engelleyen, saldırgan, zorba, kendini ve takımını kollamaktan başka bir şey düşünmediği halde yeni'ye, gerçek'e açık olduğuna yemin eden, soysuzluğu yazdıklarıyla tescilli tüccar yazara, konumu ve çevresine topladıkları yüzünden aldırış etme.
Gerçek yazının ilkeleri ona okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları,” diyecektir.
Onun burnuna pek yakında damgayı vuracağız.
Biz bunları, vaktiyle dergi ve yayınevi sahiplerini denediğimiz gibi denemiş oluruz.
Dergi ve yayınevi sahipleri, daha sabah olmadan, başka birşeye ihtimal vermeden, dergiler, kitaplar yayımlayacaklarına yemin etmişlerdi.
Ama daha onlar uykudayken toplumun tüm katmanlarını sarsan deprem, yazın dünyasını da allak bullak etmiş, iyi yazının gözden yitmesine yol açmıştı.
Bu yayıncılar işin farkında değildi tabii.
Sabah olduğunda, “Yapıtlarınızı devşirecekseniz erken çıkın,” diye birbirlerine seslendiler.
“Bugün orada, 'Ben yeni bir yazının yazarıyım,' diye ortalara dökülen düşkünlerden hiçbiri yanınıza sokulmasın,” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
Genç yazarları destekleyebilecek güçleri varken, böyle konuşarak erkenden gittiler.
Masalarına oturup yazın dünyasının halini gördüklerinde, “Herhalde yolumuzu şaşırdık; hayır, bu gerçek olamaz; bizim için yazacak kimse yok mu? Bize kala kala yalnızca şu molozlar mı kaldı?” dediler.
Ortancaları, “Ben size iyi yazına sahip çıkmak gerek dememiş miydim?” dedi.
Hatalarını kabul etmek yerine, birbirlerini suçlamaya başladılar.
İşlerin düzeleceğine dair hala bir umutları vardı, ama bunun için parmaklarını bile kıpırdatmak istemiyorlardı.
İşte azap böyle birşeydir; ama ölü bir yazının vereceği azap çok daha büyüktür; keşke bilseler!
Kaleme saygılı olanlara kitap dünyasında her zaman yer vardır.
Kendini kaleme adamış olanlar, hiç bu suçlularla bir tutulabilir mi?
Ne oluyorsunuz?
Ne biçim hükmediyorsunuz?
Yoksa, doğru dürüst bir kitap okumuşluğunuz bile yoktur ki sizin.
Seçimleriniz, hep kulaktan dolma yargı kırıntılarıyladır. Yoksa, sınırsız yeteneği olanlarla kapsamı sınırsız sözleşmeler yaptınız da, onların her yazdığı sizin mi olacak?
Sor onlara: “Kim yer ulan bunu?”
Yoksa, kendi aralarında şike mi yapıyorlar, danışıklı dövüş müdür oynattıkları?
Doğru sözlüyseler, ortaklarıyla birlikte çıksınlar ortaya, iki dakika adam olsunlar.
Ama yapamazlar.
Gözlerini yere dikerler; yüzlerini alçaklık bürür.
Yeni yazının gücünü yalanlayanları bana bırak.
Ben onları bilmedikleri yerden öyle bir deşeceğim ki - yavaş yavaş, azap vere vere.
Onlara mühlet veriyorum; doğrusu benim tuzağım sağlamdır.
Yoksa sen onlardan telif ücretini istiyorsun da, hakkını mı veriyorlar?
Yoksa görünmeyenin bilgisi onların yanındadır da, kendileri mi yazıyor?
Sen kalemine güven, yaz, yazdığını ortaya bırak, dayan.
Balık sahibi Yunus gibi olma.
Yaz ve bekle, semeresini elbet görürsün; kimsenin seni kınamaya hakkı yok.
Kalemine bağlı kalırsan, seçilmişlerden olursun, ömrün bir işe yarar, şöyle ya da böyle.
Bunu inkar edenler, yeni yazının yapıtlarını okuduklarında onun yazarlarını neredeyse gözleriyle, bakışlarıyla gömmeye kalkışmıştı, yine de kalkışacaklardır.
“Bunların hepsi deli,” diyorlardı, yine de diyeceklerdir.
Oysa yazdıklarımız ve yazacaklarımız, alemlere bir anımsatmadan başka bir şey değildir.

*bkz: Kuran, "Kalem Suresi". İlk yayımlanış tarihi: Ocak 2003.

24.8.16

yönetemezlik/ yönetilemezlik



bu ikisi farklı şeyler. ama bizim örneğimizde, ikisi aynı kapıya da çıkıyor olabilir; ülke yönetilemez olmasa bile, onu yönetebilecek kimse olmadığı için "de facto" yönetilemez hale gelebilir. ben buna inanmak istemiyorum; yönetilemez hale geldiğimizi kabul edemiyorum. ama bu iş artık bir partinin siyasi aklıyla temizlenebilecek bir şey olmaktan çıktı. meclisteki dört parti bir araya gelip milli mutabakat hükümeti kursa bile yetmeyebilir. daha geniş bir "akıl ve vicdan koalisyonu"na ihtiyaç var. bu imkansız değil; zorluğu şuradan kaynaklanıyor: ülkeyi bu halden kurtarmak üzere işbirliğine girmesini bekleyeceklerimizin önemi bir kısmı, zaten bugünkü halin başlıca sorumlusu. başka bir deyişle, bir noktada şu seçimi yapmamız gerekebilir: ülkeyi mi kurtaracağız, suçluları mı cezalandıracağız?

her halükarda, "terörün başını ezelim, fetönün başını ezelim, laikliğin başını ezelim, muhaliflerin başını ezelim, özgürlüğün başını ezelim, her şeyi ezanla çözeceğimize inanmayanların başını ezelim, türk olmayanların başını ezelim" - bu ölümcül ilkelliği ve miyopluğu aşamazsak geçmiş olsun. bunu ya akp görecek ve halka anlatacak, ya da halk görecek ve akp'ye anlatacak. yönetememek ayıp, ama yönetemediğini kabul etmemek ihanet. iktidar kibri, kibirlerin en tehlikelisi - yalnız o iktidarın sahipleri için değil, onu destekleyenler, ondan nemalananlar, onunla sarhoş olanlar için de.

19.8.16

dana delirdi



aslı erdoğan, “örgüt propagandası yapmak”, “örgüt üyesi olmak” ve “halkı kışkırtmak” suçlamalarıyla tutuklandı.

pek çok şey geliyor insanın aklına bunun isyan ettirici saçmalığıyla ilgili olarak, ama bunlar önemsiz kalıyor bir noktada:

aslı naif yanları olan, duyarlılığını bir eziyet olarak yaşayan biri. öyle olmayabilirdi.

aslı türkiye'nin sunduğu en iyi eğitimi gördü. görmemiş olabilirdi.

aslı cern'de çalıştı. çalışmayabilirdi.

aslı, dünyanın pek çok diline çevrilmiş, dünya edebiyatında kalburüstü sayılacak kitaplar yazdı. yazmayabilirdi.

aslı'ya tutkuyla bağlı binlerce edebiyat okuru var bu dünyada. olmayabilirdi.

aslı bu ülkenin kürtlerinin çektiği acıyı kendi acısı bildi, kendi acısını anlattığı gibi anlattı; anlatmayabilirdi.

bunların hiçbirinin öneminin kalmadığı bir nokta burası. çünkü akıl iflas etti. aslı'nın tutuklanması, bunun bin birinci teyidi aslında. dana delirdi. bu delirmişlikle her şeyi yapması mümkün. her şeye saldırmaya, her şeyi ezmeye çalışması mümkün. karşısına ayna konsa, ona da saldırabilir.

belki de yapılabilecek tek şey budur: danaya, delirmişliğini göstermek.

