24.11.15

yeni toplum fikri: paradan, puldan tüketimden sonrası (post-monetary/ post-consumer society)



şöyle bir toplum üzerinde çalışıyorum:

-haftalık maksimum ücretli çalışma süresi: 20 saat
-haftalık minimum kamu hizmeti süresi (ücretsiz): 20 saat
-kamu hizmeti imkanları yerel yönetimler ve merkezi yönetim tarafından saptanıyor ve duyuruluyor, ama bireyler ne iş yapacaklarına kendileri karar veriyor - bostan görevlisi de olabilirsiniz, yaşlılara da bakabilirsiniz, eğitim de verebilirsiniz.
-maksimum çocuk sayısı: iki kişi başına bir (50 yıl boyunca)
-maksimum ücret saptanmalı, kimse bundan fazla kazanamamalı. mesela ayda 10 bin tl.
-eğitim, sağlık ve barınma ücretsiz
-bütün okul programları yeniden yazılacak
-gereksiz sağlık hizmetleri kaldırılacak
-maksimum barınma alanı kişi başına 40 m2 olacak; bütün barınma ihtiyaçları devlet tarafından karşılanana kadar ödenebilecek maksimum kira: maksimum ücretin dörtte biri
-ekonomik hedef: yılda %5 küçülme - 10 yıl, parasallaşmışlık azaltılacak
-kitap, müzik ve film erişimi: yıllık 240 tl vatandaşlık vergisiyle sınırsız erişim; 18 yaş altı ücretsiz, 18-26 arası %50 indirimli
-kentlerin küçülmesi öncelikli olacak; küçülen kentlerde yerel tarım, bahçecilik ve mandıracılık olanakları geliştirilecek
-enerji tüketimi hedefi: yılda %5 azalma - 10 yıl
-askeri harcamalar: yılda %20 azalma - gittiği yere kadar

(bazılarınıza tanıdık gelecektir tabii)

"yeni demokrasi" adlı çalışmamın devamı olarak okumlayalım lütfen:
http://sefinsalatasi.blogspot.com.tr/2015/01/yeni-demokrasi.html

17.11.15

Siz Kimin Kitaplığından Çalıyorsunuz?



tüyap olayları hatırlattı - emekli olmuş bir hırsızın hikayesi:

“Çalmak” sözcüğünü taşımak zor iş – peşinde sürüklediği bagaj çok ağır çünkü; din, ahlak, felsefe ve hukuk gibi başka ağır sözcükler gerekiyor “çalmak”ı hakkıyla kuşatmaya başlayabilmek için. Bir yaşam pratiği olarak ele alındığındaysa, tıpkı varoluş gibi, dayanılırlığı şüpheli bir hafifliğe bürünebiliyor. Cümle içinde kullanırsam daha kolay anlaşılacak: Ben kitap çaldım.

Bu “iş”e bulaştığımda gençtim; Argos dergisi yeni çıkmaya başlamıştı, güzel dergiydi Argos, pahalıydı ama; alınamayacak kadar değilse de, bedavaya getirildiğinde sevinilecek bir paha. O ilk “alçış” esnasında harcadığım adrenalin, sonraları, kaşarlandıkça, sıfıra yaklaşır sanmıştım, hiç öyle olmadı; dükkandan çıkıp köşeyi dönene ya da kalabalığa karışana kadar duyulan titrek ve gergin heyecan ve ardından gelen rahatlama/efori tadı, çok az rakipli bir kategoride yarışır.

Hızla genişledi kapsama alanım: Argos’un yanısıra Hürriyet Gösteri ve Milliyet Sanat da gitmeye başladı ilkin, ardından da kitaplar, üçer beşer. Hediye edeceğim kitapları bile çalıyordum. Teknik gelişme ve pervasızlık da başat gidiyordu: ceketin-montun içine alelacele saklanılan ya da pantolonun beline sokulan, bavuldan bir gömlek küçük çantalara sokuşturulan kitaplar, bir süre sonra açık açık elde taşındı ve hiçbir şekilde saklanmadan, “güpegündüz”, üstelik kitapçıyla gevezelik ede ede kapıdan geçirildi. Kısa sürede belli başlı dükkanların kör noktalarının, “sote” kitaplarının envanteri çıkmıştı (Cumhuriyet Kitap Kulübünü vurmak öyle kolaydı ki, “acemi sürücü eğitim parkuru” olarak kullanıyorduk, hevesli arkadaşlarımızı oraya salıyorduk önce); pek çok kitaba artık tenezzül bile etmiyordum; pahada ağır olanlar yükte de ağır (ve hacimce büyük) olduğundan bir challenge teşkil ediyordu ve ben artık yalnızca bu kitaplardan haz alıyordum. Kafaya koyduğum matbuat tek başıma kaldıramayacağım boyutlara ulaşınca grup çalışmasına yöneldim (“girişimci ruh” böyle birşey mi?) – two is company, three is a crowd ilkesi uyarınca, şüphe uyandıracak kadar kalabalık olmamaya özen gösteriyorduk. En azından başlarda.

