22.2.14

sistem bilgisi


cemaatin ve akp iktidarının önce el ele, sonra karşı karşıya yaptığı sistemik tahribat, otuz yılda zor düzeltilecek cinsten. zaten matah bir sistemimiz yoktu, olanı da artık üstüne para verseniz kimse almaz. yasama ve yürütmesiyle siyasal sisteminin ve ona ek olarak yargı sisteminin işlerliği de, güvenilirliği de hiç olmadığı kadar çökmüş durumda. bu öyle bir kısır döngü ki, gücü elinde bulunduranlar kadar acımasızca bu gücü suiistimal edemeyecekler, kafalarını bile çıkaramaz dışarı; ya da gerzeklik derecesinde gözükara olmaları gerek. cemaat ve akp iktidarı zannetti ki sistemin bazı öğelerini kendilerine yontarlarsa sistem yine de işlemeye devam eder ama onların istediği gibi, onların yararına işler. dişlilere odaklanıp saati bozmakla sonuçlandı bu sistem bilgisizliği ve umursamazlığı, bozdukları saat de zamanı onların istediği gibi göstermiyor. bu tahribat, ekonomiye yapılabilecek tahribattan çok daha ağır, ülkenin yönetilebilirliğine, yaşanabilirliğine çok daha büyük ve uzun vadeli bir darbe vuruyor. (ayrıca korkarım akp'nin ekonomik başarısı olarak anlatılagelenler de on yıl sonra, dp'nin ilk üç yıldan sonra yaldızı dökülen dönemiyle karşılaştırılacak ekonomik zihniyet açısından.) akp iktidarı, kurnaz tüccar olmanın ekonomiyi iyi bilmek demek olmadığını, hele ticaret yapar gibi ülke yönetmenin, korkak memur gibi ülke yönetmekten daha iyi olsa da uzun vadede kendi büyük sakıncalarını getirdiğini kanıtlıyor. bu sakıncalar, elbette ülke genelinin şimdilik en çok umursayacağı sakıncalar değil, çünkü kurulan patronaj yönetiminin (patronaj daha önce de vardı tabii, yararlananları farklıydı ve daha sınırlıydı yalnızca) sürdürülmesinden daha yaşamsal, daha gündelik, daha gerçek sakıncalar değil. çöken sistem, zaten ayaktayken de berbat bir sistem olduğundan, aradaki farkı şu aşamada günlük hayatta fark etmek zor. hiçbir kurumunun saygın ve güvenilir olmadığı bir toplumda yaşamanın kabusu sonunda hemen herkesin üzerine çökecek tabii, büyük bir yalanın kişisel yalancıklarını hepimiz her gün çok daha büyük oranda ve kokusu üstümüze sinmiş olarak yaşayacağız çok uzun bir süre. eskiden komünist rejimin karanlığını karikatür derecesinde abartarak yansıtan filmler ve kitaplar vardı ya, işte bugün, onların bir versiyonu haline gelmiş bulunuyoruz.

herkes ölmeyi sürdürüyor sonra



köy büyük bir vadideydi genişti vadi uzundu içinden bir nehir akıyordu köylüler nesiller boyu vadiden çıkmamıştı her şey vardı vadide ne diye çıksınlar gerekli olan yaşamın sürmesiydi sürdüğüne göre daha ne isteyebilirlerdi hayvanlar ekinler güneş daha kendisinden sakınılması gereken bir katile dönüşmemişti buna çok da kalmamıştı gerçi çevreleyen dağlar yüksekti yüksek olmasına yine de aşılmaz değillerdi sanki doğal seçilim meraksızlığı savunmuş ile kayırmışçasına azınlıktaydı kedigiller yani mrtyr gen bozuğu bir beyin sakatı gibiydi o yüzden aralarında nitekim batıdaki dağa çıkmayı akıl edebilen yalnız o oldu bir sabah erkenden kimseye haber vermedi