17.8.16

neversayneverland



"Mucizevi Mandarin", "Kırmızı Pelerinli Kent" gibi kitapların yazarı, çağdaş edebiyatın en ilginç ve önemli isimlerinden Aslı Erdoğan, "Özgür Gündem" yazarı olarak gözaltına alınmış. Basın ve ifade özgürlüğüne getirilen keyfi kısıtlamalar kabul edilemez; Aslı'nın susturulması kabul edilemez.

change.org kampanyası için tıklayın.

9.8.16

önceden duyurulmuş bir ölümün gerçekleşmeyebilecek hikayesi



darbeyi çok şükür atlattık, ama hepimizde bir tedirginlik var hala. normal - elli yıldır yalnız türkiye'de değil, asya, afrika ve abd dahil olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde, eğitim ve sivil toplum aracılığıyla örgütlenen ve "siyasal iktidar"dan çok daha fazlasını, bir tür "inanç imparatorluğu"nu hedeflediği anlaşılan bir yapıdan söz ediyoruz. bu hedefine ulaşmada türkiye'den olduğu kadar başka ülkelerden de güç odaklarıyla işbirliği yapmış olması doğal, ama bu "karşılıklı kullanma" ilişkisi, hedefin kendisinin özgünlüğünü unutturmasın bize. normalde bir insan ömrünün yetmeyeceği bir proje bu; geniş bir coğrafyayı, belki tüm dünyayı gözüne kestirmiş; ince çalışılmış, sabırla çalışılmış.

tedirginlik de buradan kaynaklanıyor tabii - böyle bir uzun vadeli zaman perspektifi varken, "yaş toplanacak, tasfiye edecekler, hemen darbe yapalım; aman darbe yapacağımızı anladılar, saatini öne alalım" aceleciliği ve dar bir coğrafyada dar bir siyasal iktidar arayışı çok uyumsuz duruyor. bunun açıklaması üzerinde düşünmek şart. bu uyumsuzluk, her şeyin bu başarısız darbe girişimiyle bitmediğini, mutlaka yeni planların gündeme alınmış olacağını düşündürüyor.

bu uyumsuzluğun iki farklı açıklaması olabilir gibi geliyor bana. birincisi, ancak dünya hegemonu bir devletin "derin" yapısının yapacağı türden bir hesap hatası olma olasılığı. "inanç imparatorluğu"nun kendi asli hedefleriyle bire bir uyumlu olmasa da, bu "derin hegemon"un jeopolitik hedeflerinin gerektirdiğini düşünebileceğimiz, imparatorluk projesinin de taktiksel olarak benimseyebileceği bir hamle olabilir bu darbe girişimi. hesap yanlış, çünkü bugün türkiye'de askeri bir darbe artık tutmaz; erdoğan'a karşı bir darbe tutmaz; bunu görememek için de uzaktan, girift kumpasların yarattığı sisin içinden bakıyor olmak gerekir.

ikinci açıklamaysa şu: "insan ömrünün yetmeyeceği proje"nin sahibi, 50 yıllık sabrının sonuna gelmiş olabilir, ölmek üzere olabilir ya da bundan korkabilir, gözünü karartmış olabilir, "artık ne olacaksa olsun" demeye başlamış olabilir. türkiye'de siyasal iktidara kısa yoldan el koyarak, kurduğu yapının kendinden sonra daha sağlam bir şekilde varlığını sürdürebileceğini düşünüyor olabilir.

bugünkü durumda, yani darbe girişiminin başarısız olduğu, türkiye halkının ezici çoğunluğunun darbeye karşı durduğu, yeni bir darbe girişiminin de kesinlikle başarısız olacağı görülüyorken, bu iki açıklama bize gelecek hakkında ne söylüyor öyleyse? başka bir deyişle, "derin hegemon" ve "inanç imparatorluğu" projesi şu anda ne düşünüyor, ne yapacak?

eğer ilk açıklama geçerliyse, "derin hegemon"un harekat çarkları dönmeye başlamışsa, darbenin başarısızlığını kesin bir yenilgi olarak değil, tatsız bir yol kazası olarak göreceklerinden emin olabiliriz. dolayısıyla daha da gözü kara adımlar gelebilir - ben açıkçası suikast girişimleri olabileceğinden korkuyorum. ülkeyi istikrarsızlaştırma ve kaosa sürükleme açısından çok etkili bir hamle olabilir bu, özellikle de ordunun, istihbaratın, polisin şu anki durumu göz önünde bulundurulursa. gülen'in örgütü içinde darbe başarısızlığının hesabını vermek durumunda olanlar, böyle bir girişimle başarısızlıklarını örtmeye kalkabilir, hegemona yine destek verebilirler.

eğer ikinci açıklama geçerliyse, "inanç imparatorluğu" projesi "acele işe şeytan karışır" demeye başlamış ve darbenin başarısızlığından ders çıkarıp bir elli yıl daha beklemeye karar vermiş olabilir. bu da temelde, gülen'in fiziksel varlığı ve liderliği olmadan projenin sürdürülmesi anlamına geliyor. buna uygun bir yapılanma değişikliği, bir veliaht tayini vs. gerekecektir. ama muhtemelen bunu biz duymayacağız; bu açıklama geçerliyse ve ders almışlarsa, gülenciler uzunca bir süre radarda görünmemeye, yeniden alttan alta ilerlemeye, mevzilerini güçlendirmeye çalışacaktır. diğer ülkelerdeki varlıklarını kaybetmemek için de böyle bir stratejiye ihtiyaç duyacakları açık. "inanç imparatorluğu" bir sarmaşık gibi; güneşe yaklaşmak için ağaca tırmanıyor, tırmandığı ağacı da sonunda öldürüyor.

dolayısıyla ya suikasta karşı hazırlık yapmak, ya da uzun bir süreç içinde, ülke kurumlarının sağlamlaştırılması ve sağlıklı bir yapıya kavuşmaları için, sarmaşığı sökmek için çalışmak gerekecek. kennedy'ye, reagan'a suikast yapılmış bir dünyada ilkini başarmak kolay değil; "sağlamlaştırmak"tan "yandaşlaştırmak"ın anlaşıldığı bir ortamda da ikincisi kolay değil.

tek umudum, zor rakiplere karşı daha iyi oynuyor oluşumuz. türkiye'nin önceden duyurulmuş ölümünü boşa çıkarmak için daha iyi oynamak zorundayız, bu açık.

20.7.16

sokakta bulmak



darbe gecesi halk, delilik denebilecek inanılmaz bir cesaretle darbecilerin karşısına dikildi, tankın karşısında tişörtle durdu. "halk" diyerek genelleştirmek de aslında doğru değil - "tayyipçi" diyin, "reis sevdalıları" diyin, sonuçta erdoğan'ı her şeyleriyle desteklemeye hazır olan insanlardı bunlar. yüzlercesi öldü. bundan sonra böyle bir girişim olmamasının en büyük güvencesi oldular. taksim'de bu insanlar için -herhalde ileride daha kalıcı bir biçime dönüşecek- bir pano kondu.

o gece bu insanları sokağa yöneltenler, sayısı çok daha fazla olabilecek bu ölümlerin sorumluluğunu ve vicdan azabını duyuyor mudur peki? sokağa kimse çıkmasaydı da darbe girişiminin engelleneceği artık anlaşılmışken özellikle?