Sonra bir dalak yarılması hasıl oldu elbette. O yazı unutamıyorum: beşi hatun, altı kişilik bir çeteydik ve mütevazı bir çekirge sürüsü gibi talan ediyorduk her yeri, manyetik alarmlar henüz yaygınlaşmamıştı ve şık giyim mağazaları, kotçular, ayakkabıcılar, marketler, kuruyemişçiler savunmasızca kurbanımız oluyordu. Terbiyesizce çalıyorduk. Kitapçılara pek uğramaz olmuştuk artık – ben kendi adıma, yalnız kitap çalmayı meşru addeden entelektüel elitizme karşıydım ve kitap çalmaya karşı bir tepki geliştirmiştim; kitap ucuzdu ayrıca, riske girmeye değmezdi; tezgahtarını abandone ettiğimiz Levi’s dükkanından üç kot pantolon, Lee’den kemer, Mudo’dan ceket-gömlek-kazak, irikıyım bir marketten mükellef bir kahvaltı sofrası donatacak malzeme götürmek varken, kıçıkırık iki kitap için kendimizi yoramazdık. Ama sırf şıklık (daha doğrusu gösteriş) olsun diye, iki avuç dolusu Knorr bulyon yürüttüğümü hatırlıyorum; hırsızlık yaptığıma inanamayan ve bir gösteri talep eden arkadaşlarım vardı yanımda; dükkanın dışında, tedirginlik içinde bekleşmişlerdi – iki dakikanın altında tamamlanmıştı işlem.

Nasıl oluyordu da oluyordu? Meslek sırrı mıdır bilmem, herkes zaten bilirmiş bu numaraları gibi geliyor bana, bu saatten sonra da farketmez herhalde. Öyleyse işte: temel ilke, ortamda “uyaran fazlalığı” yaratmaktı – hepimiz birden raflardaki giysilere, deneme kabinlerine saldırınca, bedenler ve modeller hakkında seri sorular sorunca, dışarıdakiler çaktırmadan veya alenen kabindekilere giysi verince, içeridekilerle dışarıdakiler sürekli yer değiştirince, zavallı tezgahtar(lar)ın yapabileceği fazla birşey kalmıyordu. Ya kabine çantayla giriyor ve arzulanan nesneleri içine tıkıştırıyor, ya da (özellikle kışın) doğrudan üzerimize giyiyorduk. Market düzeninde çalışan yerlerdeyse, “görünürlüğü azaltma”ya yarıyordu kalabalık olmamız: aktif hırsızla satış elemanı arasına girme taktiği. Bazen, dükkanda duran çocuk (ya da kız) neler döndüğünü anlamış ama ya emin olamadığından, ya cesaretsizliğinden, ya da boşvermişliğinden dolayı bize dokunmuyormuş gibi gelirdi bana; bazense, en yakınının ihanetine uğramışçasına, “bu bana yapılır mı?” gözleriyle bakarlar, riyakar sorularımıza cevap vermeyi sürdürürler, çıkarken bizi uğurlarlardı. Bu koyardı işte; sonraları emekli olmaya karar vermemin bir nedeni de bu oldu.

Hiç yakalanmadık mı peki? Ölümsüz olduğumuzu, ama bunun yalnızca ölene kadar süreceğini biliyorduk. İlk uyarı işareti bir gün, sağlıklı beslenmemizi sağlamakla yükümlü kıldığımız markete, iki bavul eşliğinde girdiğimizde geldi, kasiyerler bizi gördüğünde bir koşuşturma oldu ve reyonları dolaşmaya başladığımızda, peşimize iki adam takıldı. Paniğe kapıldık, ama defans çabuk toparlandı, hızla çıktık kendi sahamızdan: ikili gruplar halinde üçe ayrıldık; iki hatundan oluşan gruplar birinci dereceden şüpheli sayıldığı için onlar hiçbir şey “alç”madan kuru gürültü yaptı ve marketten çıktı; bense temiz yüzlü, efendi halli ve erkek olmamın getirdiği avantajı çok hızlı kullanıp üç çeşit peynir, tombul salam, bir kavanoz yeşil zeytin, bir kavanoz fıstık ezmesi ve iki paket hazır çorbayı sırt çantama doldurdum, tıraş bıçağı ve iki paket Orkid’i alışveriş sepetime koydum, kasada parasını verdim ve çıktım. Oraya bir daha girmedik.

