14.2.15

vahşi türkiye ve "vigilante" kanunlarının doğuşu





din kurumunun varoluşunun sosyolojik nedenlerinden biri olarak, ahiret korkusunun suçu engellemekte ve toplumsal normları uygulatmadaki etkisi öne sürülür geleneksel olarak. türkiye'nin son 12 yılı, bunun doğru olmadığını kanıtlayan bir laboratuar deneyine dönüşmüş durumda. dinin hiçbir dönemde olmadığı kadar öne çıktığı, norm kılındığı, dayatıldığı bu dönemde, hukukun yerle bir edilmesi nedeniyle eşine modern dünyada az rastlayabileceğimiz bir hal ortaya çıktı: suç işleme eğilimi olanlar için bu dünyada ceza görme, kanunlar karşısında ceza alma korkusu neredeyse hiç kalmadı; bu korku olmayınca, ahiret korkusunun hiçbir şekilde suç dürtüsünü gemleyemediği anlaşıldı, anlaşılıyor. hırsızlık, tecavüz, adam öldürme, katliam - hafifinden ağırına bütün suçlarda patlama yaşanması bu gidişle kaçınılmaz olacak. özgecan aslan örneğinde gördüğümüz gibi, bunlarda hunharlık, gözü dönmüşlük dozu da artacak, bir irinin yurt sathına yayılışını izleyeceğiz. allah korumayacaksa, devlet korumayacaksa, insanlar kendi kendilerini korumanın yollarını aramaya başlayacak - bu da başlı başına bir felaket olacak toplum adına.

11.2.15

Sokakların Kedileri Üzerine Notlar



İ.Ö. 6666 yılıydı şehrin kurtlara ilk çıktığı zaman; ayın siyaha, ulumaların mora boyandığı; kopkoyu gecenin içinde, bir hücre olsun ışık arayan insanların, bu karanlıktan korkan ama onu “bil”meyen gen soyunun, önüne geleni ateşe verdiği, ışık için, ateşi tüketircesine. Ve küre bile olamayan yuvarlağın üstünde kendine ait tüm izleri sildikten sonra, temiz bir ağaç yaprağına yeniden başlaması, yine aynı tarihe rastlar. Mor’un anlaşılmaz, o ölçüde de önlenemez bir yükselişle mürekkeplerin kanına girmesi, onları da mora dönüştürmesi, koridorlarda böylesine yankılanmasını gerektirir miydi, bilinmez. Bilinebilecek tek şey, gecenin renginin bilinemeyeceği ve tanımlanamayacağıdır.

Avril Daltan
“Cennetten Kovuluş”