18.7.16

darbeli matkap - 16 temmuz

dün akşam new york'ta, jfk havaalanı'na, istanbul uçağına binmek üzere gittiğimizde haber aldık darbe girişimini. ben inanamadım, değildir dedim, şakadır dedim. sonra içeride uçağı beklerken cnn'de görüntüler ve haberler geçmeye başladı. bu sabah indiğimizde her şey bitmişti; atatürk havaalanı'nda bayraklı arabaları ve şehrin aşırı sessizliğini saymazsak, her şey normale dönmüştü. zaten her şeyi hızlı tüketen, gündemi hızda sınır tanımayan bir ülkeydik, ama bu bir gecede darbe işi bambaşka bir şey. haber kaynaklarına erişimimim olmadığı 12 saate denk gelmiş olması da ayrıca esef verici.

dolayısıyla herkesten birkaç adım geriden geliyorum kusura bakmayın, ama hala anlayamadığım bazı şeyler var:

- bu ülkede bu kadar darbe yapıldı, darbe girişimi yapıldı, bunlardan öğrenilecek ilk şey herhalde yönetime el koymak için öncelikle yöneticilere el koymak gerektiği. gidersin, alırsın, yönetim boşluğu yaratırsın, oraya çöreklenirsin. ben hayatımda çok sayıda salak albay gördüm, ama bu kadarını görmedim.

- bu salaklığın daha da büyük göstergesi, böyle bir darbe girişiminin kamuoyunda karşılık bulmayacağının görülmemiş olması. basit bir hesapla bile nüfusun en az %75'inin darbe girişimine hayır diyeceği ortada.

- diyanet işleri'nin organizasyona dahil edilişini anlamadım - camilerden selalar vs. bir yandan, siyaset bilimi açısından müthiş bir yenilik olmuş, ama bu organizasyonun hızı ve yaygınlığı biraz fazla değil mi? yani darbecilerden daha iyi organize olmuş görünüyor diyanet.

- facetime'dan ses verme. bu mesajın verilişinde teknik bazı detaylar eleştiriliyor, neden mikrofon tutulmuş, neden doğrudan internetten yayın yapılmamış vs. "sokağa çıkma" çağrısının ironisi de vurgulanıyor. bence burada dehşet verici başka bir şey var: ülkenin iki meşru silahlı gücü, asker ve polis, karşı karşıya gelmişken, silahsız, etten kemikten insanları sokağa, çatışma alanına sürmenin dayanılmaz hafifliği.

- cemaatin rolü. darbe girişimi salaklıktan değil de çaresizlikten yapıldıysa bile salaklık. üst akıl, akıl ede ede bunu mu akıl etmiş? darbenin hayırlısı olmaz. yapılmamışından bile bin musibet çıkar, o kadarını biliyoruz. ama bu sefer sanki daha da berbat şeyler çıkacak; bu matkap bu sefer fena delecek.

11.6.16

bırakınız çemkirsinler






liberalizm (ekonomik ve siyasi yüzleriyle) bize bir çeviri kavram olarak geldi biliyorsunuz - "laissez faire, laissez passer" ekonomisini "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ekonomisi olarak hayatımız sokmaya çalıştık mesela; kişi hak ve özgürlüklerinin güvenceye alındığı liberal demokrasi kavramı keza. Bu "bırakınız" nezaketi bülent ecevit'in lise yıllarında o da ancak 100-150 "istanbul beyefendisi" arasında kullanılan bir kalıp olduğundan, liberal anlayış bizde pek tutmadı.

son bir-iki yıldır sosyal medyada gördüklerim, bunun değişebileceğini gösteriyor. çılgın bir "sana ne, bana ne, kime ne?" yükselişi var, farkında mısınız? umursamazlık, boşvermişlik, hırsıza-katile göz yumma anlamında değil de, kişisel yaşamların alanını kamusal müdahale alanından ayırmak anlamında. "bırakınız yapsınlar" kasıntı bir çeviriydi, "sana ne amk" türkçe. sokak türkçesi.

liberal demokrasi bu kez sokağa iniyor galiba; ajda pekkan'ın şarkısı da (ki o da uyarlamadır) marş olmuş.

https://www.youtube.com/watch?v=98plycP955Y

24.5.16

Apolojistler, Havariler


Atatürk tartışma konusu olduğunda genelde üç tepki görüyoruz: tapınma dışında hiçbir yaklaşımı hoş görmeyenler, küfredenler, bir de apolojistler, yani "tamam demokrat değildi ama koşullar uygun değildi, yoksa istemez miydi?" diyenler. İlk ikisine söyleyecek sözüm yok; üçüncüsü biraz daha ilgimi çekiyor.

Atatürk'ün önemli bir devlet adamı olduğunu ve Türkiye'nin kaderini belirleme açısından büyük şeyler yaptığını, yurdumuzu düşmanlardan temizlemekle kalmayıp muasır medeniyet seviyesini hedeflediğini ben de biliyorum, Milli Eğitim'e dahil olmuş herkes gibi. Bunları yaparken (hem düşmanları temizleme, hem muasır medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışma) doğruların yanında ciddi/vahim bazı hatalar yaptığını da düşünüyorum öte yandan; herkes öyle düşünmek zorunda değil tabii, tartışılabilir. Bu hataların "dönem şartları" öne sürülerek mazur gösterilmeye çalışılması, tabii ki bu hataların yekten inkar edilmesinden evladır, ama yine de bir ikiyüzlülüğe ve günümüzü yanlış okuma sorununa yol açıyor. Şöyle: Elde edilecek sonuçları kullanarak yöntemleri mazur göstermeye çalışmak, iki tarafı da kesen bir bıçak gibidir. Atatürkçüler, Atatürk'ün hatalarını mazur göstermek için onun ulaşmak istediği hedefleri ya da niyetlerini kullandığında, Erdoğancılar da onun niyetlerini bir mazeret olarak öne sürer. "Bu coğrafyada x yapılamaz" dediğinizde, o silahı başkası da kullanır. Atatürkçüler için Atatürk'ün niyetleri ne kadar ulviyse, Erdoğancılar için de onun niyetleri o kadar ulvi. O hedeflere ulaşmak için Atatürk istenmeyen bazı şeyler yapmış olabilirse, bunların üzerinde durmamak gerekiyorsa, Erdoğan için de aynı şeyler söylenebilir. Atatürkçüler için Erdoğan'ın hedefleri küfür gibi; Erdoğancılar için de Atatürk'ün hedefleri. Bundan elli yıl sonra Erdoğan'ın apolojistleri, onu mazur göstermek için Berlusconi'den, Putin'den, Trump'tan, Front National'den, "bu dönemin koşulları"ndan bahsedecek. Erdoğan'ın havarileri, onun hayalindeki dönüşümün gerçekleşebilmesi için muhaliflerin ezilmesi, Kürtlerin öldürülmesi, paranın el değiştirmesi gerektiğini anlatacak. Tıpkı Atatürk apolojistlerinin ve havarilerinin yaptığı gibi.

Dediğim gibi, Atatürk'ün hedefleriyle Erdoğan'ın hedeflerini aynı kefeye koymuyorum. Ben de olsam aklın peşinden gitmeye çalışırdım, inancın değil. Ama Erdoğan'ın bugün neden ilah/yarı-ilah olarak görüldüğünü anlamak istiyorsak, Atatürk'ün nasıl ilah/yarı-ilah olarak görülmeye başlandığını, bunun sonuçlarının neler olduğunu anlamamız gerek. Bugün Erdoğan'ın çevresinde oluşan tapınma çemberini eleştirmeden önce, Atatürk çemberine eleştirel yaklaşmak gerek. Atatürk'ü Atatürkçü gözüyle görenler, Erdoğan'ı da Erdoğancı gözüyle görmeye çalışmak zorunda.

Atatürk büyük bir liderdi, bundan şüphem yok. Ama onun da sınırları vardı; bu sınırlarını kendisi aşamadığı gibi, kadrosunun aşmasına da izin vermedi, veremedi. Sarkaç ondan önce kurulmuştu, ama ona asıl ivmesini veren Atatürk oldu; o yüzden şimdi böyle bir simetriyle karşı karşıyayız. Erdoğan'ı yaratan Atatürk'tür. Atatürk öyle olduğu için Erdoğan böyle.

