21.4.16

aynısı, farklısı: camiden karakter tahlili





yaklaşık 40 yıl türkiye'de yaşamış biri olmama rağmen büyük gecikmeyle idrak ettiğim bir gerçeği paylaşmak istiyorum izninizle. doğulu-batılı, dindar-liberal, muhafazakar-ilerici, otoriter-özgürlükçü ikilikleri üzerinden yazılan bir tarihimiz var malum. bunların ve benzeri ikiliklerin temelinde, kişilik meselesi sayılabilecek başka bir ikilik var: aynısını isteyenler ile farklısını isteyenler olarak ikiye ayrılıyor insanlar. biraz açayım.

dönüp baktığımda, çocukluğumdan beri doğal bir doğru olarak "farklı"yı hedeflemem gerektiğini düşündüğümü, hatta bunu düşünmek zorunda bile kalmayacak kadar içselleştirdiğimi görüyorum. çevremdeki pek çok insan için de böyle bu: bir şey yapacaklarsa, bunu o zamana kadar yapılmış olanlara yeni/özgün/farklı bir katkı olacak şekilde yapmaya çalışıyorlar. daha önce yapılmışın yineleyicisi/taşıyıcısı/aktarıcısı olmak istemiyorlar. bireysel varoluşlarının anlamını, bütüne ekledikleri o ufak da olsa farklılık oluşturuyor; o bütünün değişmeden biraz daha sürebilmesini sağlamak değil.

böyle olduğu için, "aynı"yı hedefleyenleri ve "aynı"yı hedeflemenin tıpkı benim doğrum gibi "doğal bir doğru" olabileceğini hiç anlayamamış olduğumu fark ediyorum.

bu "aynı"nın çeşitli açılımları var tabii. beş yüz yıldır yapılan camilerin ezici çoğunluğunun birbirine benzemesi de buradan geliyor, bireyselliğin ve özgürlüğün bastırılması da, bireysel hakların önemsenmemesi de, dinin, daha doğrusu belirli bir dindarlık yorumunun baş tacı edilmesi de.

herhangi bir şeyin yeterince uzun bir süredir yapılması, o şeyin matah olmasının yeterli gerekçesi olabiliyor. "birinci geleneksel kiraz şenliği"ndeki ironi o yüzden pek çok kişi tarafından görülmüyor. yeterince uzun süre yapıldıktan sonra da, o şeyde ancak çok ufak değişikliklere tahammül ediliyor; geleneğin ana unsurlarının mutlaka kolayca tanınacak şekilde mevcut olması isteniyor. giysi de böyle, sanat da, ilişkiler de, toplum yapısı da, tabii camiler de.

böyle bir dünya tasavvuru mümkün tabii: her şeyin mümkün olduğunca aynı tutulduğu bir gezegen olabilir; güzel bir gezegen de olabilir bu. ama insan sormadan edemiyor - en azından ben edemiyorum: eğer en iyisini bulmuşsak, aynı tutmaya çalışmak makul; peki ya daha bulamamışsak? "daha iyisi mümkün" inancıyla "bu hep böyleydi, demek ki iyi" inancının çatıştığı nokta bu. bugün içinde yaşadığımız dünya söz konusu olduğunda, "daha iyisi mümkün" demeyecek pek az insan vardır herhalde, ama bu bir uzlaşma anlamına gelmiyor yine de: daha iyisini isteyenlerin bir kısmı bunu yenide ararken, bir kısmı eskide, artık olmayanda, belki hiçbir zaman olmamış ama olduğu farz edilen "altın çağ"da arıyor çünkü.

"aynısı" grubundaki insanlarda şöyle bir şey de gözlemliyorum öte yandan: kendilerine kurdukları geleneğin "kurulmuş" bir gelenek olduğunu, tıpkı onlarınki gibi başka kurulu geleneklerin de var olduğunu, bu gelenekler arasında da genelde bir "ast-üst" ilişkisi olmadığını kabul etmekte zorlanıyorlar. camilere dönecek olursak: selçuklu camilerine, osmanlı'nın ilk dönemindeki camilere baktığımızda, bugünkü klasik formun, yani "küçük kubbelerle çevrili büyük kubbe" formunun kullanılmadığını görüyoruz. kubbeli tapınak formu islamiyetten önce de var tabii - kiliselerde. sinan'ın süleymaniye'yi, ayasofya'ya nispet olsun diye yaptığı ama kubbesini daha büyük yapamadığı için hayıflandığı anlatılır. ama bugün bir "anadolu müslümanı"na, kubbe formunu müslümanların bulmadığını, hatta en "ileri" örneğinin müslümanlardan önce yapıldığını kolay kolay anlatamazsınız. kubbe onlar için islami geleneğin ayrılmaz bir parçası, alamet-i farikası; başka bir geleneğe ait olabileceğini düşünmek bile huzursuz ediyor onları.

"geleneği muhafaza etmek"ten "toplumsal muhafazakarlık"a giden yol pek de uzun değil; farklısını isteyenlere karşı aynısını isteyenlerin kendi tercihlerini dayatabilmek için hemen otoriterliğe yaslanmaları da şaşırtıcı değil. tabii bu cümlenin altında bir değer yargısı kabulü var: "farklısı" insanları için muhafazakarlık nasıl dayatmaysa, "aynısı" insanları için de özgürlük öyle bir dayatma olabiliyor. özgür olmak istemeyen bir insanı zorla özgür yapamazsınız.

işte kırk yılın sonunda idrak ettiğim şey bu oldu: insanlar sahiden özgür olmak istemeyebiliyor. bu her ne kadar bence bir yanılgıya dayanıyor olsa da, kendi içinde kötü bir şey değil.

önümdeki kırk yıl için hedefim, "aynısı" insanlarıyla "farklısı" insanlarının birbirinin canına okumadan, gelişip serpilerek aynı toplum içinde yaşamalarının nasıl mümkün olacağını anlamak.

bir de frank gehry'ye yozgat'ta cami yaptırmak.



1 yorum:

  1. Bugün içinde yaşadığımız dünya söz konusu olduğunda, "daha iyisi mümkün" demeyecek pek az insan vardır herhalde, fakat bana sorarsanız, bugün içinde yaşadığımız ülke söz konusu olduğunda, "daha iyisi mümkün" demeyecek çok çok sayıda insan vardır. "Daha ne olsun" mantığını güdenlerin sayısı hiç de az değil.
    *
    Bugün bir "Anadolu müslümanı"na, kubbe formunu müslümanların bulmadığını, hatta en "ileri" örneğinin müslümanlardan önce yapıldığını kolay kolay anlatamayacağınız gibi minare formunu da müslümanların bulmadığını kolay kolay anlatamazsınız. Hatta hiç anlatamazsınız.

    YanıtlaSil

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.