31.12.15
Dünya Durursa Takvimler de Durur mu?
Kısa Reform Tarihi
Bugün dünyanın önemli bir kısmının kullandığı takvim üzerinde görüş birliği sağlamak hiç de kolay olmamıştı, çünkü sağolsunlar, “takvim reformcuları” diyebileceğimiz bir kavmin üyeleri, insanın temel özelliklerinden bir olan elindekinden memnun olmama duygusunu en yoğun olarak yaşayan bireyler olageldi. İtiraf etmek gerekir ki bu duygunun nesnel temelleri de yok değildi. Julius Caesar’ın İÖ 46 yılında Roma takvimine müdahale ederek, dört yılda bir Şubat ayına bir gün eklenmesini sağlaması, kendi adıyla anılacak bir ay olsun diye değildi yalnızca (takvim değiştiren hükümdarların bu şekilde onurlandırılması bir gelenekti ve daha önce Quintilis olarak adlandırılan, bizim Temmuz dediğimiz ay, onun şerefine July olmuştu); 29 Şubatın eksikliği, bu tarihe gelindiğinde mevsimlerin ciddi olarak kaymasına, kış ortasında bahar havası yaşanmasına yol açmıştı. Caesar Augustus da 29 Şubatın önemini vurgulamış, İÖ 8 yılında bir takvim düzeltisi de o yapmıştı. Ağustos ayının (o zamanki Sextilis) isim babalığı hakkını kazanması da elbette çok normaldi. Bir ayın iç bölünmeleri Jülyen takviminde farklıydı; “kalends”, “nones” ve “ides” vardı. Bunların bizim bildiğimiz yedi günlük haftaya dönüştürülmesi için İmparator Constantine’i, yani dördüncü yüzyılı beklemek gerekecekti. Ne yazık ki Constantine’e gelene kadar bütün aylar kapıldığından, şimdi onu bir ayla anamıyoruz.
Ancak bu kez de takvim yılının güneş yılından biraz uzun olduğu ortaya çıktı. 16. yüzyılda Papa Gregory XIII, danışmanı Christopher Clavius’un aklına uyarak Ekim 1582’den on günü kesip attı ve artık yıl kuralını geliştirdi: 4’e tam bölünen yıllar artık yıl olacak, 100’e bölünenler olmayacak, ama 400’e bölünenler olacak. Ortada isim verilecek ay kalmamış olması, Gregory’nin pratik zekası için kolay lokmaydı: Gregory’nin kendi adını bu takvime vermesi şaşırtıcı olmadı.
Avrupa ülkelerinin çoğu bu reformu görece çabuk benimsedi. İngiltere her zamanki gibi ayağını sürüdü ve 1752’ye kadar bekledi; onunla birlikte beklemek zorunda kalan kolonileri, bu tarihte 11 günlük bir takvim kesintisine de razı oldu. 19. yüzyılda Fransızlar bir “Devrim Takvimi” çıkarıp on iki yıl kadar buna uydu, ama Napoleon 1806’da Gregoryen takvimine döndü. 1871’de Paris’te “Cumhuriyet Takvimi” birkaç aylığına yeniden benimsendiyse de, Parisliler nostaljiden çabuk sıkıldı.
Rusya ve Sovyetler Birliği, Devrimden sonra, 1918’de Gregoryen takvimini kabul etti, Doğu Ortodoks Kiliseleri Jülyen takvimini 1923’e kadar kullanmayı sürdürdü; bu tarihte kiliselerden bazıları Ekimin ilk 13 gününü atlayıp “gözden geçirilmiş Jülyen takvimi”ni kullanmaya başladı; bu takvimin artık yıl hesaplaması da kendine özgüydü. Bunun sonucunda Ortodoks kiliseleri arasında bir eski takvimciler-yeni takvimciler ayrımı ortaya çıktı – kan davası hala sürüyor.
Günümüzdeki Memnuniyetsizlikler ve Hal Çareleri
Gregoryen takvimi bütün sorunları çözmüş müydü? Hayır, bin kere hayır. Öncelikle Amerikalılar hangi ayın 30, hangisinin 31 çektiğini hala karıştırıyordu; uydurdukları tekerlemeyi de akıllarında tutamadıklarından fena halde sıkıntıdaydılar (parmak eklemi sayma tekniği Türk patentlidir). Ayrıca bir yıldaki gün sayısının hafta sayısına tam bölünememesinden kaynaklanan kayma pek çok insanın sinirini bozuyordu, yani her ayın 12’si diyelim ki hep Pazartesi olsa fena mı olurdu? Yöneticiler, dünya liderleri bu konuda birşey yapamaz mıydı?
Elbette yapabilirdi. Nitekim şu anda Birleşmiş Milletler düzeyinde etkin olan çeşitli reform girişimlerinin yanısıra, örneğin İngiltere’de taraftar toplamaya çalışan yeni bir takvim projesi var. Bunları bir gözden geçirmek, sonra da kendi naçiz –ama köklü- önerimi getirmek istiyorum.
Dünya Takvimi: Şu anda en fazla taraftar toplamayı başaran bu takvimde, bir yıl 364 günden oluşuyor; yine 12 ay var ve aylar, 31-30-30 sırasıyla gidiyor. Yılbaşı her zaman Pazara denk geliyor. İki ek gün gerekiyor bu takvimde, bu ek günler normal takvim günlerinin dışında sayılıyor, o yüzden de “boş gün” muamelesi görüyor; bir tanesi yılsonuna eklenen Dünya Günü (böylece yıl 365 güne tamamlanıyor), bir tanesi de artık yıllar için kullanılacak olan Artıkyıl Günü. (“Boş gün” fikrini 1745’te ilk ortaya atan, Amerika’da Maryland’de yaşayan ve Hiroosa Ap-lecim mahlasını kullanan bir kolonistti; fikri aslında adı kadar saçma değildi.)
Sabit Hafta Takvimi: Yılda yine 12 ay var, ancak her hafta altı günden, her ay da 5 haftadan oluşuyor. Her ay, her yıl, Pazartesi ile başlıyor. Bir ayın takvimi her ay için geçerli. Bu takvimde Pazar günleri kaldırılıyor, yalnızca çift sayılı ayların sonuna (Aralık hariç) bir Pazar ekleniyor. Artık yıllardaysa Aralık ayı da 31 çekiyor. Dolayısıyla 10 Martın hangi güne geldiğini bir kez ezberlediniz mi bir daha sorun yaşamıyorsunuz.
Bonavyan Takvimi: 364 gün, 12 ay, haftalar 7 günlük; ancak aylar 35-28-28 döngüsüyle gidiyor. Haftalar, aylar ve yıllar Pazar günüyle başlıyor. 28 yılda 5 defa, Aralık ayının sonuna bir hafta ekleniyor. 896’ya bölünen yıllarda artık hafta iptal ediliyor.
Yeni Binyıl Takvimi: Bu takvim İngiltere’de çok revaçta. Bir yılda 365 gün ve 12 ay var, her ay 30 çekiyor, Nisan 35. Bu takvimde de bir haftada 6 gün var, Pazartesiyi iptal etmişler (destekliyorum); her haftada 4 iş günü var, ama hafta sayısı 61’e çıktığından işgücü kaybolmuyor. Her hafta, her ay ve her yıl Pazarla başlıyor.
13 Ay Takvimi: Fikir babalığını Auguste Comte’un yaptığı ve 1849’da ortaya atılan bu takvimde her ay 28 günden, her ay dört haftadan, her yıl da 13 aydan oluşuyor. Burada da iki “boş gün” kullanılıyor. Ortaya yeni bir ay çıkıyor, adı Sol. 20. yüzyılda Amerika’da Eastman, İngiltere’de Cotsworth tarafından savunulan ve onların adlarıyla anılan bu takvim, Amerikalıların tepkisini çekti – 4 Temmuz 17 Sol’a denk geliyordu ve bu fikir onlara (ve herhalde Tom Cruise’a) hiç de cazip gözükmüyordu. 1937’de konuyu gündemine alan Milletler Cemiyeti, bu tasarıyı reddedip gömdü.
Onlu Takvim: Adı üzerinde, onlu sisteme dayanan bu takvimde 10 ay var; çift sayılı aylar 36, tek sayılılar 37 çekiyor, artık yıllarda Şubata bir gün ekleniyor.
Asıl Sorun Ne?
Yukarıdaki önerilerin istisnasız hepsi, birtakım sayısal cambazlıklara dayanıyor, gözünüzden kaçmamıştır. Oysa asıl sorun, insanlığın bu dünyadaki varoluşunun temel koşullarından ve günümüzde gelinen noktadaki yaşam biçiminin bu koşullara artık uymamasından kaynaklanıyor. Bu sorunu iki öbekte netleştirebiliriz:
1.Mevsimler çok uzun. Çağdaş toplumları “hız toplumu” olarak tanımlamak mümkün, bunun sonucunda da dikkatin dağılmasını, insanların sıkılmasını engellemek gittikçe zorlaşıyor. Üç ay süren kışlar yüzünden insanlar Şubat ayında sıcak yaz günlerinin, bitmek bilmeyen yaz sıcaklarında da kazak giyecekleri soğuk günlerin özlemini çekiyor ve bunalıma giriyor. Oysa iki aylık mevsimler mükemmel olurdu, tadı damağımızda kalırdı.
2.Günler yetmiyor. 24 saatlik günler, çağdaş toplumlardaki koşuşturmalı yaşam biçimi için yetmez oldu. Bize artık 30 saatlik günler lazım, bunu da gece-gündüz döngüsüne uygun bir şekilde gerçekleştirmek şart, aksi halde biyolojik saatler şaşkına döner, yazık olur.
Çözüm Ne?
Birinci sorunun kaynağı, dünyanın güneş etrafında yeterince hızlı dönmemesi; dolayısıyla da bu hızı arttırmak gerek. Günümüz teknolojisi ve mühendislik bilgisi, dünyanın dönüş yönüne uygun, tercihen ekvator bölgesinde gerçekleştirilecek bir dizi bombanın yatacağı ivmelenmeyle bu hızı arttırabilecektir.
İkinci sorunu çözmek için yapılması gereken şey açık: dünyanın kendi etrafında dönmesi yavaşlatılmalı. Bunun nasıl olacağını şöyle bir analojiyle açıklamak mümkün: buz dansı yapan ve kendi etrafında dönen bir dansçıyı gözünüzün önüne getirin – hızlanmak için kollarını vücuduna doğru çeker, kollarını açtığındaysa yavaşlar. Basit bir fizik kuralı işlemektedir burada: kendi etrafında dönen bir cismin ağırlığı dönüş eksenine ne kadar yakınsa hızı o kadar artar, ağırlığın dağılımı eksenden ne kadar uzağa düşerse, dönme hızı da o kadar yavaş olur. Dünya örneğine gelirsek: ekvator bölgesine ağırlık taşımak gerekli, çünkü burası eksenden en uzak olan nokta. Kuzey ve güney yarımkürenin kutuplara olabildiğince yakın bölgelerinden kazılarak alınacak topraklar, düzenli aralıklarla ekvatora yerleştirilmeli; okyanusa dökmek de geçerli bir yöntem olabilir. İlk sorunu çözerken açılan kraterler bu topraklarla doldurulabilir.
Birtakım Sonuçlar
Sekiz aylık bir yıl size nasıl geliyor? Bir kere dört aydan feragat etmemiz gerekecek. Dolayısıyla insan ömrünün hesaplanmasından tutun, sebze-meyve yetiştirme döngüleri (gerçi artık seracılık çok yaygın ama olsun), dini ve milli bayramlar, doğumgünleri vs tümüyle alt üst olacak. İnsan ömrünün bir çırpıda uzatılmasının kötü bir yanını göremiyorum. Önemli günler bahsindeyse bir yoğunlaştırma programı uygulanabilir – daha geniş bir takvimi daha dar bir takvime sıkıştırmak zor değil, sadece bazı günler üst üste binecek. Doğa ise kendi başının çaresine bakacak güçtedir.
30 saatlik gün nedeniyle de bir dizi karışıklık ortaya çıkacak – gece ve gündüz on beşer saat olacak, ama bunun ne kadarı iş saati olarak geçecek? İnsanlar 12 saatlik gecede 8 saat uyurken, 15 saatlik gecede 10 saat mi uyumaya başlayacak? Saat endüstrisi bu duruma ne diyecek? Bunları ve başka soruları tartışabiliriz; korkunun ecele faydası yok, önemli olan devrim coşkusudur.