23.5.16

Atatürk Döndü - Anti-Atatürk Olarak



Hala Nazi dönemi Almanya'sıyla karşılaştırmalar yapılıyorsa da, bugünkü (ve önümüzdeki) siyasal-toplumsal düzeni çok daha yakından tanıyoruz. Önce tek parti, ardından tek adam kültünün yerleştirilmesiyle, bu kültün neredeyse dinsel tonlamalara bürünmesiyle, en ılımlı muhalefetin bile gerektiğinde en sert biçimde bastırılmasıyla, biattan başka seçenek bırakılmamasıyla, hukuk sisteminin siyasal rejimin aygıtı haline getirilmesiyle, basının kontrol altına alınmasıyla, ülkenin meclisten değil köşkten/saraydan yönetilmesiyle, kukla ikinci adam kadrosuyla, hakim kılınmak istenen üst anlatının ("bilim"/"din") gerektiğinde siyasal rejime alet olacak şekilde eğilip bükülmesiyle, yaratılan kitlesel histeriyle, çeşitli sembolizmlerin kullanımıyla, sermaye aktarımı ve imtiyazlarla yeni bir sınıfın yaratılmasıyla, kitlelerin bastırılması ve imhasıyla vs. düpedüz yeni bir Atatürk dönemi yaşıyoruz. 1930'da Atatürk'e muhalif olmak nasıl bir şeydi diye merak edenler için kurulmuş bir tema parkı gibi şu anda Türkiye. Pek yakında "Hitap" adlı bir eser bekleyebiliriz "Ebedi Reis"ten, "Gençliğe Selam" adlı konuşması vapurlara filan asılacaktır elbet bir gün; bir anıt mezarın kaçınılmaz olacağını da herhalde hepimiz biliyoruz, açılışı da herhalde "Milli Reis" yapar - daha temkinli, hayalgücü daha kıt, ama gerektiğinde bir o kadar acımasız olabilen bir ikinci adam.

Biçim olarak böyle olabilir, içerik olarak ne durumdayız? Denebilir ki "Ebedi Şef"in Türkiye'ye getirmek istediği değerlerle "Ebedi Reis"in değerleri arasında çok önemli bir nitelik farkı var, ikisi eşdeğermiş ya da hangisi olursa olsun fark etmezmiş gibi konuşulamaz. Buna katılmak istiyorum - "alan"daki pratik gerçekleri bir an için gözardı edersek, ulaşılmak istenen nokta konusunda, yani "telos" konusunda "Ebedi"lerin aynı kefeye konabileceğini düşünmüyorum. Gelgelelim, alandaki pratik gerçekler sürekli omzumu dürtüyor - milyonlarca insanın günlük yaşamını bire bir etkileyen ve karartan, on binlerce insanın ölümüne yol açan rejimler söz konusu olduğunda, "menzil"ler arasındaki fark çok daha önemsiz hale geliyor. Aslolan varılacak noktadan çok, yolculuğun kendisidir diyip duran yaşam gurularına kulak verecek olursak, bu iyice böyle.

Bu rövanşın gelmeyeceğini düşünüyordu Atatürkçüler; bu rövanşın onlara gerçek ve tam bir hezimeti tattırmasını istiyor Erdoğancılar. Bir sarkaç gibi düşünün - o tarafa gitti, şimdi bu tarafa gidiyor. O tarafa ne kadar ve ne hızla gittiyse, bu tarafa da öyle olacak muhtemelen.

Bizim ömrümüz yeter mi, tarih hızlanır mı bilemem, ama sonrası için şimdiden düşünmek gerek. Türkiye'de bunlar olurken, dünyada da başka sarkaçlar işliyor çünkü. Bizim sarkacın geri dönüş zamanı geldiğinde, sarkaç düzeneğinin kendisi bambaşka bir zemine taşınmış olabilir.

29.4.16

birlikte yaşayabilmek için



laiklik tartışması, türkiye cumhuriyeti'nin aşil topuğu, biliyoruz. kurtuluş-kuruluş aşamasında saltanatın-hilafetin kurtarılacağı vaadiyle (zımnen ya da açıkça) desteği alınan kitle ve güçlerin, cumhuriyetin ilk on yılında bertaraf edilmesi, dinin sıkı bir devlet denetimi altına alınması, toplumsal yaşamda görünürlüğünün azaltılması için büyük çaba gösterilmesi ve dindar kitlelerin neredeyse "ülke paydaşlığı"ndan çıkarılması, biraz sosyoloji bilen herkesin kolayca öngörebileceği gibi büyük bir basınç oluşturdu. cumhuriyetin enerjisinin büyük bir kısmı, bu basıncın patlamaya dönüşmesini engellemeye harcandı, bu da büyük bir kaynak israfı anlamına geldi - insan, toplum, para anlamında.

akp dönemi, dindar kitlelerin yeniden ülke paydaşlığını kazanma sürecini başlattı ve bence geri dönülmez bir aşamaya getirdi. islami burjuva palazlandı, daha önce başka kesimlere yönelik olarak uygulanmış patronaj sisteminden bu kez onlar yararlandı ve ekonomiden önemli bir pay almakla kalmadı, dünya ekonomisine de entegre oldu.

bu noktada, erdoğan rejimine özgü patolojilerin ağırlık kazanmaya ve bu resmi bozmaya başladığını gördük. erdoğan kendisini iktidardan vazgeçemeyecek bir köşeye sıkıştırmış olduğu için, gidebileceği tek yön iktidarını mutlaklaştırma yönüydü; bunu yaparken kitlesini mobilize etme yöntemi olarak da dinsel motifleri ve geçmişte dinen uygulanan baskıları yaygın olarak kullandı. toplumsal barışı sağlamak için uğraşmak yerine, toplumsal ayrışmayı kullanmayı yeğledi.

dolayısıyla bugün, laiklik/şeriat tartışmasını ilk günkü heyecanıyla yeniden yapar olduk. laikliği savunanlar, kendi yaşam alanlarının tehdit altında olduğunu hissediyor ve canhıraş bir mücadele vermeye hazırlanıyor, en azından psikolojileri böyle; şeriatı savunanlarsa seksen yıllık ezilmişliğin rövanşını almak için sabırsızlanıyor.

burada izlenebilecek iki yol var temelde: ya iki taraf da birbirini yok etmek, en azından etkisiz kılmak için çarpışacak, ya da iki taraf da birbirinin haklı olduğu noktaları teslim edecek ve uzlaşmanın yolunu arayacak. bu uzlaşma da ya tahammül etmekle sınırlı kalacak, ya da kabul ve benimsemeye dayanacak.

uzlaşma zemini ne olmalı, ne olabilir? öncelikle iki tarafın da şu gerçekleri görmesi lazım, sağlıklı bir diyaloğun başlayabilmesi için: birincisi, türkiye sosyo-ekonomik ve kültürel yapısı açısından iran ya da malezya değil; türkiye'de şeriat devleti kurulmasını halkın çoğunluğu kabul etmez. ikincisi, türkiye eski ayarlarına geri dönemez, muhafazakar kitlelerin bu ülkede toplumsal yaşamın kurallarının belirlenmesinde etkin rol oynaması artık engellenemez. başka bir deyişle dine dayalı olmayan bir devlet yönetimini, öte yandan halkın dini duyarlılıklarını daha fazla dikkate alan bir toplumsal söylemi geçerli kılmamız lazım. üçüncüsü, türkiye'nin gelişimini sürdürebilmesi için, devlet yönetiminde, eğitimde, ekonomide, sağlıkta, bilimde inancın değil aklın, sadakatin değil liyakatin hakim olmasını sağlamak şart.