Çekirge: bir haftasonuydu, canım sıkılıyordu, yağmur yağıyordu, yeni şarkılara ihtiyacım vardı. İlk Argos’umu kaldırdığım kitapçıya girdim – çok kalabalıktı içerisi, kaset reyonuna üç tezgahtar birden bakıyordu, kimseye görünmeden hareket çekmeye kalkmak delilikti. Parasıyla almaya karar verdim ve her zaman yaptığım gibi reyonun başından başladım, almayı düşünebileceğim kasetleri toplayarak ilerledim, sona geldiğimde de topladıklarımın sayısını ikiye indirecek bir eleme yaptım, vazgeçtiklerimi geri koydum. Kasaya gidecek ve namusumla alıp verecektim. Ama işte şeytan: insanlar para ödeyebilmek için kuyrukta bekliyordu – anlaşılmaz şey. Kasetleri yumuşak bir bilek hareketiyle şemsiyemin içine attım, sol topuğumun üstünde döndüm ve hiç acele etmeden, raflardaki kasetlere bir kez daha bakarak kitapçıdan çıktım. “Beyefendi,” dedi arkamdan bir ses, gülümsemeye çalıştım, “oraya koyduklarınızın parasını vermiş miydiniz?” İki kişiydiler, konuşan çocuk suratıma hiç bakmıyordu. “Hayır,” dedim. “Buyrun kasaya,” dedi karşı kaldırımda bir tanıdığını görüp görmediğinden emin olmaya çalışan insan taklidi yapan çocuk; “Oluyor böyle yanlışlıklar”, dedi diğeri, affeden bir sesle. “Ne yanlışlığı canım,” dedim, kızardığımı biliyordum ama artık gülümsüyordum, “çalıyordum, yakaladınız.” İki yıl boyunca o kitapçının önünden geçmek bile midemin kasılmasına yetti. Bir daha şemsiye kullanmadım, sanırım başka nedenlerden ötürü. O yazdan sonra “çete” dağıldı; ikili-üçlü çalışmalar yaptık zaman zaman, ama arası gittikçe açıldı, yaşlandık belli ki. Bir gün Paris’te küçük bir şarküteride, peynirlerin önünde fazla oyalandığımı dışbükey aynadan gören çığırtkan dükkan sahibi, diğer müşterilere dert yana yana beni kapı önüne koyunca, çalmadan yakalanmış olmanın üzüntüsü çöktü içime fena halde, zaten yıkamıştım eleğimi, uygun bir yere astım.

Bagajlı sözcüklerin evrenine dönersek ve soyutlarsak: en azgın dönemimde bile iki kurala bağlı kıldım kendimi: yalnızca satılığa çıkartılmış şeyler meşru hedeftir; yalnızca satıcı-alıcı ilişkisi dışında bir ilişki söz konusu olmadığında çalınabilir. Tanıdıklarımın dükkanlarından, kütüphanelerden, arkadaş evlerinden çalmadım. Kitap ödünç almamaya çalıştım, aldıklarımı mutlaka geri verdim. Kitaplığıma sulanılmasına çanak tutmadım, evlerine rahatça girip çıkmadığım insanlara kitap vermekten olabildiğince kaçındım. Dolayısıyla ex libris’lerle işim olmadı hiç, “kebikeç”imi içimde taşıdım, ben böcek.

1996

12.11.15

iyi edebiyat eğlendirir mi?



(executive summary: yes.)

iyi edebiyatın sulandırılması, gündelik hale getirilmesi, ağırlığını yitirmesi, ortadan kaybolması gibi bir tehlike sezenler her zaman olmuştur; genellikle de iki ya da üç kuşak önce yazılan (yani kendileri yeni yeni "iyi okur" olmaya başlamışken okudukları) romanların hep daha iyi olduğunu, bugün edebiyatın yozlaştığını söylerler. son yüz elli yılda bu yakınma devam ediyor tabii; dolayısıyla ciddiye alacak olursak artık edebiyat diye bir şeyin kalmadığını kabul etmemiz gerekecek.