Hazır Oynamaya Başlamışken
Dünyanın ekseninin eğikliğini de düzeltmek mümkün olsa gerek. O zaman mevsim derdimiz de olmaz. Bu sıkıcı olabilir. Öte yandan dünyanın güneş etrafında dönüşünü hızlandırmak için, güneşe daha yakın bir yörüngeye oturtulması da düşünülebilir. Ama havaların çok fazla ısınmasını göze almamız gerekir ki, ben şahsen alamam.
Sonuç İtibariyle
Yılların 8 ay, günlerin 30 saat olmasından sonra, takvimi daha rasyonel bir şekilde tasarlamak mümkün olacaktır ve o zaman, yazının başında sayılan önerilere kulak verilecektir. Ama ancak o zaman! Önce, köklü sorunlara kökten çözümler bulunmalı, YENİ DÜNYA TASARIMI’ndan korkulmamalıdır! Gün bu gündür!
(2000)
26.12.15
sanat tarihinde recep tayyip erdoğan - paralel okumalar
yine müthiş bir tablo. hiçbir bakış çizgisinin kesişmediği, kurmaca acının kurmaca bile olsun ilgi göremediği bir dram sahnesi/ sahnelenmiş bir dram. sinisizmin yeni bir doruğu. (ikincisi jan van hemessen)
24.11.15
yeni toplum fikri: paradan, puldan tüketimden sonrası (post-monetary/ post-consumer society)
şöyle bir toplum üzerinde çalışıyorum:
-haftalık maksimum ücretli çalışma süresi: 20 saat
-haftalık minimum kamu hizmeti süresi (ücretsiz): 20 saat
-kamu hizmeti imkanları yerel yönetimler ve merkezi yönetim tarafından saptanıyor ve duyuruluyor, ama bireyler ne iş yapacaklarına kendileri karar veriyor - bostan görevlisi de olabilirsiniz, yaşlılara da bakabilirsiniz, eğitim de verebilirsiniz.
-maksimum çocuk sayısı: iki kişi başına bir (50 yıl boyunca)
-maksimum ücret saptanmalı, kimse bundan fazla kazanamamalı. mesela ayda 10 bin tl.
-eğitim, sağlık ve barınma ücretsiz
-bütün okul programları yeniden yazılacak
-gereksiz sağlık hizmetleri kaldırılacak
-maksimum barınma alanı kişi başına 40 m2 olacak; bütün barınma ihtiyaçları devlet tarafından karşılanana kadar ödenebilecek maksimum kira: maksimum ücretin dörtte biri
-ekonomik hedef: yılda %5 küçülme - 10 yıl, parasallaşmışlık azaltılacak
-kitap, müzik ve film erişimi: yıllık 240 tl vatandaşlık vergisiyle sınırsız erişim; 18 yaş altı ücretsiz, 18-26 arası %50 indirimli
-kentlerin küçülmesi öncelikli olacak; küçülen kentlerde yerel tarım, bahçecilik ve mandıracılık olanakları geliştirilecek
-enerji tüketimi hedefi: yılda %5 azalma - 10 yıl
-askeri harcamalar: yılda %20 azalma - gittiği yere kadar
(bazılarınıza tanıdık gelecektir tabii)
"yeni demokrasi" adlı çalışmamın devamı olarak okumlayalım lütfen:
http://sefinsalatasi.blogspot.com.tr/2015/01/yeni-demokrasi.html
17.11.15
Siz Kimin Kitaplığından Çalıyorsunuz?
tüyap olayları hatırlattı - emekli olmuş bir hırsızın hikayesi:
“Çalmak” sözcüğünü taşımak zor iş – peşinde sürüklediği bagaj çok ağır çünkü; din, ahlak, felsefe ve hukuk gibi başka ağır sözcükler gerekiyor “çalmak”ı hakkıyla kuşatmaya başlayabilmek için. Bir yaşam pratiği olarak ele alındığındaysa, tıpkı varoluş gibi, dayanılırlığı şüpheli bir hafifliğe bürünebiliyor. Cümle içinde kullanırsam daha kolay anlaşılacak: Ben kitap çaldım.
Bu “iş”e bulaştığımda gençtim; Argos dergisi yeni çıkmaya başlamıştı, güzel dergiydi Argos, pahalıydı ama; alınamayacak kadar değilse de, bedavaya getirildiğinde sevinilecek bir paha. O ilk “alçış” esnasında harcadığım adrenalin, sonraları, kaşarlandıkça, sıfıra yaklaşır sanmıştım, hiç öyle olmadı; dükkandan çıkıp köşeyi dönene ya da kalabalığa karışana kadar duyulan titrek ve gergin heyecan ve ardından gelen rahatlama/efori tadı, çok az rakipli bir kategoride yarışır.
Hızla genişledi kapsama alanım: Argos’un yanısıra Hürriyet Gösteri ve Milliyet Sanat da gitmeye başladı ilkin, ardından da kitaplar, üçer beşer. Hediye edeceğim kitapları bile çalıyordum. Teknik gelişme ve pervasızlık da başat gidiyordu: ceketin-montun içine alelacele saklanılan ya da pantolonun beline sokulan, bavuldan bir gömlek küçük çantalara sokuşturulan kitaplar, bir süre sonra açık açık elde taşındı ve hiçbir şekilde saklanmadan, “güpegündüz”, üstelik kitapçıyla gevezelik ede ede kapıdan geçirildi. Kısa sürede belli başlı dükkanların kör noktalarının, “sote” kitaplarının envanteri çıkmıştı (Cumhuriyet Kitap Kulübünü vurmak öyle kolaydı ki, “acemi sürücü eğitim parkuru” olarak kullanıyorduk, hevesli arkadaşlarımızı oraya salıyorduk önce); pek çok kitaba artık tenezzül bile etmiyordum; pahada ağır olanlar yükte de ağır (ve hacimce büyük) olduğundan bir challenge teşkil ediyordu ve ben artık yalnızca bu kitaplardan haz alıyordum. Kafaya koyduğum matbuat tek başıma kaldıramayacağım boyutlara ulaşınca grup çalışmasına yöneldim (“girişimci ruh” böyle birşey mi?) – two is company, three is a crowd ilkesi uyarınca, şüphe uyandıracak kadar kalabalık olmamaya özen gösteriyorduk. En azından başlarda.
Sonra bir dalak yarılması hasıl oldu elbette. O yazı unutamıyorum: beşi hatun, altı kişilik bir çeteydik ve mütevazı bir çekirge sürüsü gibi talan ediyorduk her yeri, manyetik alarmlar henüz yaygınlaşmamıştı ve şık giyim mağazaları, kotçular, ayakkabıcılar, marketler, kuruyemişçiler savunmasızca kurbanımız oluyordu. Terbiyesizce çalıyorduk. Kitapçılara pek uğramaz olmuştuk artık – ben kendi adıma, yalnız kitap çalmayı meşru addeden entelektüel elitizme karşıydım ve kitap çalmaya karşı bir tepki geliştirmiştim; kitap ucuzdu ayrıca, riske girmeye değmezdi; tezgahtarını abandone ettiğimiz Levi’s dükkanından üç kot pantolon, Lee’den kemer, Mudo’dan ceket-gömlek-kazak, irikıyım bir marketten mükellef bir kahvaltı sofrası donatacak malzeme götürmek varken, kıçıkırık iki kitap için kendimizi yoramazdık. Ama sırf şıklık (daha doğrusu gösteriş) olsun diye, iki avuç dolusu Knorr bulyon yürüttüğümü hatırlıyorum; hırsızlık yaptığıma inanamayan ve bir gösteri talep eden arkadaşlarım vardı yanımda; dükkanın dışında, tedirginlik içinde bekleşmişlerdi – iki dakikanın altında tamamlanmıştı işlem.
Nasıl oluyordu da oluyordu? Meslek sırrı mıdır bilmem, herkes zaten bilirmiş bu numaraları gibi geliyor bana, bu saatten sonra da farketmez herhalde. Öyleyse işte: temel ilke, ortamda “uyaran fazlalığı” yaratmaktı – hepimiz birden raflardaki giysilere, deneme kabinlerine saldırınca, bedenler ve modeller hakkında seri sorular sorunca, dışarıdakiler çaktırmadan veya alenen kabindekilere giysi verince, içeridekilerle dışarıdakiler sürekli yer değiştirince, zavallı tezgahtar(lar)ın yapabileceği fazla birşey kalmıyordu. Ya kabine çantayla giriyor ve arzulanan nesneleri içine tıkıştırıyor, ya da (özellikle kışın) doğrudan üzerimize giyiyorduk. Market düzeninde çalışan yerlerdeyse, “görünürlüğü azaltma”ya yarıyordu kalabalık olmamız: aktif hırsızla satış elemanı arasına girme taktiği. Bazen, dükkanda duran çocuk (ya da kız) neler döndüğünü anlamış ama ya emin olamadığından, ya cesaretsizliğinden, ya da boşvermişliğinden dolayı bize dokunmuyormuş gibi gelirdi bana; bazense, en yakınının ihanetine uğramışçasına, “bu bana yapılır mı?” gözleriyle bakarlar, riyakar sorularımıza cevap vermeyi sürdürürler, çıkarken bizi uğurlarlardı. Bu koyardı işte; sonraları emekli olmaya karar vermemin bir nedeni de bu oldu.
Hiç yakalanmadık mı peki? Ölümsüz olduğumuzu, ama bunun yalnızca ölene kadar süreceğini biliyorduk. İlk uyarı işareti bir gün, sağlıklı beslenmemizi sağlamakla yükümlü kıldığımız markete, iki bavul eşliğinde girdiğimizde geldi, kasiyerler bizi gördüğünde bir koşuşturma oldu ve reyonları dolaşmaya başladığımızda, peşimize iki adam takıldı. Paniğe kapıldık, ama defans çabuk toparlandı, hızla çıktık kendi sahamızdan: ikili gruplar halinde üçe ayrıldık; iki hatundan oluşan gruplar birinci dereceden şüpheli sayıldığı için onlar hiçbir şey “alç”madan kuru gürültü yaptı ve marketten çıktı; bense temiz yüzlü, efendi halli ve erkek olmamın getirdiği avantajı çok hızlı kullanıp üç çeşit peynir, tombul salam, bir kavanoz yeşil zeytin, bir kavanoz fıstık ezmesi ve iki paket hazır çorbayı sırt çantama doldurdum, tıraş bıçağı ve iki paket Orkid’i alışveriş sepetime koydum, kasada parasını verdim ve çıktım. Oraya bir daha girmedik.
Çekirge: bir haftasonuydu, canım sıkılıyordu, yağmur yağıyordu, yeni şarkılara ihtiyacım vardı. İlk Argos’umu kaldırdığım kitapçıya girdim – çok kalabalıktı içerisi, kaset reyonuna üç tezgahtar birden bakıyordu, kimseye görünmeden hareket çekmeye kalkmak delilikti. Parasıyla almaya karar verdim ve her zaman yaptığım gibi reyonun başından başladım, almayı düşünebileceğim kasetleri toplayarak ilerledim, sona geldiğimde de topladıklarımın sayısını ikiye indirecek bir eleme yaptım, vazgeçtiklerimi geri koydum. Kasaya gidecek ve namusumla alıp verecektim. Ama işte şeytan: insanlar para ödeyebilmek için kuyrukta bekliyordu – anlaşılmaz şey. Kasetleri yumuşak bir bilek hareketiyle şemsiyemin içine attım, sol topuğumun üstünde döndüm ve hiç acele etmeden, raflardaki kasetlere bir kez daha bakarak kitapçıdan çıktım. “Beyefendi,” dedi arkamdan bir ses, gülümsemeye çalıştım, “oraya koyduklarınızın parasını vermiş miydiniz?” İki kişiydiler, konuşan çocuk suratıma hiç bakmıyordu. “Hayır,” dedim. “Buyrun kasaya,” dedi karşı kaldırımda bir tanıdığını görüp görmediğinden emin olmaya çalışan insan taklidi yapan çocuk; “Oluyor böyle yanlışlıklar”, dedi diğeri, affeden bir sesle. “Ne yanlışlığı canım,” dedim, kızardığımı biliyordum ama artık gülümsüyordum, “çalıyordum, yakaladınız.” İki yıl boyunca o kitapçının önünden geçmek bile midemin kasılmasına yetti. Bir daha şemsiye kullanmadım, sanırım başka nedenlerden ötürü. O yazdan sonra “çete” dağıldı; ikili-üçlü çalışmalar yaptık zaman zaman, ama arası gittikçe açıldı, yaşlandık belli ki. Bir gün Paris’te küçük bir şarküteride, peynirlerin önünde fazla oyalandığımı dışbükey aynadan gören çığırtkan dükkan sahibi, diğer müşterilere dert yana yana beni kapı önüne koyunca, çalmadan yakalanmış olmanın üzüntüsü çöktü içime fena halde, zaten yıkamıştım eleğimi, uygun bir yere astım.