pratikte bu ne demek?
merkez partilerden hiçbirinin, muhafazakar seçmeni küçümsememesi, "akp seçmeni" diye gözden çıkarmaması, oyuna talip olması demek. bunun oy avcılığıyla değil, samimiyetle yapılması lazım elbette.
dini simgelerin, toplumsal ve bireysel yaşamda daha rahat kullanılması demek - burada zaten bir ilerleme var, daha da olabilir: mesai saatleri dahilinde ibadet düzenlemeleri, kuran üzerine yemin etme seçeneği, hastanede kritik durumdaki hastalara din adamı desteği, muhafazakar tatil seçeneklerinin artırılması vs.
eğitimde, muhafazakar ailelerin çocuklarına daha kapsamlı ve seçmeli bir dini eğitim sağlanması, ama bunun sıfırdan formüle edilecek "inanç okulları" kapsamında yapılması, "imam hatip"lerin bu işlevi yerine getirmeyi bırakması demek.
devletin din işlerini yönetmekten vazgeçmesi, diyanet'in kapatılması, imam-hatipliğin meslek lisesi kapsamından çıkarılması ve yüksekokul-üniversite kapsamına alınması demek.
ülke çapında yapılanmak isteyen dinler için, bu imkanın devlet yapısı dışında ama devletin mali-idari sıkı denetimine tabi bir model kapsamında sağlanması demek.
üniversitelerin ve bilim-bilgi üretim merkezlerinin özerkliğinin sağlanması demek.
silahlı kuvvetlerin ve emniyet teşkilatının, siyasal iktidara bağlılık ölçütüyle değil, işini iyi yapma ölçütüyle biçimlendirilmesi ve çalıştırılması demek.
eğitimde oecd ortalamasının üstüne çıkabilmek için çalışılması, bunun da kaynak ayırmaktan ibaret olmadığının, ciddi biçimde projelendirilmesi ve projelerin yaşama geçirilmesi gerektiğinin idrak edilmesi demek.
kadınların yaşamın tüm alanlarında daha fazla yer alabilmesinin sağlanması, bunun tüm toplumun yaşam kalitesini artıracağının kabul edilmesi demek.
basın ve ifade özgürlüğünün, doğru ve zamanında haber alma hakkının, basın ahlakının öneminin idrak edilmesi ve korunması demek.
hukukun üstünlüğünün sağlanması ve adalet sisteminin saygınlığa kavuşturulması demek.

örnekler çoğaltılabilir; önemli olan, toplumsal ve bireysel taleplerin ülkeyi ileri götürüp götürmeyeceğini doğru saptamak, bunu da açık ve özgür bir ortamda tartışarak yapmak.

kimsenin kimseye "beğenmiyorsan git" demediği bir ülkeden söz ediyorum. farklılıkları düşmanlık haline getirecek şekilde kışkırtmadığımızda bunu sağlamak mümkün olabilir.





26.4.16

laiklik anayasadan çıkarılmalı



erhan memiş'e.


uzun zamandır duyduğum en iyi fikirlerden birini, meclis başkanı kahraman dile getirdi - bu fikrin bir akp'liden gelmiş olması beni ayrıca sevindirdi: laiklik anayasadan çıkarılmalı.

kılıçdaroğlu bu fikre hemen tepki verdi, ama laiklik, kılıçdaroğlu'nun sandığı gibi herkesin dinini özgürce yaşayabilmesinin garantisi değil. laiklik, devletin tanımladığı sünniliğin devlet denetiminde, hatta doğrudan devlet aygıtıyla (yani diyanetle) halka dayatılması demek. laiklik, türkiye'de sünniler bile dinlerini özgürce yaşayamasın demek aslında.

anayasadan laiklik kaldırılmalı.
yerine sekülerlik gelmeli.
devletin akla dayanarak yönetilmesi,
siyasetin akla dayanarak yapılması,
insanların hastanelerde akla dayanarak tedavi edilmesi,
mahkemelerin akla dayanarak muhakeme etmesi,
okullarda akla dayanarak eğitim verilmesi,
dinin bireylere bırakılması ve başkalarının hak ve özgürlüklerini, güvenliğini, sağlığını, eşitliği tehdit etmediği sürece özgürce yaşanması,
dinin devlet desteğiyle ya da denetimiyle biçimlendirilmemesi,
devletin bütün dinlere, bütün tanrılara eşit mesafede durması
gelmeli.

laikliğin anayasadan çıkarılmasıyla iş bitmiyor, yapmışken tam yapmak lazım.
diyanet işleri de anayasadan çıkarılmalı.
sünnilerin dini bayramları da anayasadan çıkarılmalı.
zorunlu din dersleri de anayasadan çıkarılmalı.
imam hatipler kapatılmalı.

buyrun, laikliğin anayasadan çıkarılmasını böyle konuşalım.


not: akıl da çok matah bir şey değil, ama onu ayrıca konuşuruz.

21.4.16

aynısı, farklısı: camiden karakter tahlili





yaklaşık 40 yıl türkiye'de yaşamış biri olmama rağmen büyük gecikmeyle idrak ettiğim bir gerçeği paylaşmak istiyorum izninizle. doğulu-batılı, dindar-liberal, muhafazakar-ilerici, otoriter-özgürlükçü ikilikleri üzerinden yazılan bir tarihimiz var malum. bunların ve benzeri ikiliklerin temelinde, kişilik meselesi sayılabilecek başka bir ikilik var: aynısını isteyenler ile farklısını isteyenler olarak ikiye ayrılıyor insanlar. biraz açayım.

dönüp baktığımda, çocukluğumdan beri doğal bir doğru olarak "farklı"yı hedeflemem gerektiğini düşündüğümü, hatta bunu düşünmek zorunda bile kalmayacak kadar içselleştirdiğimi görüyorum. çevremdeki pek çok insan için de böyle bu: bir şey yapacaklarsa, bunu o zamana kadar yapılmış olanlara yeni/özgün/farklı bir katkı olacak şekilde yapmaya çalışıyorlar. daha önce yapılmışın yineleyicisi/taşıyıcısı/aktarıcısı olmak istemiyorlar. bireysel varoluşlarının anlamını, bütüne ekledikleri o ufak da olsa farklılık oluşturuyor; o bütünün değişmeden biraz daha sürebilmesini sağlamak değil.

böyle olduğu için, "aynı"yı hedefleyenleri ve "aynı"yı hedeflemenin tıpkı benim doğrum gibi "doğal bir doğru" olabileceğini hiç anlayamamış olduğumu fark ediyorum.

bu "aynı"nın çeşitli açılımları var tabii. beş yüz yıldır yapılan camilerin ezici çoğunluğunun birbirine benzemesi de buradan geliyor, bireyselliğin ve özgürlüğün bastırılması da, bireysel hakların önemsenmemesi de, dinin, daha doğrusu belirli bir dindarlık yorumunun baş tacı edilmesi de.

herhangi bir şeyin yeterince uzun bir süredir yapılması, o şeyin matah olmasının yeterli gerekçesi olabiliyor. "birinci geleneksel kiraz şenliği"ndeki ironi o yüzden pek çok kişi tarafından görülmüyor. yeterince uzun süre yapıldıktan sonra da, o şeyde ancak çok ufak değişikliklere tahammül ediliyor; geleneğin ana unsurlarının mutlaka kolayca tanınacak şekilde mevcut olması isteniyor. giysi de böyle, sanat da, ilişkiler de, toplum yapısı da, tabii camiler de.

böyle bir dünya tasavvuru mümkün tabii: her şeyin mümkün olduğunca aynı tutulduğu bir gezegen olabilir; güzel bir gezegen de olabilir bu. ama insan sormadan edemiyor - en azından ben edemiyorum: eğer en iyisini bulmuşsak, aynı tutmaya çalışmak makul; peki ya daha bulamamışsak? "daha iyisi mümkün" inancıyla "bu hep böyleydi, demek ki iyi" inancının çatıştığı nokta bu. bugün içinde yaşadığımız dünya söz konusu olduğunda, "daha iyisi mümkün" demeyecek pek az insan vardır herhalde, ama bu bir uzlaşma anlamına gelmiyor yine de: daha iyisini isteyenlerin bir kısmı bunu yenide ararken, bir kısmı eskide, artık olmayanda, belki hiçbir zaman olmamış ama olduğu farz edilen "altın çağ"da arıyor çünkü.

