16.7.13

unutulmuşların dönüşü

yassıada ve sivriada'ya bundan yaklaşık üç ay önce gittim, hayatımda ilk kez. istanbul'da yaşayan kaç kişi bu iki adaya ayak basmıştır merak ediyorum, ama adalarda yaşayanlar dışında sayısının pek fazla olamayacağını tahmin ediyorum. bu iki ada, istanbul'un yaşamına dahil değil - ulaşım yok, gidildiğinde yapılacak birşey yok vs. dolayısıyla şehir yaşamına entegre edilmeleri için yapılacak girişimleri desteklerim.



sivriada'yla başlayayım. burası, istanbul tarafından bakıldığında, sırtını dönmüş bir fareye benzer; adanın güney tarafına geçtiğinizdeyse, çürük bir diş gibi içinin oyulduğunu, ortasının bomboş kaldığını görüyorsunuz - ikinci fotoğraf bunu biraz gösteriyor. burada teknelerin yanaşması için ufak bir iskele var, iskelenin sol tarafında bizans döneminden kalıntılar görülüyor - manastır, şapel, hamam varmış bir zamanlar. bu ada artık o kadar çirkin ki, işe yarar hale getirilmesini sağlamak için ciddi kafa yormak gerekiyor. bana kalırsa burası, yassıada'ya yapılacak otelin müşterilerinin kapalı eşlerinin kullanacağı ve erkekler tarafından görülme endişesi olmadan yüzebilecekleri bir "kapalı plaj" haline getirilir.


yassıada'ya gelince (üçüncü fotoğraf), buradaki iskelenin hemen yanında bir şato kalıntısı var - zamanında adayı satın almış olan ingiliz bulwer-lytton'ın yine bizans kalıntıları üstüne inşa edilmiş küçük şatosu bu (dördüncü fotoğraf). yassıada'da bunun dışında bilindiği gibi 1960 mahkemelerinin yapıldığı bir spor salonu ve deniz kuvvetleri komutanlığı'na ait olduğunu sandığım birbirinden çirkin başka yapılar var. bu adayı sadece bir "demokrasi müzesi" olarak kullanmak bana gerçekçi gelmiyor - müzeyi kurmak nispeten kolay da, insanlar, öğrenciler burayı nasıl gezecek? burada zamanında su ürünleri enstitüsü vardı, günde iki defa da vapur seferi düzenlenmişti - sonunda yürümedi, enstitü geri geldi, seferler kaldırıldı.


 açıkçası, yassıada'daki spor salonunun elden geçirilerek darbe müzesi yapılması, adanın geri kalanınınsa sivriada'yla birlikte turizm yatırımlarıyla (tarihi eserler korunarak ve restore edilerek) cazip hale getirilmesi ve böylece istanbul'un iki adaya daha kavuşması bana iyi fikir gibi geliyor.

cazip hale getirilmesi ve böylece istanbul'un iki adaya daha kavuşması bana iyi fikir gibi geliyor.

15.7.13

bir yol bulunur


ulaştırma bakanı ve karayolları genel müdürü açıklamalar yaptı, 3. köprü yollarında güzergah değişikliğine gidileceğini duyurdu. açıklamaya göre değişikliğin nedeni kuşların göç yolları ve su havzaları, yani çevresel faktörlermiş.

 bu açıklamanın doğru olduğunu varsayarsak, "niye daha önce düşünmediniz, çed raporuna bakmadınız?" diye sorası geliyor insanın - şaka değil, milyarlarca liralık bir yatırımdan bahsediyoruz, anaokul çocuğuna "yavrum çizginin dışına taşırmışsın sarıyı, sil oraları düzgün yap" demeye benzemez. cevabı basit bu sorunun: bakamazlardı çünkü çed raporu yok. çed raporu gerekmesin diye de sonradan kanun çıkarıldı zaten. doğru yapmakla hızlı yapmak, her iktidarın faaliyetlerinin iki eksenini oluşturur diye düşünürsek, siyasal iktidarın da çoğu zaman hızlı yapmayı, idealdeki devlet bürokrasisinin de doğru yapmayı daha çok önemsediğini söyleyebiliriz. tabii bizim deneyimimizde bürokrasi o kadar berbat ve verimsiz çalışagelmiştir ki, iktidar bürokrasiye yalnızca "kitabına uydurmak" açısından yaklaşır, zaten halk olarak biz de öyle yaklaştığımızdan bundan uzun boylu bir sorun çıkmaz. ama işte bazen böyle döner kıçınızı ısırır, benzersiz kepazeliklere imza atmanıza yol açar.

gelgelelim, ben bu açıklamanın gerçeği yansıttığından tümüyle kuşkudayım. "üç-beş kuş" için bu kadar zahmete girmez akp hükümeti; alır bir yerden üç-beş yüz bin kuş (çin'den alıp ucuza kapatabilir), mesela ankara-istanbul karayolu boyunca kuş cenneti kuracağım der ("ağaç da ekmiştik nitekim"), asıl çevreci olur yine.

11.7.13

polis dediğin


"polis dediğin, yorumlanması gereken sosyal bir olay değildir; öyle değil böyle verilmesi gereken bir hizmettir."

italo calvino

(17 kasım 1965'te, il giorno'ya yolladığı okuyucu mektubundan. polis, roma'nın ünlü ispanyol meydanı'nda uzun saçlı turistlere saldıran italyanları durdurmamış, hatta yer yer destek vermiş, saldıranları değil uzun saçlıları tutuklamıştı.)

9.7.13

"bu naifliğe hepimizin çok ihtiyacı var"


peyniraltı dergisinin söyleşisi, temmuz 2013.