Bagajlı sözcüklerin evrenine dönersek ve soyutlarsak: en azgın dönemimde bile iki kurala bağlı kıldım kendimi: yalnızca satılığa çıkartılmış şeyler meşru hedeftir; yalnızca satıcı-alıcı ilişkisi dışında bir ilişki söz konusu olmadığında çalınabilir. Tanıdıklarımın dükkanlarından, kütüphanelerden, arkadaş evlerinden çalmadım. Kitap ödünç almamaya çalıştım, aldıklarımı mutlaka geri verdim. Kitaplığıma sulanılmasına çanak tutmadım, evlerine rahatça girip çıkmadığım insanlara kitap vermekten olabildiğince kaçındım. Dolayısıyla ex libris’lerle işim olmadı hiç, “kebikeç”imi içimde taşıdım, ben böcek.
1996
12.11.15
iyi edebiyat eğlendirir mi?
(executive summary: yes.)
iyi edebiyatın sulandırılması, gündelik hale getirilmesi, ağırlığını yitirmesi, ortadan kaybolması gibi bir tehlike sezenler her zaman olmuştur; genellikle de iki ya da üç kuşak önce yazılan (yani kendileri yeni yeni "iyi okur" olmaya başlamışken okudukları) romanların hep daha iyi olduğunu, bugün edebiyatın yozlaştığını söylerler. son yüz elli yılda bu yakınma devam ediyor tabii; dolayısıyla ciddiye alacak olursak artık edebiyat diye bir şeyin kalmadığını kabul etmemiz gerekecek.
ben durumun bu kadar vahim olduğunu düşünmüyorum. bana göre edebiyat (kurguya dayanan edebiyattan söz ediyorum burada) üçe ayrılıyor: 1. eğlencelik edebiyat - tortu bırakmayan, okuyup geçtiğimiz, okuduğumuz sırada var olan ama sonrasında unuttuğumuz kitaplar; bunlar bir yılda yayımlanan kitapların büyük çoğunluğunu oluşturuyor, 2. eğlenceli edebiyat - okurken iyi vakit geçirdiğimiz, aynı zamanda düşündüren, duygulandıran, soru sorduran edebiyat, mesela don quixote, hamlet, calvinolar, tutunamayanlar, godot'yu beklerken, saatleri ayarlama enstitüsü, ulysses; bunların sayısı az, ama yetmeyecek kadar da az değil; 3. okuyucunun canına okuyucu kitaplar - (burada sıkıcılıktan geberen kitapları, yazarı yaşlanınca acılaştığı için okurdan intikam almaya çalışarak yazılmış kitapları saymıyorum tabii) varoluşsal bir mesele olarak karşımıza dikilen, yutmakta zorlandığımız, çiğnedikçe ağzımızda büyüyen, ama sindirirsek bizi sonsuza dek değiştirecek kitaplar - bunlar neyse ki bir okurun ömrü süresince birkaç defa karşısına çıkıyor.
bütün iyi edebiyatın bu sonuncu grup gibi olmasını istemek de, bunu beklemek de anlamsız ve edebiyatın ruhuna aykırı bence. hepsi lazım, hepsinin oranı da böyle iyi.
2.11.15
Türkiye - Önümüzdeki 25 Yıl
Hayırlı sabahlar. Türkiye'nin siyasal tarihinde önemli bir yer tutacak bir seçime tanık olduk. Gördüğümüz şey, tahmin edilmeyen bir siyasal sihirbazlık örneğiydi, kuşku yok. Recep Tayyip Erdoğan, çok riskli ve toplumsal maliyeti çok yüksek bir hamleyle, beş ay gibi bir süre içinde, partisinin oylarını %20'den fazla artırarak tek başına iktidar olmasını sağladı. Sözünü ettiğim maliyetin yüksekliği, bu zaferin ne kadar kritik olduğunun göstergelerinden biri olarak değerlendirilmeli.
Neden bu kadar kritik bir zaferdi bu? AKP'nin iktidardan düşmemesini sağladığı için elbette, ama salt siyasalın çok ötesinde bir anlamı var AKP'nin iktidarda kalmasının. Siyasal olarak AKP %30'un da altına düşebilir, ANAP gibi yok olabilir, ya da tam tersine CHP gibi ölmek bilmeyebilir ve kemikleşmiş bir tabanı elinde tutup gerici bir kuvvete dönüşebilir. Ama bunu tartışmadan önce, AKP'nin sosyolojik/sınıfsal anlamını net bir biçimde görmek gerekiyor.
Türkiye'de burjuvazi, devlet eliyle oluşturulageldi. Cumhuriyet'in 1930'lardan beri yaptığı buydu - ülkenin ve devletin kaynaklarını kullanarak, etnik gerekçelerle yok etmiş olduğu burjuvaziyi, girişimci ve yatırımcıyı yeniden yaratmak. Bunun tüm bilindik yolları kullanıldı - arazi vermek, tesis vermek, vergi indirimi ya da muafiyeti sağlamak, ayrıcalıklarla teşvik etmek, kolluk gücünü kullanmak, doğrudan para vermek vs. 60 yılda, hala ciddi eksikleri olsa da, iyi kötü bir burjuvazinin yaratıldığını söylemek mümkün. AKP, %13 civarına sabitlenmiş bir seçmen kitlesini %50'ye taşırken, yeni bir burjuva kesimi yaratma, ülke kaynaklarının kullanımını ve devlet eliyle yeniden paylaşımını gerçekleştirme projesini benimseyecek ve sahiplenecek bir kitle oluşturmayı başardı. Bu, Türkiye toplumunun önümüzdeki yaklaşık 25 yılını belirleyecek bir başarı oldu. Bu süreci tamamlamak dediğim gibi AKP'ye nasip olabilir, olmayabilir de, ama sürecin adı bu.
Bu süreç, aslında Türkiye'nin geleceğe dair umudunu da canlı tutacak, görünürdeki tek süreç şimdilik. AKP tabanının bugünden yarına, Müslüman burjuvazi konsolide olana kadar ifade özgürlüğüne, hatta özgürlüğün kendisine ve adalete ihtiyacı yok, ama sonunda ihtiyacı olacak. Ne zaman? Varlığını geri dönüşsüz bir biçimde sağlama aldığında. Ne kadar çabuk, o kadar iyi. Tanımı gereği hakkaniyetli, liyakata dayalı, şiddetten arındırılmış bir süreç olmayacak bu, tıpkı laik burjuvazinin konsolide edilişinde olduğu gibi. Bu taban, burjuvalaşma sürecini tamamladığında, burjuvaziyi laik ve Müslüman olarak değil, Burjuvazi olarak görebildiğimizde, özgürlük ve adaletin konsolidasyonunda da önemli bir yol almış olacağız.
Tabii aynı süreci bir Kürt burjuvazisinin yaratılması için de yaşamak zorunda olduğumuzu söylemek gerekir. Bu iki süreç eşzamanlı gerçekleşebilir mi, ardışık mı olur, Kürtler burjuvalaşmadan kalır ya da başka çözümler/çözülmeler mi gündeme gelir, yoksa Kürtler laik burjuvazi - Müslüman burjuvazi hatlarına eklemlenerek mi kendi sınıfsal dönüşümlerini gerçekleştirir, bunu da önümüzdeki 25 yılda göreceğiz.
Siyasal olarak bakıldığında, Erdoğan'ın özel durumunu bir kez daha teyit etmek, önümüzdeki 25 yıldan neler beklenmesi gerektiğini doğru saptamak açısından önemli. Türkiye'de daha önce Özal gibi dönüştürücü liderler oldu, Demirel gibi çok uzun ömürlü liderler oldu, Ecevit gibi kitlelerin romantik ihtiyaçlarına cevap veren liderler oldu, ama Erdoğan bunların hiçbiri değil, ya da hepsinin toplamı gibi; aslında Erdoğan en çok Atatürk'e benziyor. Onun kişiliğinde oluşan lider kültünün etkilerini o yaşarken görüyoruz. Atatürk'ün İnönü ve Bayar'la yaptığını Erdoğan da Davutoğlu'yla ve başkalarıyla yapacak ve kendi kültünün sürekliliğini sağlama almaya çalışacak. Erdoğan öldüğünde onun da hagiografisi yazılacak, aslında olmayan ilkeleri -çünkü o da Atatürk gibi saplantı derecesinde iddialı, ama gerektiğinde pragmatikleşiverebiliyor- saptanıp taşa kazılacak. Daha bugünden, Türkiye'nin yarısına yakını için dokunulmaz bir lider Erdoğan; ölümünden sonra bu dokunulmazlık talebi daha da güçlenecek ve dayatılacak, Atatürk'te olduğu gibi. Ona dokunmaya çalışmanın bedeli, uzun süre artmaya devam edecek.
Ne zamana kadar? Müslüman burjuvazi kendini güvende hissedene kadar. Kazanımlarının elinden alınmayacağına ikna olana kadar. Erdoğan'ı aşmaya ihtiyacı olduğunu anlayana kadar.
O gün geldiğinde ortada bir AKP olabilir de, olmayabilir de. Sınıfsal taleplerin taşıyıcılığını kimin yapacağı o kadar da önemli değil. CHP'nin DP'yi, DP'nin de AP-MHP-MSP'yi doğurması gibi AKP de kendi içinde liberal, muhafazakar ve milliyetçi gruplara ayrışabilir, var olan benzer gruplara eklemlenebilir; ama uzun bir süre, AKP iktidardan düşse bile, bu sınıfın kendi yerini sağlamlaştırmasına, bu sosyal dönüşümün gerektireceği siyasal yansımalara tanık olacağız.
Müslüman burjuvazinin gelişiminde gerçek rekabet ve liyakat koşullarının sağlanması, bu sınıfın varlığını sağlıklı bir biçimde sürdürebilmesi için bir noktada mutlaka gerekli olacak, bütün burjuvaziler için olduğu gibi. Bu da büyük oranda kaliteli eğitimi ve geriye değil bugüne ve geleceğe bakan bir kültür-sanat üretimini mümkün kılarak olacak. Bu noktanın henüz uzağında olduğumuzu söylemek gerek; bu noktanın öncesinde otoriterleşme ve toplumsal dinamiklerin tümünü tek bir merkezden yönetme güdüsünün güçlenmesi -daha önce de yaşadığımız gibi- muhtemel. Konjonktürel gelişmeler bu süreci hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir, ama bu burjuvalaşma sürecinin tamamlanması, artık toplumsal barış ve ilerleme için elzem görünüyor.
(fotoğraf: Justin Vela)
25.10.15
oksijen, demiri nasıl ikna eder?
bu sorunun cevabı, toplumsal ve bireysel yaşamlar için önemli - hayat verdiğini sandığımız şeyler sonunda yaşamla bağımızı kesip bizi işlevsizleştirebiliyor, çürütebiliyor.
hikaye nedir, öykü niçindir?
şuraya yazıyorum, lazım oldukça kullanabilirsiniz:
1. türkçede "kısa öykü" diye bir şey yok. "short story"ye biz "öykü" diyoruz. ingilizcede "story" hikaye demek; zavallıların "öykü"ye karşılık gelecek bir terimleri olmadığı için "short story" demek zorunda kalmışlar. bizi bağlamaz.
2. öykünün kısası uzunu olabilir tabii, o zaman "kısa öykü" ya da "uzun öykü" diyebilirsiniz. bu da 1. maddenin sağlaması aslında: "kısa kısa öykü" ya da "uzun kısa öykü" demek ayıptır.
3. "hikaye", anlatılan şeydir, içeriktir, "öykü"yse o anlatılanın yazınsal formudur. yani bir öykü bir hikaye anlatır (anlatmayabilir de, o başka). günlük hayatta "size çok komik bir hikaye anlatacağım" denir, "çok komik bir öykü anlatacağım" denmez. her plağın bir hikayesi vardır, öyküsü yoktur.
4. eskiden yalnızca "hikaye" vardı, "öykü" onun "öztürkçe"si olarak çıktı, evet. ama zaman içinde bu eşteşlik bozuldu, anlam kayması yaşandı, birbiriyle ilişkili ama farklı şeyleri gösterir oldular. bu nedir? dilin evrimidir. dil devrimine karşı koyabilirsiniz, dil evrimine karşı koyamazsınız.