"aynısı" grubundaki insanlarda şöyle bir şey de gözlemliyorum öte yandan: kendilerine kurdukları geleneğin "kurulmuş" bir gelenek olduğunu, tıpkı onlarınki gibi başka kurulu geleneklerin de var olduğunu, bu gelenekler arasında da genelde bir "ast-üst" ilişkisi olmadığını kabul etmekte zorlanıyorlar. camilere dönecek olursak: selçuklu camilerine, osmanlı'nın ilk dönemindeki camilere baktığımızda, bugünkü klasik formun, yani "küçük kubbelerle çevrili büyük kubbe" formunun kullanılmadığını görüyoruz. kubbeli tapınak formu islamiyetten önce de var tabii - kiliselerde. sinan'ın süleymaniye'yi, ayasofya'ya nispet olsun diye yaptığı ama kubbesini daha büyük yapamadığı için hayıflandığı anlatılır. ama bugün bir "anadolu müslümanı"na, kubbe formunu müslümanların bulmadığını, hatta en "ileri" örneğinin müslümanlardan önce yapıldığını kolay kolay anlatamazsınız. kubbe onlar için islami geleneğin ayrılmaz bir parçası, alamet-i farikası; başka bir geleneğe ait olabileceğini düşünmek bile huzursuz ediyor onları.

"geleneği muhafaza etmek"ten "toplumsal muhafazakarlık"a giden yol pek de uzun değil; farklısını isteyenlere karşı aynısını isteyenlerin kendi tercihlerini dayatabilmek için hemen otoriterliğe yaslanmaları da şaşırtıcı değil. tabii bu cümlenin altında bir değer yargısı kabulü var: "farklısı" insanları için muhafazakarlık nasıl dayatmaysa, "aynısı" insanları için de özgürlük öyle bir dayatma olabiliyor. özgür olmak istemeyen bir insanı zorla özgür yapamazsınız.

işte kırk yılın sonunda idrak ettiğim şey bu oldu: insanlar sahiden özgür olmak istemeyebiliyor. bu her ne kadar bence bir yanılgıya dayanıyor olsa da, kendi içinde kötü bir şey değil.

önümdeki kırk yıl için hedefim, "aynısı" insanlarıyla "farklısı" insanlarının birbirinin canına okumadan, gelişip serpilerek aynı toplum içinde yaşamalarının nasıl mümkün olacağını anlamak.

bir de frank gehry'ye yozgat'ta cami yaptırmak.



27.3.16

masumiyetin hatırası



dün gece "hatıraların masumiyeti"ni izledik esra'yla. orhan pamuk'u edebi, siyasi ya da kişisel nedenlerle seversiniz ya da sevmezsiniz, ama "masumiyet müzesi" projesi, kitap-müze-belgesel-film paketi olarak düşünüldüğünde gerçekten benzersiz bir iş. romanın kendisi basit bir melodram - aşık olduğu kadınla çok geç tanışan, sonra onu yeniden elde etmek için yıllarca sabırla uğraşan, ama kavuştuğu anda yitiren bir adamın saplantılı hikayesi. bu melodramatik aşkın da çok özgün olmayan bir özelliği var: adam, kadının dokunduğu her şeyi toplamaya başlıyor. orhan pamuk, bu basit çıkış noktasını ve "numara"yı, yarattığı karakteri gölgede bırakacak bir tutku ve saplantıyla öyle bir işledi ve hayata/dünyaya yaydı ki, hayran olmamak elde değil.

bundan çıkarılacak bir ders varsa, o da yaratıcılığın abartıldığı kadar matah bir şey olmadığı bence. tutku ve kendine inanmayla çok daha fazla yol katediliyor. diyebilirsiniz ki yazarın münzevi bir yaratıcı olarak, dünyevi işlerle hercümerç olmamış masum portresini nereye asacağız? iki kuruşluk bir blog yazarının bile kendini pazarlama gurusu sayabildiği bu çağda, yazara dair bu romantik hatıra kendisine artık yalnızca bir müzenin, bir "cabinet of curiosities"in (harikalar odasının) duvarlarında yer bulabilir gibi geliyor bana.

25.3.16

neden bana üzülmedin?



brüksel'deki terörist saldırısına üzülen avrupalıya, amerikalıya bu soruyu sorduk: ankara'ya neden üzülmedin? ilk bakışta makul bir soru: "biz insan değil miyiz?"den yola çıkıyor. oysa her "insan olan"a, "insana dair olan"a eşit derecede üzülemeyeceğimiz kadar çok sayıda üzücü şey oluyor dünyada - hepsine üzülebilecek kapasitemiz yok aslında, ya da hem üzülüp hem yaşamaya devam edebilecek takatimiz. üzülmek sonuçta bir duygu, akılla talep edilebilecek bir şey değil, akılla yapılabilecek bir şey değil. akılla yapabileceğimiz şey şu: üzülmemiz gerektiğini idrak edebiliriz, üzülmediğimiz için suçluluk hissedebiliriz, ama üzülmemizi sağlayamayız. insan sevdiği için üzülür; kendine yakın hissettiği için üzülür; kendine benzeyen için üzülür; kendini onun yerine koyabildiği için üzülür. üzülmüyorsa, bu koşullardan hiçbiri gerçekleşmemiş demektir. "neden bana üzülmedin?" sorusunun cevabı da burada; soruyu da başkasına değil, kendimize sormamız gerekir. türkiye içinde de insanların birilerine üzülürken diğerlerine neden üzülmediğini bu yakıcı açıdan değerlendirmek gerekir.


müstemleke hukuku



22 Mart - Güne başlarken: dün gece ‪#‎StopChildRapeInTurkey‬ hashtag'i dünya çapında en çok konuşulan konu oldu. Karaman'daki utanç ve dehşet verici olayın örtbas edileceğinden endişe duyanların yoğun destek verdiği bir kampanyaya dönüşen hashtag, "ülkemizi yabancılara şikayet edip rezil ediyorlar" çığırtılarını doğurmakta gecikmedi. İki yıl gibi bir süre içinde 45 çocuğa (belki daha fazlasına) sistematik taciz uygulanması hakkında tüm sorumluları ortaya çıkarmak için seferberlik yapılmamasını değil, bu konuyu dünya gündemine getirmeyi utanç verici bulan bir ülke haline nasıl geldiğimiz açık: maddi çıkar peşinden koşmayı en büyük ibadet olarak görmek, hukuk sistemini yok etmek, güvenlik sistemini de kötürüm bırakmak. Bir şehrin karabasansı suskunluğunu deşecek bir hukuk sistemi olsaydı, kimse yakarışlarını dünyaya duyurma ihtiyacı hissetmezdi.

Bunun bir başka örneğini bugünkü gazetelerde okuyacaksınız: Rıza Sarraf, 75 yıl hapis istemiyle ABD'de tutuklandı, aracı olduğu yolsuzlukların hikayesini ve bu hikayelerin nerelere uzanacağını birlikte dinleyeceğiz. Bu hikayeleri bize Türk savcıları değil, Amerikan savcısı Preet Bharara anlatacak.

Asıl rezalet işte bu: kendi hukuku olmayan, başkasının hukukuna muhtaç ve ona mahkum bir müstemleke seviyesine düşürülmek. Bunun sorumluları ve destekçileri kendilerini hiçbir zaman aklayamayacak.



"tamamen hasbelkader seçtim"



ayraç dergisinin mart sayısında: editörlük üzerine bir söyleşi.


sözden korkmak


"Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atan ‘Barış İçin Akademisyenler’in İstanbul’daki üyelerinin düzenlediği basın toplantısında ‘Tüm tehditlere rağmen geri adım atmayacağız’ başlıklı açıklamayı okuyan Muzaffer Kaya (Nişantaşı Üni.), Esra Mungan (Boğaziçi Üni.) ve Kıvanç Ersoy (MSGSÜ) adlı üç akademisyen tutuklandı. Onlara destek için Adliye'ye giden Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson sınırdışı ediliyor.