ben durumun bu kadar vahim olduğunu düşünmüyorum. bana göre edebiyat (kurguya dayanan edebiyattan söz ediyorum burada) üçe ayrılıyor: 1. eğlencelik edebiyat - tortu bırakmayan, okuyup geçtiğimiz, okuduğumuz sırada var olan ama sonrasında unuttuğumuz kitaplar; bunlar bir yılda yayımlanan kitapların büyük çoğunluğunu oluşturuyor, 2. eğlenceli edebiyat - okurken iyi vakit geçirdiğimiz, aynı zamanda düşündüren, duygulandıran, soru sorduran edebiyat, mesela don quixote, hamlet, calvinolar, tutunamayanlar, godot'yu beklerken, saatleri ayarlama enstitüsü, ulysses; bunların sayısı az, ama yetmeyecek kadar da az değil; 3. okuyucunun canına okuyucu kitaplar - (burada sıkıcılıktan geberen kitapları, yazarı yaşlanınca acılaştığı için okurdan intikam almaya çalışarak yazılmış kitapları saymıyorum tabii) varoluşsal bir mesele olarak karşımıza dikilen, yutmakta zorlandığımız, çiğnedikçe ağzımızda büyüyen, ama sindirirsek bizi sonsuza dek değiştirecek kitaplar - bunlar neyse ki bir okurun ömrü süresince birkaç defa karşısına çıkıyor.

bütün iyi edebiyatın bu sonuncu grup gibi olmasını istemek de, bunu beklemek de anlamsız ve edebiyatın ruhuna aykırı bence. hepsi lazım, hepsinin oranı da böyle iyi.

2.11.15

Türkiye - Önümüzdeki 25 Yıl


Hayırlı sabahlar. Türkiye'nin siyasal tarihinde önemli bir yer tutacak bir seçime tanık olduk. Gördüğümüz şey, tahmin edilmeyen bir siyasal sihirbazlık örneğiydi, kuşku yok. Recep Tayyip Erdoğan, çok riskli ve toplumsal maliyeti çok yüksek bir hamleyle, beş ay gibi bir süre içinde, partisinin oylarını %20'den fazla artırarak tek başına iktidar olmasını sağladı. Sözünü ettiğim maliyetin yüksekliği, bu zaferin ne kadar kritik olduğunun göstergelerinden biri olarak değerlendirilmeli.

Neden bu kadar kritik bir zaferdi bu? AKP'nin iktidardan düşmemesini sağladığı için elbette, ama salt siyasalın çok ötesinde bir anlamı var AKP'nin iktidarda kalmasının. Siyasal olarak AKP %30'un da altına düşebilir, ANAP gibi yok olabilir, ya da tam tersine CHP gibi ölmek bilmeyebilir ve kemikleşmiş bir tabanı elinde tutup gerici bir kuvvete dönüşebilir. Ama bunu tartışmadan önce, AKP'nin sosyolojik/sınıfsal anlamını net bir biçimde görmek gerekiyor.

Türkiye'de burjuvazi, devlet eliyle oluşturulageldi. Cumhuriyet'in 1930'lardan beri yaptığı buydu - ülkenin ve devletin kaynaklarını kullanarak, etnik gerekçelerle yok etmiş olduğu burjuvaziyi, girişimci ve yatırımcıyı yeniden yaratmak. Bunun tüm bilindik yolları kullanıldı - arazi vermek, tesis vermek, vergi indirimi ya da muafiyeti sağlamak, ayrıcalıklarla teşvik etmek, kolluk gücünü kullanmak, doğrudan para vermek vs. 60 yılda, hala ciddi eksikleri olsa da, iyi kötü bir burjuvazinin yaratıldığını söylemek mümkün. AKP, %13 civarına sabitlenmiş bir seçmen kitlesini %50'ye taşırken, yeni bir burjuva kesimi yaratma, ülke kaynaklarının kullanımını ve devlet eliyle yeniden paylaşımını gerçekleştirme projesini benimseyecek ve sahiplenecek bir kitle oluşturmayı başardı. Bu, Türkiye toplumunun önümüzdeki yaklaşık 25 yılını belirleyecek bir başarı oldu. Bu süreci tamamlamak dediğim gibi AKP'ye nasip olabilir, olmayabilir de, ama sürecin adı bu.