21.10.15
akp ve allah
şöyle enteresan bir olay oluyor, paylaşmadan edemedim. ismail pelit adını belki duymuşsunuzdur, genç kuşağın en tuhaf yazarlarından biri - kitapları geniş kitaplık'tan, geyikligece'den, raskolun baltası'ndan çıktı. niğde yöresinin mahsulü bir yazar ismail, çok okuyan, okuduğu metinle çok girift ilişki kuran, yazdıklarında da bu tür bir ilişkiyi çağıran bir yazar. bir diğer özelliği de tanıdığım en sıkı, en bilgili müslümanlardan olması. alışılmadık bir müslümanlığı var - onun dindarlığında basmakalıp olan hiçbir şey yok, her şey düşünülmüş, tartılmış, bazen ortodoks, bazen de hiç ortodoks olmayan yorumlara ulaşılmış. ama günsonu aldığınızda, tam anlamıyla kafası açık bir mümin.
bunu şundan anlatıyorum: ismail pelit'in yayımlanmış iki kurgu kitabı "şeytanın sevdiği ayetler" ve "köpekler ve allah" hakkında, "dine hakaret"ten dava açıldı, bir okurun şikayeti üzerine. marmara üniversitesi ilahiyat fakültesi'nden bir profesör bilirkişi atandı, o da bu kitapların "genç okurların kafasını karıştıracağı için sakıncalı" olduğunu belirten bir rapor hazırladı. ilk duruşma şubatta. ismail pelit şimdi uzun bir savunma hazırlıyor - bunun bir kısmı kurgu nedir, karakter/anlatıcı/yazar farkları nelerdir gibi temel edebiyat bilgisi dersi olacak, bir kısmıysa elbette "dine hakaret" olarak gösterilmeye çalışılan şeylerin kuran ve hadisteki, islam teolojisindeki yerini anlatacak.
belki derinleşmekten, farklılıktan ve sahicilikten her zaman korkan bir toplum olduk, ama son on yılda bunun boyutları da kapsamı da genişledi bana kalırsa. dindar geçinen bir iktidarın en büyük darbeyi inanca ve ahlaka indirmiş olması büyük bir ironi kuşkusuz, anlayan için önemli dersler de barındırıyor, ama hiçbir şeyin "som" olamaması, her şeyde "kaplama"nın prim yapması ve bununla yetinilmesi bana çok acı geliyor, gülemiyorum.
türkler ne kadar türk?
milliyetçilik genelde de mantıksız, daha doğrusu efsaneye dayalı bir ruh hali, ama türkler için iyice öyle. ms 11. yüzyılda anadolu'ya gelmeye başlayan türklerden önce burada hititler, urartular, persler, hurriler, ermeniler, rumlar, kimeryalılar, galatyalılar, lidyalılar, likyalılar, frigyalılar, aramlar, süryaniler, kapadokyalılar, kilikyalılar ve kürtler yaşıyordu. bizans imparatorluğu döneminde anadolu'ya batıdan rumlar yoğun bir biçimde getirtildi, doğudaki ermeniler de anadolu içine taşındı. türkler geldiğinde yerli halkın ciddi bir kısmını öldürdü ya da sürdü, ama yine de türklerin oranı genel nüfusun içinde oldukça küçüktü. kültürel açıdan islamlaşma/türkleşme geçerli olmakla birlikte, genetik olarak bakıldığında türklerin yerel genetik havuza karıştığını görüyoruz. osmanlı döneminde yahudilerin gelmesi genetik açıdan çok büyük bir değişiklik yaratmadıysa da, 19. yüzyılda kırım, kafkaslar ve balkanlardan gelen nüfus dalgaları, 20. yüzyıldaysa rum ve ermeni nüfusunun neredeyse sıfırlanması, anadolu'nun genetik yapısında önemli değişikliklere yol açtı.
bugün yapılan dna araştırmalarında türklerin gen yapısının %35'inin kadim anadolu halklarıyla, %38'inin avrupa (yerel rum nüfus ve balkan göçleriyle gelenler) halklarıyla, %18'inin güney asya halklarıyla, %9'ununsa orta asya halklarıyla benzerlik taşıdığını ortaya koyuyor.
yani türküm dediğimizde aslında %10 oranında türküz. hititiz desek, rumuz desek, ermeniyiz, kürdüz desek daha doğru.
bazı kaynaklar:
1. Schurr, Theodore G.; Yardumian, Aram (2011). "Who Are the Anatolian Turks?". Anthropology & Archeology of Eurasia 50 (1): 6–42. doi:10.2753/AAE1061-1959500101.
2. Hodoğlugil, Uğur; Mahley, Robert W. (2012). "Turkish Population Structure and Genetic Ancestry Reveal Relatedness among Eurasian Populations".Annals of Human Genetics 76 (2): 128. doi:10.1111/j.1469-1809.2011.00701.x.PMID 22332727.
3. Rosser, Z; Zerjal, T; Hurles, M; Adojaan, M; Alavantic, D; Amorim, A; Amos, W; Armenteros, M; Arroyo, E; Barbujani, G (2000). "Y-Chromosomal Diversity in Europe is Clinal and Influenced Primarily by Geography, Rather than by Language". The American Journal of Human Genetics 67 (6): 1526.doi:10.1086/316890. PMC 1287948. PMID 11078479.
4. Nasidze, I; Sarkisian, T; Kerimov, A; Stoneking, M (2003). "Testing hypotheses of language replacement in the Caucasus: Evidence from the Y-chromosome".Human genetics 112 (3): 255–61. doi:10.1007/s00439-002-0874-4 (inactive 2015-02-12). PMID 12596050.
5. Cinnioglu, Cengiz; King, Roy; Kivisild, Toomas; Kalfoglu, Ersi; Atasoy, Sevil; Cavalleri, Gianpiero L.; Lillie, Anita S.; Roseman, Charles C.; Lin, Alice A.; Prince, Kristina; Oefner, Peter J.; Shen, Peidong; Semino, Ornella; Cavalli-Sforza, L. Luca; Underhill, Peter A. (2004). "Excavating Y-chromosome haplotype strata in Anatolia". Human Genetics 114 (2): 127.doi:10.1007/s00439-003-1031-4. PMID 14586639.
6. Arnaiz-Villena, A.; Karin, M.; Bendikuze, N.; Gomez-Casado, E.; Moscoso, J.; Silvera, C.; Oguz, F.S.; Sarper Diler, A.; De Pacho, A.; Allende, L.; Guillen, J.; Martinez Laso, J. (2001). "HLA alleles and haplotypes in the Turkish population: Relatedness to Kurds, Armenians and other Mediterraneans". Tissue Antigens 57(4): 308. doi:10.1034/j.1399-0039.2001.057004308.x. PMID 11380939.
7. Wells, R. S.; Yuldasheva, N.; Ruzibakiev, R.; Underhill, P. A.; Evseeva, I.; Blue-Smith, J.; Jin, L.; Su, B.; Pitchappan, R.; Shanmugalakshmi, S.; Balakrishnan, K.; Read, M.; Pearson, N. M.; Zerjal, T.; Webster, M. T.; Zholoshvili, I.; Jamarjashvili, E.; Gambarov, S.; Nikbin, B.; Dostiev, A.; Aknazarov, O.; Zalloua, P.; Tsoy, I.; Kitaev, M.; Mirrakhimov, M.; Chariev, A.; Bodmer, W. F. (2001). "The Eurasian Heartland: A continental perspective on Y-chromosome diversity". Proceedings of the National Academy of Sciences 98 (18): 10244.Bibcode:2001PNAS...9810244W. doi:10.1073/pnas.171305098.JSTOR 3056514. PMC 56946. PMID 11526236.
8. Comas, D.; Schmid, H.; Braeuer, S.; Flaiz, C.; Busquets, A.; Calafell, F.; Bertranpetit, J.; Scheil, H.-G.; Huckenbeck, W.; Efremovska, L.; Schmidt, H. (2004). "Alu insertion polymorphisms in the Balkans and the origins of the Aromuns". Annals of Human Genetics 68 (2): 120. doi:10.1046/j.1529-8817.2003.00080.x.PMID 15008791.
9. Mergen, Hatice; Öner, Reyhan; Öner, Cihan (2004). "Mitochondrial DNA sequence variation in the Anatolian Peninsula (Turkey)" (PDF). Journal of Genetics 83 (1): 39–47. PMID 15240908.
10. Arnaiz-Villena, A.; Gomez-Casado, E.; Martinez-Laso, J. (2002). "Population genetic relationships between Mediterranean populations determined by HLA allele distribution and a historic perspective". Tissue Antigens 60 (2): 111.doi:10.1034/j.1399-0039.2002.600201.x. PMID 12392505.
11. Keyser-Tracqui, Christine; Crubézy, Eric; Ludes, Bertrand (2003). "Nuclear and Mitochondrial DNA Analysis of a 2,000-Year-Old Necropolis in the Egyin Gol Valley of Mongolia". The American Journal of Human Genetics 73 (2): 247.doi:10.1086/377005. PMC 1180365. PMID 12858290.
12. Clisson, I; Keyser, C; Francfort, H. P.; Crubezy, E; Samashev, Z; Ludes, B (2002). "Genetic analysis of human remains from a double inhumation in a frozen kurgan in Kazakhstan (Berel site, Early 3rd Century BC)". International journal of legal medicine 116 (5): 304–8. doi:10.1007/s00414-002-0295-x (inactive 2015-02-12).PMID 12376844.
13. Kim, Kijeong; Brenner, Charles H.; Mair, Victor H.; Lee, Kwang-Ho; Kim, Jae-Hyun; Gelegdorj, Eregzen; Batbold, Natsag; Song, Yi-Chung; Yun, Hyeung-Won; Chang, Eun-Jeong; Lkhagvasuren, Gavaachimed; Bazarragchaa, Munkhtsetseg; Park, Ae-Ja; Lim, Inja; Hong, Yun-Pyo; Kim, Wonyong; Chung, Sang-In; Kim, Dae-Jin; Chung, Yoon-Hee; Kim, Sung-Su; Lee, Won-Bok; Kim, Kyung-Yong (2010). "A western Eurasian male is found in 2000-year-old elite Xiongnu cemetery in Northeast Mongolia". American Journal of Physical Anthropology 142 (3): 429.doi:10.1002/ajpa.21242. PMID 20091844.
14. Xue, Y.; Zerjal, T; Bao, W; Zhu, S; Shu, Q; Xu, J; Du, R; Fu, S; Li, P; Hurles, M. E.; Yang, H; Tyler-Smith, C (2005). "Male Demography in East Asia: A North-South Contrast in Human Population Expansion Times". Genetics 172 (4): 2431–9.doi:10.1534/genetics.105.054270. PMC 1456369. PMID 16489223.
15. Psarras, Sophia-Karin (2003). "Han and Xiongnu: A Reexamination of Cultural and Political Relations (I)". Monumenta Serica 51: 55–236. JSTOR 40727370.
16. Machulla, H.K.G.; Batnasan, D.; Steinborn, F.; Uyar, F.A.; Saruhan-Direskeneli, G.; Oguz, F.S.; Carin, M.N.; Dorak, M.T. (2003). "Genetic affinities among Mongol ethnic groups and their relationship to Turks". Tissue Antigens 61 (4): 292.doi:10.1034/j.1399-0039.2003.00043.x. PMID 12753667.
17. Cinnioglu, Cengiz; King, Roy; Kivisild, Toomas; Kalfoglu, Ersi; Atasoy, Sevil; Cavalleri, Gianpiero L.; Lillie, Anita S.; Roseman, Charles C.; Lin, Alice A.; Prince, Kristina; Oefner, Peter J.; Shen, Peidong; Semino, Ornella; Cavalli-Sforza, L. Luca; Underhill, Peter A. (2004). "Excavating Y-chromosome haplotype strata in Anatolia".Human Genetics 114 (2): 127. doi:10.1007/s00439-003-1031-4.PMID 14586639.
18. Shou, Wei-Hua; Qiao, En-Fa; Wei, Chuan-Yu; Dong, Yong-Li; Tan, Si-Jie; Shi, Hong; Tang, Wen-Ru; Xiao, Chun-Jie (2010). "Y-chromosome distributions among populations in Northwest China identify significant contribution from Central Asian pastoralists and lesser influence of western Eurasians". Journal of Human Genetics55 (5): 314. doi:10.1038/jhg.2010.30. PMID 20414255.
19. Cruciani, Fulvio; La Fratta, Roberta; Torroni, Antonio; Underhill, Peter A.; Scozzari, Rosaria (2006). "Molecular dissection of the Y chromosome haplogroup E-M78 (E3b1a): A posteriori evaluation of a microsatellite-network-based approach through six new biallelic markers". Human Mutation 27 (8): 831. doi:10.1002/humu.9445.PMID 16835895.