Öte yandan, mevcut yasalarla düşünceye ve ifadeye yapılabilen zulüm yetmiyormuş gibi, ifade özgürlüğünün daha da kısıtlanıp terör suçu kapsamında değerlendirilmesinin yolu yapılıyor.

Bütün bunlar, insanlar ülkeleri için endişeleniyor ve bu konuda bir şeyler söylüyorlar diye oluyor.

Sözden korkmak, korkuların en ölümcülü. Bir aşamadan sonra da tedavisi imkansız.

14.3.16

Korku İmparatorluğu’nun İki Açmazı



Buraya bir günde gelmedik; bir günde çıkmamız da zor. Sabır ve soğukkanlılık isteyen bir çıkış yolu var gibi geliyor bana (ama bugün, infialin orta yerindeyken, Türkiye’de “sabır” ve “soğukkanlılık” istemek, kendi bacağına kurşun sıkmaktan ne kadar farklı, onu da bilemiyorum).

CHP’nin her zamanki çapsızlığı ve HDP’nin taca çıkmış olması nedeniyle, ülkeyi (iç/dış) savaştan kurtarabilecek tek bir aktör grubu kaldı: AKP seçmeni. Aslında CHP çapsız olmasaydı ve HDP taca çıkmamış olsaydı bile, bir ülkenin yarısı barış istemezse o ülkeye barış gelemeyeceğine göre, AKP seçmeni yine kritik öneme sahip olacaktı.

AKP seçmeninin açmazı şu: Elbette insanların ölmesini istemiyorlar, ama partileri iktidardan giderse başlarına büyük felaketler geleceğine, partinin iktidarda kalmasını sağlayabilecek tek gücün de Erdoğan olduğuna inanıyorlar. Dolayısıyla Erdoğan, AKP seçmeni için bir varoluş meselesi. Diğer her şeyi, kendi varoluşlarını devam ettirecek ya da sona erdirecek unsurlar olarak değerlendiriyorlar. Savaşın kendisi, üzücü olmakla birlikte, varoluşun sona erme ihtimalinden daha kötü değil. Aynı şekilde hukuksuzluk, yolsuzluk, ekonomik ve toplumsal göstergelerin alarm vermesi vs. de endişe verici olmakla birlikte, AKP burjuvazisinin doğuş/konsolidasyon sürecinin karşısında ağır basamıyor. Erdoğan’ın AKP seçmenine kurduğu korku imparatorluğu bu; yıkılması gerek.

AKP burjuvazisinin bu talebini haksız bulmak bence sosyolojik ve tarihsel olarak imkansız. Bunu kabul ettiğimizde, bu bataklık döngüsünden kurtuluşu nerede aramak gerekeceği de biraz daha netleşiyor: AKP seçmeninin iktidarını koruyacak (ve zaman içinde, iktidarda olmasa bile varlığını salimen sürdürebileceğine dair özgüveni sağlayacak), ama bunu Erdoğan’la göbek bağı olmadan yapabilecek bir AKP.

Böyle bir şeyin gerçekleşmesine hep “olasılıksız” muamelesi yapıldı, ama ben çok emin değilim. AKP seçmeni, Erdoğan’sız da “var”lığını ve “varlık”ını sürdürebileceğine ikna olmadıkça, Türkiye’nin ilerlemesi zor.

Bu da bizi AKP’li olmayan seçmenin açmazına getiriyor: siyasal bir kadronun yozlaşmasından ve gözü kara çıkarcılığından kurtulabilmek için; “Cumhuriyet ideolojisi”ne sığınarak bugüne kadar “ülkenin sahipliği”ni paylaşmaya yanaşmadığı dev kitleyi, eşiti olarak kabul etmek ve var olma hakkını tanımak, bunun gereklerini yerine getirmek zorunda. Cumhuriyet’in, AKP’li olmayanlar için kurduğu ve Erdoğan’ın fütursuzca payanda sağladığı bu korku imparatorluğunun da yıkılması gerek.

Bu temelde algısal bir açmaz; aşılması mümkün. Bu aşıldığında, ilk açmazı aşmak da kolaylaşacak. Ama dediğim gibi, ülkenin her tarafında sürekli kan dökülürken, iki korku imparatorluğu iç içe geçmişken ve Erdoğan ikisinden de beslenmenin yolunu bulmuşken, bu sabır ve soğukkanlılık hakkında konuşmak bile zor.



1.3.16

Şaka-Cidden!



Kitapçıya girdi – her zaman gittiği, çalışanlarıyla ayaküstü sohbet ettiği, kendini rahat ve “hoşgelmiş” hissettiği kitapçıya. Tanıdık raflarına yöneldi, bir kitap vardı aradığı, Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’u - kolayca buldu, aldı, kasaya yöneldi. Kitabı uzatmış, cüzdanından para çıkarmaya davranmıştı ki, daha önce fark etmediği, resmi giyimli bir adamla bir kadının kendisine doğru geldiğini gördü; adam kitabı kasiyerin elinden aldı, başlığını okudu; kadın elindeki kalın klasörden kitabın adını buldu, “38-39,” dedi; resmi giyimli adam kitabın o yaprağını buldu, yırttı ve kitabı ona uzattı. Bakışlarındaki soru işaretlerini gören kadın, yeni muzır neşriyat yasasının bir uygulaması olarak bunu yapmak zorunda olduklarını açıkladı. “Kamera şakası mı bu?” diye sordu şaşkınlıkla. Öyleydi.

Mizahtan, ironiden, alaydan, fıkradan, espriden ayrı bir kategori olarak şakanın temel özelliklerini barındıran bir örnek bu; açmak gerekir. Şaka, iki yanlı bir konumlama oyunudur – şaka yapan, bir meydan yaratır, şaka yapılanın çağrıldığı, onun rızası alınmadan maruz bırakıldığı bir meydandır bu. Dolayısıyla bir “iktidarlanma” söz konusudur – şaka yapan, mevcut ya da gelecekteki izleyiciler nezdinde, şaka yapılana karşı bir iktidar konumuna sahip olduğu iddiasını, bu meydanla birlikte öne sürer. Şaka yapılanın önünde üç seçenek vardır: ya şaka kurgusunu reddedecek ve oyunu ciddiyetle bozarak “şaka kaldırmazlar” kategorisine girmeyi göze alacaktır – bu tutum, iktidar meydanını geçersiz saymaya yönelik bir stratejiyse de, sonuç her zaman umulduğu gibi olmayabilir; ya şaka kurgusunu kabul edecek ama elinden, kendisine gülenlerle birlikte kendisine gülmekten başka birşey gelmeyecektir, böylece de (iyi ihtimalle sevimli bir) salak yerine konmayı göze alacaktır – bu tutum, şaka yapanın iktidarını kabullenmek anlamına gelir elbette; ya da zekice bir manevrayla masayı çevirecek, şaka yapanın meydan okumasına karşılık verecek, bu kez onu bir şakayla karşı karşıya bırakarak iktidara ortak olduğunu gösterecektir. Kimi zaman yalnızca zeka bağlamında bir kapışmadır bu; daha soyut ve sosyal güçlülük iddialarına tercüman olduğu da olur ama.

Şakayı kimlerin yapabileceği, mevcut iktidar ilişkileri tarafından az çok çerçevelenmişse de (patronlar, erkekler, beyazlar, kaslılar vs), kurumsal olarak güçsüzlük atfedilmişlerin şaka yapabilmesi, hatta buna yine kurumsal olarak olanak tanınması rastlanmayan birşey değildir – Kemal Sunal’ı, saray soytarılarını, İsistrata’yı anımsayalım.