Devrilen çöp tenekesinden çıktı, çevresine çabuk çabuk bakındı, kaldırımda yürürken durup onu izlemeye koyulan gözlemciyi süzdü bir süre, önemsiz biri olduğunu anladı ve duvar dibinden hızla yürümeye başladı. Durdu. Bir apartman girişinde top oynayan çocukların çığlıklarını yönetti kulaklarıyla bir süre, bir orkestra şefi gibi, ama sıkıldı tabii. Çabuk sıkıldı. Öyle olması gerekiyordu – uzun süre dikkatini vermesine değecek pek az şey vardı çünkü. Belki de birkaç saat önce, motorunu sakladığı beygirlerin hala orada olup olmadığını bu sokakta denemek isteyen bir gencin –genç olmalıydı, değil mi? “ “lik bir genç– arabası altında ezilen, boynundaki kan henüz tam pıhtılaşmamış soydaşının yanından kayıtsızca yürümeyi sürdürdü. Başını çevirip bakmadı bile. Belki gözlemci onu izlediği için. Bu sokaklarda ölen kediler en fazla bir gün yerde kalırdı. Ertesi gün, öldükleri yerde bulamazdınız onları. Nereye gittikleri bilinmezdi. Sorumlu sayılmayız elbette sokağın bir kedisi sonuçta arabadan ölmese açlıktan ölecek soğuktan doğa kanunu çöp tenekelerini didikleyip bir gün, bir saat daha canlı kalmaya çalışmak da hayat mı ölmüş kurtulmuş işte ama insansın ne de olsa kan görünce üzülmeden edemiyorsun. O da bir can taşıyor sonunda.
Her neyse bu can. Nasıl taşınır ki. Kim kimi taşıyor sonra.
Yani şehirler neden var: insan soyu ölümle daha az yüzleşsin diye. Kusursuz değil – henüz. Yakında. Sinemanızda. Israrla isteyiniz. Bu ezilen kediler de olmasa, ölüm hepten unutulacak. Televizyon çatışmalar gösterecek, kafalar kopacak, kimsenin kılı kıpırdamayacak. Yatılan divandan, mahmur gözlerle seyredilecek. Sevgili arsız ölüm. Ne kötü şeysin sen öyle. Olur mu beyler? Olmaz. Nasıl olmaz? Ee, bu işin depremi var, kasırgası var, savaşı var. Yaa. Var ya, çat orada çat burada, çat kapı arkasında.
Belli olmaz bu işler. Ama hal-i hazırda, bir kediler bulunuyor elimizde.
Burada amme hizmeti yapılmıyor efendim. Hayır, maalesef. Evet. Kim ne taşıyorsa, karşılığını alır. Ne döviz kuru beyefendi? Metafizikten söz ediyoruz. Tecimsel kaygılardan arının. Aşın bunları. Tabii, neden olmasın, atların yaptığı gibi. Olabilir. Yaşar Kemal’den okudunuz Anadolu’nun üç efsanesini. Şimdi de dördüncüsü, öyle mi? Kediler de durup dururken yapmıyorlar bu işi. Bir beklentileri var. Yoksa hobi olarak bile çekilmez Ölüm Sekreterliği. Ona anımsat, buna anımsat. Bayar.
Bekliyorlar dendi. Kim? Kediler. Neyi? Güzel bir soru. Arşivimizde bulunsun. Her hafta bir soru bitirelim.
Ancak kedinin, yani yürüyen ve gözlemcinin gözlediği kedinin, yerde yatan soydaşına ilgi göstermemesi için başka bir nedeni vardı. Gerçi o bilinçsiz bir militandı, ama bu, soy ağacının şimdiki zaman uçlarında bulunan bu varlığın bir soy ağacının olduğu ve tarihsel bir görevin ağacın dallarıyla birlikte ilerlediği gerçeğini değiştirmez.
Kente insanla birlikte geldi kedi. Artık bilmiyoruz tabii, insanlar mı kurdu kentleri, yoksa kentler vardı da insanlar mı gelip yerleşti. İlk kentler yani? Sonuçta bu savaş, o gün başlayan savaştır: egemenlik savaşı. Ama bir garip. Bu konuda toplu bir bilince ya da bilinç-dışına sahip olanlar kediler çünkü, insanlar değil. Şehirleri ele geçirecekleri günü, ya da geceyi, sessiz bir sıkıdüzenle bekliyorlar. Duygusal zayıflıklara yer yok; çöp tenekesini paylaştığın arkadaşın düşman tarafından öldürüldü: bakmayacaksın. Çünkü tek şansları bu. Dayanmak. Cesedi kaldırmayacaksın – ne kadar durursa o kadar iyi. İnsan bu – güçlü ama zayıf – ezilen kediyi gördüğünde –varsın iki saniye olsun– irkilir. Bu irkilmeye güveniyorlar sonuçta. Küçük gediklere. Bin yıllık muhasebelere. Toplama çizginin çekileceğine.
Kedi duvarın dibine uzandı. Ön ayağını yalamak ve gözlemciyi izlemek için iyi bir yerdi burası. Bahanesi de öyle.
Hepsi birer kaplandır aslında. Sirk çemberine kıstırılmış yasaklı bir şaman olan o alev kütlesinin gölgesini taşır hepsi. Öldürmesi kolaydır; ama ölen yalnızca kedidir, gölgesi değil. Kaplanlık ruhunu, “vahşetin çağrısı”nı, bir duvar üstünde tepenize atlayacakmış gibi durduğunda duyabilirsiniz, fısıltı olarak belki ama atlamaması ve neden olmasın az önce görülen filmin tadı unutturur bunu. Sonra bir gece uyandığınızda, yalnızsanız ve nerede olduğunuzu bilmiyorsanız, aradaysanız yani ve duyularınız elle tutulamayan bir sise benziyorsa, anımsayabilirsiniz.

Birleşik bir krallığa daha geçemediler. Feodal toplum aşamasındalar. Derebeyleri var her sokakta, kimileyin bir mahallede. Aristokrasi de mevcut ama etkisiz.

Gözlenen kedi bunların farkında değil büyük olasılıkla. Şehri ele geçirmek bir kavram olarak oluşmamış onda, yap denileni yapıyor, gördüğünü, işe yarayanı. Ele geçirmek işe yaramıyor oysa. Belki de yarıyor ama anımsamıyor. Önceki gece sevişirken, pencereden atılan sabunu bile anımsamıyor ki artık. Ancak tarihin ileriye doğru anımsanması söz konusu olabilir belki: her kedi, yaptığı şeyin ne olduğuna ve neden yaptığına aldırmadan yapıyorsa, genlerine işlenmiş, geleceğe ait bir anı var demektir. Ulaşılacak noktayı, ulaşılmış nokta olarak yaşatan birşeyler. Şehirler onların olduğunda –kimbilir, insanlar artık olmadığında belki– diyecekler ki, “buraya daha önce gelmiştik biz.” Déjà vu. Ama çıkaramayacaklar bir türlü, ne zaman, nasıl? Gelmemişlerdi çünkü – yalnızca geleceğe ait bu anıyı, bellek bağlarında taşımışlardı kuşaklar boyunca. Belki de bundan önceki tarihte, bundan önceki evrende, yani bilimsel kılıklı bir açıklama gerekiyorsa, bir önceki Big Bang’den sonra ortaya çıkan yaşamda, değişik biçimlerde de olsa, insanlık ve kedilik bilinçleri benzer koşullar altında karşı karşıya geldi, ama bu kez üstün olan, hükmeden kedilik bilinciydi. O zamanda yaşamı oluşturan moleküller, şimdi belleğin bir parçasıysa ve silik bir iz bile değilse de o yaşam, kedilerin gururlu ve gelecek için sabırlı olmasına yeter bu.
Gözlemci, yetişmesi gereken otobüsü düşündü. Yürümeye başladı. Duvar dibindeki kedi, kayıtsızca onu izliyordu. Hayır, uyuyordu. Belli değildi. “Ama uzattın,” dedi gözlemci, “‘kedilerden korkuyorum,’ desene açıkça.”

(1989)