20. Gokcumen, Omer (2008). Ethnohistorical and genetic survey of four Central Anatolian settlements (Thesis). University of Pennsylvania.OCLC 857236647.
21. Varzari, Alexander; Stephan, Wolfgang; Stepanov, Vadim; Raicu, Florina; Cojocaru, Radu; Roschin, Yuri; Glavce, Cristiana; Dergachev, Valentin; Spiridonova, Maria; Schmidt, Horst D.; Weiss, Elisabeth (2007). "Population history of the Dniester–Carpathians: Evidence from Alu markers". Journal of Human Genetics 52(4): 308. doi:10.1007/s10038-007-0113-x. PMID 17387576.
22. Di Benedetto, G; Ergüven, A; Stenico, M; Castrì, L; Bertorelle, G; Togan, I; Barbujani, G (2001). "DNA diversity and population admixture in Anatolia". American Journal of Physical Anthropology 115 (2): 144–56. doi:10.1002/ajpa.1064.PMID 11385601.
23. Caner Berkman, Ceren; Togan, İnci (2009). "The Asian contribution to the Turkish population with respect to the Balkans: Y-chromosome perspective". Discrete Applied Mathematics 157 (10): 2341–8. doi:10.1016/j.dam.2008.06.037.
24. Berkman, Ceren (September 2006). Comparative Analyses for the Central Asian Contribution to Anatolian Gene Pool with Reference to Balkans (PDF) (PhD Thesis). Middle East Technical University. p. 98.
25. Çamlıbel, Cansu (December 24, 2009). "Turks, Armenians share similar genes, say scientists". Hurriyet Daily News. Retrieved 7 May 2013.
26. Dienekes (May 4, 2011). "A solution to the problem of Indo-Aryan origins (part 2)"
27. http://img6.imageshack.us/img6/7793/fairyprincesspca.png
28. Behar, Doron M.; Yunusbayev, Bayazit; Metspalu, Mait; Metspalu, Ene; Rosset, Saharon; Parik, Jüri; Rootsi, Siiri; Chaubey, Gyaneshwer; Kutuev, Ildus; Yudkovsky, Guennady; Khusnutdinova, Elza K.; Balanovsky, Oleg; Semino, Ornella; Pereira, Luisa; Comas, David; Gurwitz, David; Bonne-Tamir, Batsheva; Parfitt, Tudor; Hammer, Michael F.; Skorecki, Karl; Villems, Richard (2010). "The genome-wide structure of the Jewish people". Nature 466 (7303): 238.Bibcode:2010Natur.466..238B. doi:10.1038/nature09103. PMID 20531471.
29. http://4.bp.blogspot.com/…/RezgY2l49…/s1600/ADMIXTURE_10.png
30. http://www.genomturkiye.com/blog/15-turk-musunuz.html
18.10.15
inadım inat
"inadına barış, inadına hdp".
bunun iyi bir seçim sloganı olduğundan emin değilim. "barış" bir inatlaşma meselesi olabilir mi, çocukça bir talepten mi ibaret? "inadına" demek "her şeye rağmen" demek değil, "yılmadan" demek değil. "seni başkan yaptırmayacağız"ın anlamını da geriye dönük olarak bozuyor bu; o da basit bir inatlaşmanın ayak diremesi haline geliveriyor. "inat"ın bu kadar vurgulanmasında, hdp'nin yansıtmaya çalıştığı olgun ve yapıcı duruşun altını oyan bir şey var.
17.10.15
"perinçek'in hukuk zaferi"
bir "zafer"dir gidiyor. perinçek'le ilgili aihm nezdinde alınan karar konusunda yayın yapan televizyon kanalları ve gazeteler, ifade özgürlüğünü bu kadar çok mu önemsiyor gerçekten? isviçre, "ermeni soykırımı yapılmadı" demeyi yasaklamıştı biliyorsunuz; bence kendi içinde saçma bir yasak, "yahudi soykırımı yapılmadı" demenin bazı ülkelerde yasak olması gibi. perinçek de önce isviçre'de bu yollu konuşmalar yaptı, mahkum olunca aihm'de dava açtı, mahkeme de "ermeni soykırımı yapılmadı demek serbesttir" kararı verdi. tabii hemen ardından medyanın büyük bir bölümü ve akp-mhp-chp bloku, emre kongar'lar filan dahil olmak üzere, bu kararı "ermeni soykırımı olmadı"nın kabul edildiği şeklinde sundu. insaf. ne büyük sahtekarlar olduğunuzu, her fırsatta yeniden kanıtlamazsanız rahat edemiyorsunuz. osmanlı devleti'nin politikaları ve uygulamaları yüzünden yüz binlerce ermeninin öldüğünün inkarı ya da dile getirilmemesi üzerine zafer kurgulama çabası, alçaklığın evrensel tarihindeki haklı yerini çoktan aldı. nafile muzafferler.
13.10.15
burasını ortadoğu yapmak
türkiye'yi yönetmekte olanları sevenler, duygusal bağ kuranlar hala var, az da değiller. ama yönetenlerden ölesiye (öldüresiye) nefret edenlerin sayısı herhalde hiç bu kadar çok olmamıştı. çiviyi çıkaran da bu zaten; demokrasi, bu olmasın diye var hesapta. adına layık bir demokraside halk, yönetenlerden memnun olmayabilir, ama ölmelerini, sürüne sürüne can vermelerini genelde istemez. bunu umursamamak, ülkenin yönetilemez hale gelmesine yol açıyor. "burası ortadoğu, burada böyle şeyler olur" demek de, bumerangın dönüp sizi vuracağını kabul etmenizi gerektiriyor, çünkü ortadoğu'da öyle olur.
"that's all, folks"
sevgili akp'liler:
ülkeye başkan olsun istediğiniz, eşi benzeri görülmemiş liderlik vasıflarına sahip olduğuna inandığınız, kiminiz tarafından "mehdi" yerine konan recep tayyip erdoğan, televizyonun tepesinden inmek bilmeyen, her yarım fırsatı konuşma yapmak için kullanmakta mahir olan recep tayyip erdoğan, 24 saattir çıt çıkarmıyor (ofisinin hazırladığı "terör kötü, kardeşiz, yakalarız" şablonlu basın duyurusunu siz de "çıt"tan saymazsınız herhalde) . türkiye'nin gördüğü en büyük saldırılardan biri, ülkenin başkentinin göbeğinde gerçekleşmişken.
bu konuda kendinize herhangi bir şey sorma ihtiyacı duyuyor musunuz?
bir gün "that's all, folks" yazısıyla çizgi film bittiğinde, en azından bir kısmınızın eli böğründe kalacak diye tahmin ediyorum, bu soruyu size soruyorum. diğerlerinin ellerinin nerede olacağını tahmin etmek güç değil.
5.10.15
korku filmi seti olarak türkiye
recep tayyip erdoğan ne yaptı diye sorduklarında şöyle demek istiyorum: yok edemediğimiz, nasıl yok edeceğimizi bilemediğimiz, o yüzden tavan arasında kilitli tuttuğumuz, varlığını unutmaya çalıştığımız ama geceleri kokusunu hep hissettiğimiz ne kadar zehir varsa hepsini getirip salonun orta yerine boca etti. ilaç dolabındaki panzehirlerin hepsini çöpe attı. salonun kapısını da üstümüze kilitledi. kimimiz çoktan öldü, kimimiz ucubeye dönüştü. bakalım kim nasıl sağ çıkacak.
başkanlık yanılsaması kuralı
çizgi filmlerden öğrendiğimiz bir şey: havada durmayı bir mucize eseri başarmış olsanız bile, düşmekten korktuğunuz an düşersiniz. bildiğimiz gibi buna fizikte presidential fallacy rule ("başkanlık yanılsaması kuralı") deniyor. aşağı bakmamaya ne kadar çalışsanız da sonunda bakıyorsunuz işin kötüsü.
ruh, yazar
"İnsan yazarak ruhunu kurtarabileceğinden asla emin olamaz. Durmadan yazabilir, ruhunu çoktan yitirmiştir oysa."
Italo Calvino, Atalarımız
naiflikten ölüyorduk
trampet çalan izciler kuşağı - 1940'ların sonları. 17-18 yaşındalar, daha da büyük görünüyorlar. bugün 80'li yaşlarını sürdürüyorlar. hayatın eski türk filmi naifliğinde yaşandığı günleri en çok onlar özlüyor herhalde; biz çaktırmadan özenebiliyoruz en fazla.
kraliçenin çağdaş sanatı
Anish Kapoor, Versailles Sarayı'na bu heykeli diktiydi - sanatçının verdiği ad "Dirty Corner" ama "Queen's Vagina" adıyla biliniyor. Kamusal alanda çağdaş sanatı savunanlar - bana bunlarla gelin! Türkiye'de Saray bahçesine böyle heykeller koyabildiğimiz zaman konuşalım.
hayat güzeldir
BKM, bu sözüm sana:
Suriyeli mültecilerin yaşadığı kampta hayat olağan akışında sürmektedir. Yiyecek ve su sıkıntısı, sıcak ve soğuk, kamp yönetiminin iyi polis - kötü polis yaklaşımları, mülteciler arasında zorbalıklar ve dayanışma örnekleri, arka planda Işid'in gizli etkinlikleri vs. Mülteciler, hayatta kalabilmiş oldukları için mutludur, ama kendilerine ve çocuklarına bir gelecek göremedikleri için de mutsuzdur.
Bu ortamda, eskiden Suriye milli takımında futbol oynayan Omar, çocuklardan bir futbol takımı kurmayı düşünür ve bu fikrini adım adım hayata geçirir. Toz toprak içinde topu ıskalaya ıskalaya oynamaya başlayan bu çocuklar türlü fedakarlıklar, komiklikler ve üzüntülerle hızla gelişecek ve bütün engelleri aşıp U-17 dünya şampiyonasına katılmaya hak kazanacaktır.
Hayat Güzeldir. Oscar da öyle.
9.9.15
doğru mu, yanlış mı?
yukarıdaki listenin hepsine "yanlış" diyenler kaç kişidir türkiye'de ve bunlardan "değiltürkiye" adında yeni bir ülke kurulabilir mi?
1.9.15
ifade özgürlüğü ve gazetecilik
burada, “ifade özgürlüğü”yle “gazetecilik”in farklı farklı şeyler olduğunu hatırlatmak gerekir belki, çünkü “türkiye’de gazete var” diyebileceğimizden kuşkuluyum. türkiye’de farklı kesimlerin, farklı çıkar gruplarının sözcüleri var, tribün gazeteleri var, ama “gazete”? tarafsız haber diliyle aktarılan tarafsız haberler okuyabildiğimiz “gazete”? tarafsız haber derken, her gazetenin ya da gazetecinin, benimsediği siyasal görüş / toplumsal duruş çerçevesinde, farklı konuları haber sayma, farklı oranlarda öne çıkarma hakkının elbette farkındayım; ama bunu yaparken, kendi doğrusunu mutlak doğru olarak kabul ederek haberi biçimlendirmeme ve karşı örnekleri yok saymama sorumluluğunu taşıması gerektiğini de düşünüyorum. (itiraf: benim bu konudaki hassasiyetimin, pek çok kişiye abartılı gelebileceğini de biliyorum. sonuçta ben bir türk kulübünün oynadığı uluslararası bir maçta spikerin “defansımız çabuk toparlanmazsa gol yiyeceğiz” ağzıyla konuşmasından da rahatsız oluyorum. “biz”in kim olduğunu bana ne münasebetle dayatabilir bir spiker?) “üç asker öldü” haberini “şehitlerimize ağlıyoruz” ya da “kalleşler bunu ödeyecek” ya da “kahrolacaklar” ağzıyla verenleri de gazete sayamıyorum – sizin işiniz bana ne hissedeceğimi öğretmek değil.
bunlar bile, bugün türkiye’deki gazetecilik ortamında “lüks mesele” sayılabilecek hale geldi. bugün gazete diye yayımlanan şeylerde o kadar açıkça yalan söyleniyor, o kadar acemice sahte belge üretiliyor ki, bunların “basın özgürlüğü” altında ele alınabilmesini anlamak mümkün değil. bu sahteciliğin hiçbir yaptırımının olmaması da anlaşılır gibi değil – ne meslek kuruluşları bir iç denetim mekanizması yürütebiliyor, ne de yargının konusu oluyor bu “fotoşok” çalışmaları. elbette bu da en başa, “toplumsal sistem”in çöküşüne bağlanıyor. “istemeyen okumaz” diyerek geçilecek şeyler değil bunlar, çünkü hepsi, içine girdiğimiz “toplu cinnet hali”ni besliyor – en ufak bahaneyle "kurt adam"a dönüşmemizde, “ağzını burnunu dağıtırım senin” korosu haline gelmemizde, “tribün gazeteleri”nin (ve televizyon kanallarının elbette) payı büyük.