Birisine şaka yapma hakkını kendinde görmek, o insan bağlamında, kişinin kendiyle ilgili algısı bağlamında ne anlama gelir? Tersten uzatılmış bir el de olabilir şaka – hedefini yanına çekmeyi, aşağıda kalmasına yeğleyen, eğlencenin iki taraflı olacağını uman birinin uzattığı bir el. Çok masum değildir yine de, çünkü meydan yaratma hakkını kendinde görmüştür bir kere, onun keyfi böyle istediği için karşısındakini kendini kanıtlamak zorunda bırakmanın masumiyeti elbette sınırlı olacaktır, ama küçük düşürmeyi hedeflemiş bir şaka kuran kişiden daha iyi niyetli olduğu da söylenebilir. Niyete bakarak yapılan sınıflamalar nesnellik açısından tartışmalıdır, ama bu noktadan, niyet noktasından hareketle şakanın etiği konusu gündeme getirildiğinde, daha somut bazı şeyler söylemek mümkündür.

Eşitlerin kendi aralarında, alttakilerin üsttekilere, üsttekilerin alttakilere yaptığı şakalar arasında, etik anlamda kategorik farklılıklar vardır. Konumundan kaynaklanan güçle şakayı dayatmak, meydanın “sportmen”liğine gölge düşürür.

Bir şaka ne kadar mükemmelse o kadar ahlaksızdır. Her şaka, ilke olarak kendi şakalığını bir şekilde görülür kılmak, şaka olduğu anlaşıldığında da oyunun bittiğini duyurmak zorundadır. “Bu bir kamera şakası mı?” sorusu sorulduğu anda şaka kapanmıştır, kapandığı duyurulmalıdır; sürdürmek, şakanın doğasını değiştirir, eziyet sınırına yaklaştırır.

Kitlelerin yaptığı şakalar, kitlelere yapılan şakalar ilginç birer alt küme oluşturur. Bir sabah kalktığınızda, “Şaka mı bu?” nidasıyla gazeteye bakmanıza yol açan da bu kümelerdir. Bu nidada, atmaktan imtina edilmiş bir adım sezinlenir oysa – bilincin olduğu yerde, bütün bir evrenin büyük bir şaka olmasını engelleyen nedir ki? Şaka yapan tanrı fikri, semavi dinlerin çok da hoşlanmadığı bir fikirdir, tanrı en iyi olasılıkla bir-iki defa şakalaşmak ihtiyacı hissetmiştir (İbrahim’den oğlunu kurban etmesini istediğinde olduğu gibi), ama bütün sistemi bir şaka üzerine kurduğu fikri hiç hoş karşılanmaz. Eldeki göstergeleri nasıl değerlendirdiğinize bağlı olarak, evrenin (biraz fazla uzatılmış) bir şaka olduğunu savunabileceğiniz gibi, yalnızca kötü bir eziyet olduğunu da söyleyebilirsiniz.

Tanrıdan şaka etiğine uymasını istemek, kuşkusuz ileri gitmek olurdu.


2001


21.2.16

nasıl reklamcı olamadım



hayatta bir defa bir reklam fikri geldi aklıma. bundan üç yıl önceydi, alkol reklamları yasaklanmıştı - televizyonda zaten yasaktı da billboard'larda, büfelerde, konser organizasyonlarında filan da içki markalarının adı geçemeyecekti. fikir şuydu: insanların tek başına, çift olarak ya da toplu halde içki içtikleri anların fotoğraflarından oluşan bir seri yapmak. ama fotoğraflarda hiç içki yok - şişe yok, kadeh yok, yalnızca içerkenki pozlar var. sonra bunun hakkında sosyal medyada "efes pilsen'in billboard'larını gördün mü?" geyiği çevirmek.

bu fikri paul mcmillen'a (ultrarpm) yazdım üşenmeden:

"Paul hi,

I have an advertisement idea I have no use for, so I thought I'd throw it at you, and maybe you can find a way to use it if it is any good.

Alcoholic beverage companies willl no longer be able to advertise their products. I think there's a way around that: remove the signifier from the sign and put it somewhere else. Here's what I mean: you have a series of billboard photographs, depicting various groups of merry people, in various poses of having drinks - but there are no bottles, no glasses, they are not sitting at a bar, etc; it's only their poses, the way they hold their hands (like holding a beer jug), the way their arms are extended ("cheers") etc. The style, color, angle etc of these photographs make it clear they belong to the same series, but there is no written indication of that. Nowhere on the billboard does it say "Efes Pilsen", no logo, no silhouette of the bottle. Then you recruit a sufficient number of people on facebook and twitter, and they are the ones who announce how much they have liked the new Efes Pilsen ads, with snapshots attached. It goes viral, and you have done your job.

Once you pull that off, you can become more abstract in the next rounds, because people will be expecting the sign with the omitted signifier.

Best"

paul fikri beğendiğini söyledi ama kullanmadı. benzer bir fikir, fotoğrafçı eric pickersgill'in de aklına gelmiş. telefon ve tabletlerin olmadığı bir fotoğraf dizisi yapmış. benim hayal ettiğimden daha iyi olmuş tabii:

http://www.removed.social/


25.1.16

siz de güncel sanatçı olabilirsiniz

hiç çekinmeyin. sanat dünyası, hele ki küreselleşmiş sanat dünyası, demokratik ortamların en güzeli, suyun en ılık olduğu yer. hiç korkmadan atlayın. bilmeniz gereken iki şey var:

1.ironi yapmak,
2.ironi yapamamak.

gerçekten de güncel sanat üretiminin çok büyük bir oranı, bu iki strateji üzerinden gerçekleşiyor. biraz açalım.

ironi yapmak

boyutla oynayarak ironi yapmak
normalde çok küçük olan bir şeyi çok büyük yapın, ya da çok büyük olan bir şeyi çok küçük gösterin.





malzemeyle ironi yapmak
sert bir şeyi yumuşak bir malzemeden yapın, ağır bir şeyi hafifletin.





biçimini bozarak ironi yapmak
düzse yuvarlık, uzunsa kısa yapın.




yan yana getirerek ironi yapmak
normalde bir arada düşünülmeyecek şeyleri bir arada düşünün.




işlevini değiştirerek ironi yapmak
beklenmedik nesnelere beklenmedik işlevler yükleyin.




yerini değiştirerek ironi yapmak
beklenmedik nesneler beklenmedik yerlerde karşımıza çıksın.



kelime oyunuyla (sözel) ironi yapmak
kelime oyunu yaparak yazı yazın, ama kalemle değil fırçayla, ya da kağıda değil duvara, ya da farklı nesnelerle (ampul, kaplumbağa kabuğu, prezervatif vs)



bunların bir kombinasyonuyla ironi yapmak
ne kastedildiği açık sanırım. mesela buradaki örnekte hem boyut, hem malzeme, hem yer ironisi var (kraliçenin vajinası, saray bahçesinde, dev, demirden)



üç boyutlu karikatür yapmak
aklınıza gelen karikatür fikrini cisimleştirin.



bunların dışında bir de ironi yapamamak var. 

ironi yapamamak

aklınıza gelen fikrin, konseptin mümkünse üç boyutlu ilüstrasyonunu yapın, görselleştirin.







aslında gördüğünüz gibi, güncel sanatçı ironi yapmadan zor durur; en ironisiz işte bile bir ironi bulmak mümkündür.

herhalde anlaşıldı. öyleyse biraz da alıştırma yapalım, ısınalım mevzuya. 


alıştırmalar:

alıştırma 1
yukarıdaki örneklerde birden fazla kategoriye giren işleri belirleyiniz, hangi kategorilere girdiklerini belirtiniz.

alıştırma 2
aşağıdaki iki görselleştirmeyi kullanarak bir ironik, bir de ironik olamayan güncel sanat yapıtı üretiniz. (ipucu: 1.boş bakkal ne tartar? 2. evde bomba nasıl yapılır?) işinize bir başlık koyunuz.