-Kim bu gezi parkındakiler?
Bunu biliyoruz: genç kentli profesyoneller ve ileride genç kentli profesyonel olacak öğrenciler. Sonra bunlara CHP’liler eklendi. Ardından bu fırsatı kullanıp kendi gündemini ilerletmek isteyenler. Bazıları şamata için oradaydı, bazıları beleş yiyecek dağıtıldığı için, bazıları polisle çatışmak için.
-Karin Karakaşlı, Agop Gazetesi’ndeki 14 Haziran tarihli yazısında; “Gezi Parkı direnişi pek çok şey gibi, mülkiyet konusunda da dönüm noktası oldu.” diyor.  Matları, tulumları, battaniyeleri ve çadırlarıyla günlerce parkta yaşayan gençler, takas, yardımlaşma ve dayanışma yoluyla 15 Haziran’daki polis müdahalesine kadar parkta yaşadılar. Bu imece usulü yaşam tarzı mülkiyet konusunda neleri değiştirdi?
Hiçbir şeyi. Tatil köyünde boncukla yaşayıp para harcamadığını sanmak gibi bir şey bu. Güzel bir naifliği var ve herkesin kurt, herkesin çakal olduğu bir ülkede bu naifliğe hepimizin çok ihtiyacı var tabii, ama olduğundan büyük göstermenin de alemi yok.
-Direnişin ilk günlerinden itibaren sosyal medya üzerinden daha önce hiçbir toplumsal olayda görülmemiş bir iletişim akışı yaşandı. Sizce bu hızlı ve yoğun iletişim akışı, olayların gidişatıyla ilgili olumlu veya olumsuz ne gibi sonuçlara yol açtı?
Sosyal medyayı da büyütmemek gerek. Her dönemde iletişim hızı, fiziksel müdahale hızına koşut oluyor. Sosyal medyanın sağladıklarına artık şaşırmıyoruz, önleyemediği arazlara şaşırmadığımız gibi. Gezi Hareketi’ne katılanların, örgütsüz bir biçimde direnmelerini sağlayan sosyal medya oldu, ama hem bu harekete destek verenler, hem de AKP yandaşları arasında büyük bir bilgi kirliliğine yol açan da yine sosyal medyaydı.
-Geçmişte bu tür kitlesel hareketlerin sanat algısında ve yaratım sürecinde de önemli değişikliklere yol açtığını görüyoruz. Gezi Parkı’nda yaşananlar, orada oluşturulan yeni mizahi, başkaldıran, sorgulayan dil edebiyata hatta sanata nasıl yansır ya da sizce bir yansıma bulur mu?
Şu anda oturmuş, direnişin öyküsünü ya da romanını yazanlar vardır, sizi temin ederim. Bunun edebiyatla nasıl bir ilgisi olduğunu anlayamadım.
-Edebiyatçının iktidarın baskıcı ve nobran tavrına karşı, söz söylemekten geri durmayan tavrının hem Batı Edebiyatı’nda hem de bizim edebiyatımızda birçok örneği var. Sizin için bu tavrın en önemli örnekleri kimlerdir? Edebiyatın dün olduğu gibi bugün de bu yaşananlar karşısında muhalif bir tavrı olmalı mı?
Hayatın nasıl yaşanması gerektiğini yalnızca edebiyattan öğrenebilenler için, evet.
-Gezi parkı olaylarında polis müdahalesinin devam ettiği sırada, park alınır alınmaz oraya bir kütüphane kuruldu. Birçok eylemci, yayınevi ve dergi de bu kütüphaneye destek verdi. Böyle bir hareketi nasıl yorumluyorsunuz?
Parkta yoga seansları düzenlenmesinden ya da çocuklar için boyama atölyeleri yapılmasından farklı bir şey değil benim için. İnternet üzerinden pizza ısmarlayanlar ya da pilav arabasından pilav satın alıp dağıtanlar daha sahiciydi bence.
 -Radikal Kitap ekinde yayımlanan “Derin devlet”ten “derin demokrasi”ye adlı yazınızda; "Gezi hareketi çerçevesinde doğmuş olan tepkinin bu kadar sağlıklı, sağduyulu, sağlam ve gerçek olmayı başarması, bana müthiş umut veriyor; “iyi ki oldu” diyorum. Buradan, daha iyi bir Türkiye’ye giden bir yol çıkabileceğini görüyorum." diyorsunuz. Peki, bu yeni Türkiye'nin dinamiklerini nasıl tanımlayabiliriz, nedir bu muhtemel yeni ülkeyi eskisinden ayıracak en önemli yönler?
Katılımcı, çoğulcu, liberal demokrasiye gidecek bir yoldan söz ediyordum. Tabii bunun için öncelikle Gezi Hareketi’nin kendi kendinden bu kadar hoşnut olmayı bırakması gerek.
- Aradan on yıl geçtiğini düşünelim. Bu yaşananları o günlerde nasıl anlatacaksınız? Hareketin aklınızda kalan en önemli yönleri neler olacak?
1997’de “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eyleminin başladığı ilk gece, yemin ediyorum ağladım. Bugün tencere tava çalanlara yalnızca sinirleniyorum. Sürekli aydınlık filan da olmadı ayrıca.
-Son olarak, yaşananlar sırasında yaratıcılık sınırlarını zorlayan birçok slogan ve duvar yazısı gördük. Bizim ekip olarak favori sloganlarımız "Franz Kafka'nın böcekleriyiz" ve “Kahrolsun bağzı şeyler” oldu örneğin. Sizin Gezi Olayları sırasında en beğendiğiniz slogan hangisiydi?
“Kahrolsun bağzı şeyler”çok iyiydi, “slogan bulamadım”la birlikte. “Çok tatlısın Tayyip” de başka bir kategoride müthişti. Bunların hepsi üst-metin tabii; “direniyoruz” demiyorlar, “bak nasıl direniyoruz” diyorlar.