23.8.15
hakiki gerçekler: dinozorlar neden yok oldu?
kısa yanıt: vücut ağırlıkları birkaç saat içinde aşırı arttığı için.
uzun yanıt: önce biraz fizik. ağırlık dediğimiz şey neydi hatırlayalım, kütle çarpı yerçekimi ivmesi, yani mg. dünyanın çekim gücü, yüzeyindeki her şeyi merkeze doğru çekiyor (bu çekim kuvvetini de GmM/r^2 olarak ifade ediyoruz).
ancak iş bununla bitmiyor. dünya döndüğü için, bu dönüşün yarattığı bir merkezkaç kuvvet var, bu da yerçekiminin tam aksi yönünde etki gösteriyor. şöyle:
ne kadar büyük bir etki bu? hesaplamak için şu denklemi kullanıyoruz:
F=mv^2/r
burada v=dünyanın dönüş hızı, yani 465 m/s; r=dünyanın yarıçapı, yani 6.37x10^6 m. denklemdeki m ise cismin kütlesi. diyelim ki 60 kilosunuz,
yani 60 kiloysanız merkezkaç kuvveti 2 Newton civarında oluyor, sizi 2 N oranında hafifletiyor. binde 3'lük bir fark bu (ağırlığınız 588 N ediyor çünkü).
peki ya dünya daha hızlı dönerse? mesela jüpiter 11400 m/s hızla dönüyor. diyelim ki dünya üç katı hızla dönüyor olsa, hissedeceğiniz merkezkaç kuvveti dokuz kat artacak, yani yaklaşık 1.5 kg hafif hissedeceksiniz kendinizi.
peki dünyanın kendi çevresindeki dönüşü neden birden yavaşlasın? büyük bir gök cisminin, dönüş yönünün tersine doğru ve çok yakından geçmesi, böyle bir etki yaratabilir. bu cisim daha sonra güneşe çarpabilir, güneş çevresinde (mesela pluton gibi) yörüngeye girebilir, ya da yeterince hızlıysa kurtulup uzaklaşabilir.
şimdi t-rex için durumu tersten düşünelim. 6 ton ağırlığındaki bu hayvan, hızlı dönen dünyadan şimdiki hızıyla dönen dünyaya geçtiğinde (yani dünya, çok yakınından geçen gök cismi nedeniyle daha yavaş dönmeye başladığında) birden 150 kg daha ağır hale gelecek. birkaç saat içinde birden bu kadar kilo alsanız, siz de depresyona girip ölürdünüz bence.
saygılar.
15.7.15
boktan sanat
Sanat tarihinden bir yaprak: İtalyan sanatçı Piero Manzoni, 1961'de "Sanatçı Boku" adını verdiği 90 adet konserve üretti, her birinin içinde de kendisine ait 30 gr. dışkı olduğunu iddia etti. Bu konserveler, aynı ağırlıkta altınla eşdeğer olacak şekilde fiyatlandırılmıştı, ama örneğin 2008'de bir tanesi Sotheby's'de 400 bin liraya alıcı buldu. Kutuların içinde ne olduğu kesin değil - açıldığında yapıtın değeri kaçacağı için kimse bakamamış, kutular çelikten olduğu için röntgende de görülememiş. Bir keresinde bir galeri, kutudan kötü kokular geldiğini bildirmiş, ama bu durum çağdaş sanatın geneli için geçerli olduğundan dikkate alınmamış (diyerek çağdaş sanata bok atma vazifemi de yerine getirmiş olayım!).
Sanat piyasasının ve tüketim ekonomisinin gerizekalılığını gösteren bir parodi olarak değerlendirilen bu yapıtı siz de, boktan bir fikrin iyi para edebileceğine örnek aradığınızda kullanabilirsiniz en azından.
17.6.15
Kritik Kavşak
Koalisyon nedir, nasıl yapılır?
Koalisyonlar, parlamenter sistemin zayıf karnı mı, istenir bir özelliği mi?
Başkanlık sistemi, her zaman güçlü bir yürütme anlamına gelir mi, istikrarsızlık doğurabilir mi?
Kritik Kavşak, parlamenter sistemle başkanlık sisteminin güçlü ve zayıf yanlarını ele alırken, özellikle bugünlerin koalisyon tartışmaları için çok önemli veriler ve bakış açıları sunuyor.
***
Kritik Kavşak, parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasında nasıl bir tercih yapılması, öncelikle de bu terimlerin nasıl tanımlanması gerektiği konusundaki tartışmanın kuramsal, tarihsel ve normatif ihtiyaçları göz önünde bulundurularak ortaya çıktı.
Bu tartışma Türkiye’de ilk kez yapılmadığı gibi, dünyada da ilk kez yapılmıyor; siyaset bilimi literatüründe de, dünya siyaset tarihinde de önemli bir yeri var. Konunun geçmişini dikkate alarak yola çıkan bu kitabın yaklaşımı, tartışmanın bir “sistem” tartışması olması gerektiğinin altını çizmek üzerine kurulu. Belli bir karmaşıklık barındıran her sistemin verimliliği, çok sayıda bileşenin birbiriyle ilişkisinin nasıl kurulduğuna bağlıdır. Dolayısıyla bir sitem tasarlarken ya da bir sistemde ciddi bir revizyon yaparken, tek bir bileşenin –bu en önemli bileşen olsa bile- nasıl oluşturulacağına ya da değiştirileceğine bakmak yeterli olmaz; diğer bileşenlerle ilişkisinin nasıl olacağına, nasıl değişeceğine de bakmak, yani sistemi bir bütün olarak ele almak ve tutarlılığını sağlamak gerekir. Bir siyasal sistemde güçlü bir meclisin, güçlü bir başbakanın ya da güçlü bir başkanın olması, tek başına sistemi “iyi” ya da “kötü” kılmaz; diğer bileşenlerin gücünün nasıl tanımlandığına bakmak gerekir.
Kritik Kavşak, siyasal sistemlerin kişiler üzerine değil, kurumsal tanımlar üzerine kurulması gerektiğini gösteren; demokrasinin kurumsallaşması ve Türkiye’nin siyasal kültürünün bir parçası haline gelmesi için temsil mekanizmalarının yasama organı bağlamında daha doğru kurulması gerektiğini savunan; istikrar sağlamak için uygulanan sistem mühendisliğinin tam tersine istikrarsızlığa yol açabildiğini, gerçek istikrarınsa tüm güçlerin tek bir aktörde toplanmasıyla değil, adil ve özgürlükçü bir biçimde bölüştürülmesiyle sağlanabileceğini öne süren bir makaleler derlemesi.
Koç Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan Kritik Kavşak, siyaset biliminin Türkiye’de ve dünyadaki en önemli, en yetenekli isimlerinden bazılarını bir araya getiriyor:
Juan J. Linz,
Donald L. Horowitz,
Seymour M. Lipset,
Arend Lijphart,
Ergun Özbudun,
Sabri Sayarı,
Serap Yazıcı,
Adam Szymanski,
Üstün Ergüder,
Ersin Kalaycıoğlu,
Ayşen Candaş,
Selim Erdem Aytaç ve
Ali Çarkoğlu.
16.6.15
bir koalisyon alır mıydınız?
koalisyon ve azınlık hükümeti deneyimimiz pek fena sayılmaz:
ecevit - msp'yle, 26 ocak - 17 kasım 1974
ecevit - azınlık, 21 haziran - 21 temmuz 1977
demirel - mc, 31 mart 1975 - 21 haziran 1977
demirel - mc, 21 temmuz 1977 - 5 ocak 1978
demirel - azınlık, 12 kasım 1979 - 12 eylül 1980
demirel - shp'yle, 20 kasım 1991 - 16 mayıs 1993
çiller - shp'yle, 25 haziran 1993 - 5 ekim 1995
çiller - azınlık, 5-30 ekim 1995
çiller - chp'yle, 30 ekim 1995 - 6 mart 1996
yılmaz - dyp'yle, 6 mart - 28 haziran 1996
erbakan - dyp'yle, 28 haziran 1996 - 30 haziran 1997
yılmaz - dsp&dtp'yle, 30 haziran 1997 - 11 ocak 1999
ecevit - azınlık, 11 ocak - 28 mayıs 1999
ecevit - mhp&anap'la, 28 mayıs 1999 - 18 kasım 2002
en uzunu 41 ay, en kısası 3 ay sürmüş koalisyon hükümetlerinin, genelde 1 - 1,5 yıl sürmesi beklenebilmiş.
1970'lerdeki koalisyonları hatırlayanlar, siyasetimizdeki uzlaşmazlık kültürünün temellerini de hatırlayacak. ama oportünist bir temelde değil de iyi kötü ilkesel bir temelde ve spesifik pratik hedeflerle koalisyona giren ortakların, pekala etkili bir hükümet oluşturabileceğini de söylemek gerek.
yürütme-yasama-yargının birbirini denetleyemediği bir kısırdöngüden çıkış için, öncelikle yürütmenin bir koalisyon yapısı içinde kendini denetlemeye başlaması ve buradan denetimi yasama ve yargıya doğru yayması, belki tam da türkiye'nin bugün ihtiyacını duyduğu şey olabilir (her ne kadar ben dışarıdan destekli akp hükümeti bekliyor olsam da).
8.6.15
kır düğününe yağmur
bu kadarını beklemiyordum, onu söyleyeyim. bir defa hdp'nin barajı geçmesine "izin vermelerini" beklemiyordum; oy oranını yükselttiğini görüyordum, ama akp'nin kontrolünün daha mutlak olduğunu sanıyordum, değilmiş. sivil toplum dediğimiz şeye ülkece ne kadar ihtiyacımız olduğu böylece bir kez daha kanıtlandı. en karanlık ve boğucu iktidar uygulamalarına bile toplum, kendi imecesiyle karşı koyabiliyor. ikincisi, akp'nin milletvekili sayısının 276'nın altına düşmesini beklemiyordum haliyle; ama hdp'nin türkiye genelinde bütün illerde oy oranını bu denli artırması, türkiye'nin sürdürülebilirliği açısından yeni bir umut kaynağı oldu. güzel bir geceydi; sabah da güzeldi, ama artık öğle yemeğimizi de yediysek, biraz iş konuşalım derim.
kimsenin kır düğününe yağmur olmak istemem tabii, ama sevinçten çıldırmadan önce bir-iki şeyi hatırlamakta fayda olabilir. birincisi, akp hala hükümette. ikincisi, daha epeyce bir süre hükümette olmayı sürdürecek muhtemelen. chp'nin ya da mhp'nin ne yapacağını düşünmeye başlamadan önce, erdoğan ve akp'nin ne yapacağını düşünmek lazım, çünkü hamle sırası onlarda; şah çektikleri sürece de üstünlük onlarda kalacak.
erdoğan'ın önceliği ne? yargılanma yolunun açılmasını ne olursa olsun engellemek. bunun için cumhurbaşkanlığı koltuğuna ve ikinci bir beş yıl için seçilmeye ihtiyacı var, dolayısıyla bundan kolay kolay vazgeçmesi beklenemez. bu, belli koşullarda erdoğan'ı bazı uzlaşmaları kabul etmeye de yöneltebilir, o yüzden göründüğü kadar kötü değil. erdoğan'ın ihtiyacı olan ikinci şey, akp iktidarının ne pahasına olursa olsun sürmesi. cumhurbaşkanı olması ona bir zırh sağlıyor elbette, ama birlikte iş yaptığı insanları korumuyor; onların ipliğinin pazara çıkması da bir kapalıçarşı yangını doğuracağı için erdoğan'ın işine gelmez. dolayısıyla erdoğan akp'yi de kollamak zorunda. bu da pratikte 258 milletvekiline destek verecek 18 milletvekili satın almak demek. pek zor birşey değil, ecevit bile o şair haliyle 11 milletvekili alıp hükümet olmuştu. yani önümüzdeki bir ay içinde benim beklediğim şey, akp'nin ister partiye transfer etmek suretiyle, isterse dışarıdan destek suretiyle milletvekili sayısını 276'ya çıkarması ve oynak da olsa bir denge sağlayarak hükümet kurması.
bu istikrarsız dengenin uzun ömürlü olmayacağını erdoğan elbette bilir. bu nedenle yeni akp hükümetinin amacı, erken seçime olabilecek en güçlü haliyle girmek olacak. bu da pratikte iki şey demek: kaptırdığı oyları geri almak için kendi elini güçlendirmek ve rakiplerinin (toplumun) elini zayıflatmak. hdp'nin doğu'da aldığı akp oylarının yanı sıra, batı'da büyük şehirlerde aldığı oyların da sahiplerini pişman etmeye çalışacak erdoğan. bunun için hdp'nin itibarsızlaştırılması, apo-demirtaş arasına fay hattı döşenmesi, toplumsal barışın ve asayişin dinamitlenmesi gibi yollara başvurulması mümkün.
ne var ki bütün hamleleri de erdoğan yapmayacak. eli çok rahat olmayacak bir kere - yasamanın işleyişinde kalesinde çok sayıda gol görecek. ikincisi, ekonominin gidişatı, akp'nin kendi tabanında da oylarının zora girmesine yol açacak. üçüncüsü, sonun başlangıcını görenler, giderek artan bir hızla gemiyi terk etmeye yönelecek - yalnızca "yandaş" kitlede değil, doğrudan parti içinde de. iki yıl sonra erken seçime gidildiğinde, ülke bugünkünden daha iyi bir halde olmayacak muhtemelen. seçim de akp'nin istediği zamanda değil, meclis aritmetiğinin değişmesiyle dikte edilecek zamanda yapılabilir.
bu süreçte hdp, "mhp'nin yanındaki kürt milliyetçisi parti" olarak değil, "chp'nin ilerisindeki sol parti" olarak oyunu yüzde 20'lere çıkartmanın çalışmasını yapmalı.
izleyenler için çok dersler olacağı kesin.