Bu süreç, aslında Türkiye'nin geleceğe dair umudunu da canlı tutacak, görünürdeki tek süreç şimdilik. AKP tabanının bugünden yarına, Müslüman burjuvazi konsolide olana kadar ifade özgürlüğüne, hatta özgürlüğün kendisine ve adalete ihtiyacı yok, ama sonunda ihtiyacı olacak. Ne zaman? Varlığını geri dönüşsüz bir biçimde sağlama aldığında. Ne kadar çabuk, o kadar iyi. Tanımı gereği hakkaniyetli, liyakata dayalı, şiddetten arındırılmış bir süreç olmayacak bu, tıpkı laik burjuvazinin konsolide edilişinde olduğu gibi. Bu taban, burjuvalaşma sürecini tamamladığında, burjuvaziyi laik ve Müslüman olarak değil, Burjuvazi olarak görebildiğimizde, özgürlük ve adaletin konsolidasyonunda da önemli bir yol almış olacağız.

Tabii aynı süreci bir Kürt burjuvazisinin yaratılması için de yaşamak zorunda olduğumuzu söylemek gerekir. Bu iki süreç eşzamanlı gerçekleşebilir mi, ardışık mı olur, Kürtler burjuvalaşmadan kalır ya da başka çözümler/çözülmeler mi gündeme gelir, yoksa Kürtler laik burjuvazi - Müslüman burjuvazi hatlarına eklemlenerek mi kendi sınıfsal dönüşümlerini gerçekleştirir, bunu da önümüzdeki 25 yılda göreceğiz.

Siyasal olarak bakıldığında, Erdoğan'ın özel durumunu bir kez daha teyit etmek, önümüzdeki 25 yıldan neler beklenmesi gerektiğini doğru saptamak açısından önemli. Türkiye'de daha önce Özal gibi dönüştürücü liderler oldu, Demirel gibi çok uzun ömürlü liderler oldu, Ecevit gibi kitlelerin romantik ihtiyaçlarına cevap veren liderler oldu, ama Erdoğan bunların hiçbiri değil, ya da hepsinin toplamı gibi; aslında Erdoğan en çok Atatürk'e benziyor. Onun kişiliğinde oluşan lider kültünün etkilerini o yaşarken görüyoruz. Atatürk'ün İnönü ve Bayar'la yaptığını Erdoğan da Davutoğlu'yla ve başkalarıyla yapacak ve kendi kültünün sürekliliğini sağlama almaya çalışacak. Erdoğan öldüğünde onun da hagiografisi yazılacak, aslında olmayan ilkeleri -çünkü o da Atatürk gibi saplantı derecesinde iddialı, ama gerektiğinde pragmatikleşiverebiliyor- saptanıp taşa kazılacak. Daha bugünden, Türkiye'nin yarısına yakını için dokunulmaz bir lider Erdoğan; ölümünden sonra bu dokunulmazlık talebi daha da güçlenecek ve dayatılacak, Atatürk'te olduğu gibi. Ona dokunmaya çalışmanın bedeli, uzun süre artmaya devam edecek.

Ne zamana kadar? Müslüman burjuvazi kendini güvende hissedene kadar. Kazanımlarının elinden alınmayacağına ikna olana kadar. Erdoğan'ı aşmaya ihtiyacı olduğunu anlayana kadar.

O gün geldiğinde ortada bir AKP olabilir de, olmayabilir de. Sınıfsal taleplerin taşıyıcılığını kimin yapacağı o kadar da önemli değil. CHP'nin DP'yi, DP'nin de AP-MHP-MSP'yi doğurması gibi AKP de kendi içinde liberal, muhafazakar ve milliyetçi gruplara ayrışabilir, var olan benzer gruplara eklemlenebilir; ama uzun bir süre, AKP iktidardan düşse bile, bu sınıfın kendi yerini sağlamlaştırmasına, bu sosyal dönüşümün gerektireceği siyasal yansımalara tanık olacağız.

Müslüman burjuvazinin gelişiminde gerçek rekabet ve liyakat koşullarının sağlanması, bu sınıfın varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için bir noktada mutlaka gerekli olacak, bütün burjuvaziler için olduğu gibi. Bu da büyük oranda kaliteli eğitimi ve geriye değil bugüne ve geleceğe bakan bir kültür-sanat üretimini mümkün kılarak olacak. Bu noktanın henüz uzağında olduğumuzu söylemek gerek; bu noktanın öncesinde otoriterleşme ve toplumsal dinamiklerin tümünü tek bir merkezden yönetme güdüsünün güçlenmesi -daha önce de yaşadığımız gibi- muhtemel. Konjonktürel gelişmeler bu süreci hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir, ama bu burjuvalaşma sürecinin tamamlanması, artık toplumsal barış ve ilerleme için elzem görünüyor.

(fotoğraf: Justin Vela)