6.6.15
kulak misafiri olduğum dokunaklı bir sohbet
kadıköy tarafında nezih bir kafe. yan masada üç amca, bir teyze brunch'ta. yaşlarıyla mütenasip bir biçimde bağıra bağıra konuşuyorlar.
"ben chp'liyim, bu seçimde demirtaş'a vereceğim," diyor teyze, "çok temiz çocuk, karısı da okumuş, çok düzgün konuşuyor."
demirtaş'ın esprilerini anlatıyorlar birbirlerine, gazoz açılışı yapmasını, "ben çaldığımı söylüyorum, sen de söylesene" diyişini.
amcalardan biri "ben gidip geliyorum, yarına kadar düşünmeye devam edeceğim, chp'ye mi versem hdp'ye mi," diyor.
amcalardan biri soruyor, "peki ya adamlar akp'yle koalisyon yaparsa?"
kararsız amca cevaplıyor, "aslında yaparlarsa yapsınlar, akp'nin tek başına iktidarda kalmasından iyidir," diyor.
üçüncü amca, "yahu hala geçemediler mi barajı? bu kürtlerin sayısı yetmiyor mu?" diye soruyor.
"onlar da bizim gibi yahu, çoğu akp'ci," diyor amcalardan biri.
kararsız amca da "işte sen ben oy verirsek geçecekler," diyor.
anketlerin saptırılması konusuna geçiyorlar.
sonra teyze, "bu kürtler çok dürüst, çok temiz insanlardır, çalmazlar çırpmazlar, ben adam çalıştırsam kürt çalıştırırım," diyor.
amcalar kendi "iyi kürt" hikayelerini anlatıyor.
bir sessizlik oluyor masada.
sonra memleketin bir diğer önemli konusu olan masonları tartışmaya başlıyorlar.
amcalardan biri reçeli verip tereyağı istiyor garsondan.
vicdan ne tuhaf şey. varsa, bir çatlak bulup çıkıyor sonunda.
2.6.15
bir vatan haininin kulak tıkanması gereken çağrısı
bütün siyasi hareketler boka batarak sona erer; chp, dp, anap, akp vs. hepsi için geçerli bu. dolayısıyla hdp de bir gün büyür ve kitleselleşirse, muhtemelen bir zirve yapacak, sonra da düşüşe geçecek; kendisine oy verenleri, kendisine sempati duyanları üzecek. bunu siyasetin kuralı olarak kabul edelim bir kere.
ancak, yukarıda saydığım siyasi hareketlerin sonu, yaptıkları çok önemli katkıları da silmesin derim - ve evet, akp'nin çok önemli katkıları oldu türkiye'ye, bugünkü sefaleti bunu iyice gölgeliyorsa da. hdp bugün türkiye'nin tek ilerici partisi: akp değişimci bir parti ama ilerici değil, chp ise açıkça gerici bir parti, çünkü herşey aynı kalsın istiyor - atatürkçülük aynı kalsın, ordu aynı kalsın, müslümanların yeri aynı kalsın, türk olmayanların yeri aynı kalsın, ermeni soykırımı yine kabul edilmesin vs. öyle olmuyor maalesef; türkiye değişiyor, dünya dönüyor, aynı yerde kalmayı istemek de gericilik haline geliyor. mhp'yi partiden saymıyorum tabii.
hdp'nin katkısı ne olacak? bizim şahane bir huyumuz var, herşeyi kendi mağduriyetimizden başlatıyoruz, yani hep "önce onlar yaptı" oluyor. öyle değil. pkk bir terör örgütü, binlerce insanın ölümünden sorumlu - bunun onaylanacak bir yanı elbette yok. ama sormak gerekmez mi, pkk neden var? devletin doğuda yaptıklarının ne kadar azını bildiğimizi tartmak için gezi olayları bir fırsat vermiş olmalı. milyonlarca insanın (bugün 15 milyon civarında olduğunu düşünüyoruz kürt nüfusun) onyıllarca sistemli bir şekilde bastırılmasından, süründürülmesinden, öldürülmesinden, en temel haklarından yoksun bırakılmasından; nüfusun geri kalanının büyük kısmının da bunu hiç umursamamasından, hatta onaylamasından söz ediyoruz.
bu sorun çözülecekse, silahla değil anlaşarak çözülecekse, hdp'nin meclis'e girmesi gerekli - kürtleri sevmiyor olabilirsiniz, hdp'den şüphe ediyor olabilirsiniz, ama çok sevdiğinizi söylediğiniz türkiye'nin, toplumsal sorunlarını meşru zeminlerde çözmesini istiyorsanız, hdp'nin meclis'e girmesini sağlamak sizin göreviniz. hepimizin görevi.
24.5.15
apo, demirtaş'ın nesi olur?
bir chp'li portresi: geçen gün biriyle görüştüm - aklı başında kadın akademisyenlerimizden biri. "şekerim ne olacak bu milletin eğitimsizliği, bu nedir böyle, çok kötü durumdayız valla," diye başladı daha "merhaba" demeden; metrodan iniyormuş, bekleyenlerden birisi inenlere yol vermemiş, "bekle önce ben bineyim sonra inersin" demiş. evet, tanık olduğumda beni de sinirlendiren birşey bu, ama "halkla ilgili birşey öğrendim bugün: eğitimsizler" diye ağzım dolu dolu anlatacağım birşey de değil. sonra da konuyu seçime getiriverdi, "bu hdp'ye oy vermeyi nasıl düşünebiliyor insanlar anlamıyorum, davutoğlu başımıza erdoğan'ı başkan yapmaya uğraşıyor, demirtaş da apo'yu getirecek tepemize," dedi, "gerçi ben onun böyle yarım türkçeyle çekinmeden konuşmasını sempatik buluyorum, ama o başka bu başka," diye de ekledi. bir yere yetişiyordum, çenemi tuttum, ama bu nasıl bir dünyayı kendinden ibaret sanma, nasıl bir densizlik bilemedim. benim kürt olmadığımı, hdp'ye oy vermediğimi nasıl varsayıyorsun bir defa? demirtaş'ın anadili kürtçe, en az senin kadar türkçe de konuşuyor, bu neyin cakası, aşağılaması?
dün akşam selahattin demirtaş yoğurtçu parkı'ndaydı; güzel canlı müzik vardı, herkesin keyfi yerindeydi, demirtaş da kısa ama hoş bir konuşma yaptı. benim görüşüm, hdp'nin chp seçmenine daha çok çalışması gerektiği yönünde; bunun da ilk ayağı, yukarıdaki örneğin de (çok benzerini duydum tabii) gösterdiği gibi, "apo meselesi"ne açıklık getirmek. chp seçmeninin apo'ya bakışını doğrudan hedeflemeden burada yol alması çok zor hdp'nin. bunun hdp açısından nazik bir konu olduğunu anlıyorum, ama selahattin demirtaş'ın bir hasleti var, herşeyi içtenlikle ve olduğu gibi anlattığını hissettiriyor, bu meseleyi de ondan başka kimse anlatamaz chp'lilere. chp'li olmayanlarımız da faydalanır hem.
(fotoğraf: esra özdoğan)
16.5.15
"mad men"i uğurlarken
mad men bu hafta sona eriyor. bugüne kadar izlediğim en iyi dizilerden biriydi tartışmasız - bunun birden fazla nedeni var, ama en başında sanırım "edebi" oluşu geliyor. bunun da kendi içinde bileşenleri var -karakterler, olay örgüsü, gerilim, isteklerle ihtiyaçların çatışması, diyaloglar, ironi, öngölgeleme vs- ama beni en çok etkileyen, hatta zaman zaman kıskandıran şey bir ayrıntı mantığı. ufak bir hareketin, sözün, bir sahneyi canlandırıvermesi, üç boyutlu kılması. nasıl bir şeyden söz ettiğimin birkaç örneğini vereyim:
don ve betty roma'da, sabah otel odasında uyanıyorlar. "yatağın öbür tarafında yatmak güzelmiş" diyor don. (pekala kendi tarafında yatabilir, ya da öbür tarafta yattığına dair bir yorumda bulunmayabilirdi. oysa bu söz bize hem ilişkilerinin durumu, hem de roma gezisinin anlamı hakkında ipucu veriyor.)
betty lokantada tuvalete girip oturuyor, tuvalet kağıdı koparıp koltukaltlarını siliyor. (burnunu silebilirdi, çişini yapabilirdi, sigara içebilirdi. oysa bu hareket hem havanın boğuculuğunu, hem deodorantın henüz kullanılmadığı bir dönemde olduğumuzu gösteriyor, hem de betty'nin sıkıntısına gönderme yapıyor.)
megan ve don, campbell'lere yemeğe gidecek, kapıdan çıkmak üzerelerken megan "takım elbiseyle mi gideceksin? kareli ceketini giysene, orası da sayfiye sayılır" diyor, don gri takımını çıkarıp kareli ceketini giyiyor. (doğrudan kareli ceketle evden çıkabilirdi. oysa bu duraklama, hem don'un kasıntılığıyla ilgili bir espri, hem megan'ın don üzerinde artan gücünün bir işareti.)
peggy evdeyken kapı çalınıyor bir akşam tv seyrederken. üzerinde yeşil elbisesi var. kapıyı açmak için kanepeden kalkarken eteğinin yan tarafındaki fermuarı çekiyor. (fermuarı açık olmayabilirdi. oysa bu hareket, açık vermemeye büyük dikkat gösteren peggy'nin yalnızken kendine verdiği rahatlama payını, bu payın ne kadar küçük olduğunu gösteriyor.)
bu tür ayrıntılar, olay örgüsünü yazarken ulaşılacak hedefe gözünü diken değil, karakterlerini oldukları durum içinde gerçekten hayal edebilen bir kalemin ürünü olabilir ancak. bu da bence amerikan öykücülüğünün en büyük hasleti zaten. büyük dizilerin ölümünün tartışıldığı, rafine işlerin soyunun tükendiği bir devirde mad men'i özleyeceğim.
10.5.15
diktatörün biri
hiç sırası olmayan diktatör hikayeleri (dk'den çıkacak diktatör antolojisinde yayımlanacak "diktatörler" adlı öyküden):
Emekli olduktan sonra kıyıdan uzakta, zeytincilikle geçinen bir kasabaya yerleşen diktatörün biri, birkaç yıl içinde toplumsal bellekten silindi, eski şaşalı günlerini kimse hatırlamaz, okeyde taş aşırmasına müsamaha göstermez oldu. Yüzü çok hatırda kalır bir yüz değildi; sesinde ya da konuşmasında belirgin bir özellik yoktu; sıradan bir diktatör olarak görevini yapmış, sıradan bir ihtiyar olarak günlerinin tükenmesini bekliyordu şimdi. Yolu kasabadan geçen ve onun tuhafiyeci dükkanına bir düğme, bir parça lastik ya da ufak bir şişe kolonya almak için gelen yabancılarla bazen yarenlik yapacağı tutar, ama eskiden diktatör olduğuna kimseyi gerçekten inandıramazdı. Böyle günlerin akşamlarında, evine döner dönmez gardırobunun diplerinden, düğmeleri kafatası kemiğinden yapılmış tören üniformasını çıkarıp giyer, ayna karşısına geçer, herkesin çoktan unuttuğu sönük konuşmalarından birini yapardı. Ne yazık ki bu hayal kırıklığı ölümünde de sürdü; vasiyetine rağmen, diktatör bu üniformasıyla gömülmedi.
***
Diktatörün biri, işin zorluklarına dayanamayıp aklını yitirmişti; bir dağın yamacında, orman içinde bir klinikte yaşıyordu artık, tedavisinin imkansız olduğu kabul edilmişti. Kendisinden sonra gelen diktatör, eski diktatörün tüm masraflarını bir vefa örneği olarak kendi cebinden karşılayacağını duyurmuştu. Aklını yitiren eski diktatör, diğer bazı hastalarla devlet işlerine dair toplantılar yaparak ve sekreter kılığına girmiş bir hemşireye mektuplar, gazete makaleleri ve konuşma metinleri yazdırarak geçiriyordu günlerini. Hastane hekimleri diktatörün ailesini kaçınılmaz sona hazırlamaya çalışmış, birkaç yıl içinde bu kadarını bile dikte edemeyeceğini anlatmışlardı, sonrasında perişan aileyi hiçbiri teskin edememişti.
***
On binlerin üzerine gözünü kırpmadan bombalar yağdırmış, sokaktaki masum insanları kurşun yağmuruna tutturmuş, siyasal rakiplerini işkenceyle öldürtmüş (bir-ikisini bizzat öldürdüğü anlatılırdı), halkının büyük bir kısmı yoksulluk çekerken kişisel servetini milyarlarca dolara çıkarmış, cebinden beş kuruş ödemeden, şirket patronlarına yaptırdığı sarayında şatafat içinde yaşayan bir diktatör bu, ama bakın: ülkenin en ünlü bestecisinin ablasını boğulmaktan son anda kurtardıktan, deniz kenarındaki muhteşem villasına kucağında taşıdıktan sonra, kendi elleriyle hazırladığı sıcak ıhlamuru yudum yudum içiriyor, müzik ve estetik konusunda yaşlı kadıncağızla sohbet ediyor şimdi.
***
Diktatörün ortadan kayboluşunun beşinci gününde ülkede yaşam durma noktasına geldi. İnsanlar bulvarlarda ruh gibi yürüyor, caddelerde sebepsiz yere birbirlerine sarılıyor, arka sokaklarda yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Hayatın bu gerçeğini bir gün öğrenmek zorunda kalacakları, hiçbirinin aklına gelmemişti belli ki: bir diktatör tarafından yönetilen bir ülkede yaşamak zordu, ama asıl korkuncu, bir diktatör tarafından kaderine terk edilen bir ülkede yaşamak zorunda kalmaktı.
***
Ülke bir diktatörlük olmaktan çıkalı neredeyse on yıl oluyordu; herkes biliyordu bunu, diktatörün kendisi dışında herkes. Bir tek diktatör, ülkenin hala bir diktatörlük olduğunu, herkesin ondan ölesiye korktuğunu ve iliklerine kadar nefret ettiğini sanıyordu. On yıl kadar önce, kötü bir rüyadan uyanır gibi, artık bir diktatörlükte yaşamak istemediklerine karar vermişti insanlar, sessizce, hep birlikte, önceden anlaşmışçasına. Ne var ki bunu diktatöre söylediklerinde kalbinin kırılacağından herkes emindi; o yüzden, yine sessizce, kimsenin tek sözcük söylemesine gerek kalmadan, diktatörü idare etmeye, pışpışlamaya karar vermişlerdi. Zaten sağlığı bozuktu diktatörün, en fazla birkaç yıl daha yaşayabileceğini fısıldıyordu hekimler; son günlerini mutlu geçirmesini sağlamakta ne gibi bir sakınca olabilirdi? Ne var ki diktatör beklenenden daha dirençli çıkmıştı, onun haberi bile olmadan kendisine biçilen süreyi aşmış, dinç bir diktatör olarak yaşamını sürdürmüştü. Halkı bu durumu da sorun etmemiş, kendi bildikleri gibi yaşamış, iktidarı olmayan diktatörlerine sert erkek muamelesi yaparak gönlünü hoş tutmuşlardı. Zaten yalandan kim ölmüştü ki?
8.5.15
babamla arabada
babam 15 yıl öncesine kadar araba kullanmayı severdi, uzun yol yapmayı da severdi. ben çocukken, biz izmit'te yaşıyorken, sabah çıkıp iş için elbistan'a gittiğini, işini bitirip gecenin bir vakti eve geldiğini hatırlıyorum. annem hızlı kullandığını söyler, söylenirdi, ama arabalarını düşününce, herhalde en fazla 120'yle filan gidiyordu. onun araba kullanma sevgisi bana da geçmiş olabilir, ama dayanıklılığı geçmemiş, orası çok açık - beş saat yol yapınca bıkanlardanım ben.
1969'da, ben henüz bir yaşındayken ve biz mannheim'da yaşarken, babam annemi ve dayımı alıp almanya'dan hollanda'ya gezmeye götürmüş, ilk kez orada yürümüşüm. babamın arabalarıyla ve araba sürüşüyle tanışmam bu yolda olmuş. yolun önemli bir kısmını annemin ayaklarının dibinde oynayarak geçirmişim; ya o zamanlar ebeveynler şimdikinden daha "geniş"ti, ya da bizimkiler ekstra vurdumduymazdı, bilemiyorum. beyaz, değişik bir volkswagen'miş bu araba, ben hiç hatırlamıyorum ama fotoğrafına bakınca güzel bir alete benziyor.
hatırladığım ilk araba, uçuk sarı bir ford taunus, tavanı beyaz. küçük bir sokağın başındaki üç katlı apartmanımızın önünde durduğunu hatırlıyorum bunun. sanırım ikinci el bir arabaydı, modelini araştırınca anladığım kadarıyla.
1974'te bizimkiler türkiye'ye dönmeye karar verdi; iki işçi maaşından biriktirdikleri paralarla aldıkları eşyaları bir kamyona doldurdular, biz de babamın yeni aldığı gıcır vosvosa doluştuk ve alpleri aşarak üç günde türkiye'ye geldik. turuncu bir arabaydı, ama bizde çok kalmadı; babam bunu türkiye'de satmak için almıştı, kurmayı düşündüğü işe sermaye yaptı, bir süre sonra da cam göbeği bir murat 124 aldı. uzun bir tofaş döneminin başlangıcı oldu bu.
yazları yalova'ya giderdik, aydın 4 sitesi'nde kiralık bir yazlığımız vardı. izmit-yalova arasını yaklaşık bir saatte alırdık; kız kardeşimle gölcük-karamürsel arasında küçük kulelerde nöbet tutan askerlere el sallamak (ve onların da bize el salladığını görmek) en büyük eğlencelerimizden biriydi. bir de babamın kasetleri. aslında bizimkiler çok müzik dinleyen insanlar değildi, evde birtakım plaklar vardı almanya'dan getirdiğimiz, ama bunların üzerine pek az ekleme yapılıyordu. babam arada iş nedeniyle almanya'ya gittiğinde bazı tuhaf kasetler getiriyordu, bavyera şarkıları filan oluyordu mesela, o zamanlardan dilime takılan ve bugün izini bulmayı başaramadığım şarkılar var böyle ("bungeliche, bungeliche, bungeliche welt" diye aklımda yer etmiş bir şey, kimbilir aslında ne). bunların içinde en iyilerinden biri mireille mathieu'nün "an einem sonntag in avignon" adlı almanca parçasıydı, öyle anlatayım.
murat 131'e, oradan da doğan'a geçtik akabinde; hafta sonları izmit'ten istanbul'a, istanbul erkek lisesi'nin kolej hazırlık kursuna götürüyorlardı beni, arka koltukta uyuyordum, üstüme örttükleri yeşil battaniyenin yumuşaklığını hala hatırlıyorum. bu dönemde babamın bir arkadaşının verdiği iki kaset, arabada herhalde beş yüz kez çalınmıştır. biri daha ağırbaşlı parçalardan oluşuyordu bu kasetlerin, mesela emerson, lake & palmer'ın "c'est la vie"si vardı (ben bunu yıllarca "tel aviv" sandım). diğerindeyse daha oynak parçalar bulunuyordu, lipps inc.'in "funky town"u gibi (bu da ingilizceyi yeni yeni öğrendiğim dönemde arkadaşlarıma "pis kokulu şehir" olarak çevirdiğim bir parçaydı).
liseyi bitirip üniversiteye başladığım yaz, doğan'da baş başa iki önemli yolculuk yaptık babamla. ilki yaz başındaydı. bir kız arkadaşım vardı ve bodrum'a gidecektik birlikte, bizimkiler de bunun cinsel anlamları konusunda panik içindeydi. bir gün, yine izmit'ten yalova'ya giderken, babam bana ilk ve son kez kadınları anlattı - bizim yaşımızdaki kızların bizden çok daha akıllı olduğunu, ne isterlerse yaptırabileceklerini, kendimi korumam gerektiğini çünkü hayatta yapacak önemli işlerim olduğunu, allah korusun bir hamilelik durumunda hayatımın kayacağını filan. içimden "tabii tabii" diyerek dinledim, ama itiraf etmeliyim ki etkili bir konuşma ve boktan bir bodrum tatili oldu.
ikinci yolculuğu, boğaziçi'ne kayıt olmaya gittiğim sabah gerçekleştirdik; sabahın köründe yola çıktık, çünkü o yıllarda kayıtlar iki gün sürebiliyordu. e-5'te gidiyorduk, ben hala tam ayılmamıştım, fakat sanırım gebze'yi geçtikten sonra babamdan inleme sesleri gelince afyonum patlayıverdi. kenara çektik, bir beş-on dakika babamın buruşuk bir suratla, gözleri kapalı inlemesini izledim. galiba kalp spazmı geçiriyordu, ama durumun ciddiyetinin çok farkında değildim; kendine gelince yola devam ettik, okula geldiğimizde de onu arabanın başında bırakıp kız arkadaşımla buluşmaya koştum (o da boğaziçi'ne girmişti). hastaneye gitmeyi, doktor bulmayı filan hiç düşünmemiş olmamın herhalde hormonal bir açıklaması vardır.
araba kullanmayı da doğan'da öğrendim. babamın yanında çalışan halil abi'yle izmit'in köy yollarında dolaşıyorduk, fakat daha ikinci gün, sollasam mı fren mi yapsam kararsızlığıyla, önümde 15 km'yle giden bir traktörün römorkunun altına girip ön farı ve ızgarayı dağıttım. dönüp babama anlattığımda çok kızdı, ben de çok bozuldum, o da kızdığına üzüldü sonra, ama bir daha babamın arabasını kullanmadım. o da bunun nedeninin o kazadaki tepkisi olduğunu biliyordu, ama lafını etmedik hiç.
babamın tofaş macerası, kalkık kıçlı metalik gri bir fiat tempra'yla sona erdi. dijital kadranıyla çok havalı olduğu düşünülüyordu; en kolay çalınan arabalardan biri olduğunu da, araba bir gece apartmanımızın otoparkından çalınınca öğrendik polisten.
tofaş'ı bırakıp çok uzağa gitmedi babam - bordo rengi, hatchback bir ford escort aldı, uzun süre de kullandı.
en büyük hayali mercedes sahibi olmaktı - almanya'da çalışırken ama daha annemle evlenmemişken, kız istemeye bir mercedes'le gelmiş ve izmit'te büyük sükse yapmıştı vaktiyle (1966 olsa gerek - fotoğrafta ağzında sigara olan kişi kendisi). artık araba kullanmasa daha iyi olacak bir yaşa geldiğinde ikinci el bir mercedes alarak hepimizi şaşırttı, ama çok kullanamadı. biz onu arabayla gezdirmeye başladığımızdaysa "sağ koltuk sendromu"na yakalandı tabii - fren yap, debriyaja bas, sollasana şunu, tümseğe dikkat, rampada çekmiyor mu bu araba, sağdan araba çıkacak, klima üstüme üflüyor...
iki yıl kadar önceydi, babamı arabayla bizden evlerine götürüyordum, sokaklarına geldiğimizde "sen çok iyi şoför olmuşsun," dedi, "prima (almancı ya, araya almanca laflar sıkıştırır bazen) kullanıyorsun, valla bravo." doğan'ı traktörün altına sokmamdan sonra, yaptığı ilk yorumdu bu. tuhaf, aradan 25 yıl geçmişti, ama hala ufak bir şeyden gözlerimi yaşartmayı becerebiliyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)