dağın öbür yanına yol veren bir geçit bulması üç gününü aldı mrtyr’in gözlerindeki teri siler silmez karşılaştığı şey oracığa çökmesine neden oldu bu ne olamaz anlamadı indi yakından bakmak için hayır doğru görmüşüm neden bu korkunç titredi uzun kalın metalden kazıklar sık dizili aralarından geçilmiyor dokundu itti güç verip yüklendi kazık kımıldamadı ağla sevgili oğlum uzayıp gidiyordu kazıklar göz alabildiğine her iki yönde sabahı beklemeden geri dönüş felaket duygusu

hasat zamanıydı köy sessiz yorgun kim bu deli bağırıp duruyor dışarıda diyorum ki kazıkları gördüm dağın öbür yanında hiç bitmiyor bizi buraya hapsetmişler kalksanıza

bu hızla iki haftada kaldırırız ekini

kısıldık diyorum

gir içeri yat artık dedi karısı tarlan ne olacak günlerdir yoksun zaman geçiyor

zaman geçmiyor zaman burada biz buradayız kazıkların arasından kimse geçemez o bile

diyorsun

daha ekmek yapmadım

yağmur yağmasa bari

ver öyleyse maskemi gitmem gerek kazıkların bittiği yere

kötü bir şey sürünür karısının tüylerine gitme diyorum sana geçen sene köyü sel basıp komşunun çocukları boğulduğunda yedi gün önceden söylememiş miydim böyle olacağını üç yıl önce sonra depremde bütün evlerimiz yıkıldığında haber vermemiş miydim gitme o çit o kazıklar tehlikeli

söylemiştin mrtyr başını kaldırdı yine nefes aldı hep alırdı onun için gitmem gerek

delirdin mi sen

sen depremi haber verdiğinde ne yaptık hiç sel olacak dediğinde kimse ağaçlara aldırmadı bekleştik öylece yine beklersek bu çit bizim için daha tehlikeli olacak ben gidiyorum

gitti tek başına gitti çite vardıktan sonra yanından çok uzun yürüdü takvimsiz yürüyüş bitmek kazıklar için değildi sanki güneye doğru ilerledi sağındaydı çit çevre boş yaşamsız neredeyse otlar ile ağaçlar olmasa olmasa uzaktan geliyormuş gibi yapan bir su sesi bir gün çitin öbür yanından bir kadının yaklaştığını gördü yaklaştığını gördü inanmadı ama bekledi evet kazıkların öbür yanına kıstırılmış bir insandı bu göz göze
ben dynn dedi kadın kazıkların ucunda duran güneşe bakarak çıkalım buradan

kazıkların iki yanında ilerlemeyi sürdürdüler nerede biteceği içlerini kasan bir merak çünkü bitmeyebileceği bir kramp sarsıcı nefes veriş almadan durmadan veriş büzüşen ciğerler ölümüne yürüdüler zorundaydılar öteki tarafa geçemiyordu mrtyr hiç değilse dynn’le yan yana yürüyemiyordu aralarında hep kazıklar ile yiyecek bir şey bulamaz oldular su yoktu güçleri damla damla bir iz bırakıp arkalarında buharlaşıyor çit uzayıp gidiyor çıt çıkmıyor hiçbir şeyden sessizliğin çimeni ileride bir gün kazıkların üstünde karaltılar gördüler sanki insanlar son bir çabayla hızlanıp oraya gittiler evet insanlar kazıklara saplanmış ölüler bir sürü ölü kan deri ama koku yok hiç koku yok dedi dynn ile kendi kokularının yavaş yavaş yok olduğunu fark ettiler

kahretsin dedi mrtyr ilerlediler ölülerin bittiği yere yerde bir merdiven ile onların gölgesine dokunarak ürkütmeden yığıldı dynn artık hiç kokmuyordu neredeyse mrtyr dayan geliyorum dedi kazıkların sonunu bulamadan dynn’in öleceğini anlamıştı ne pahasına olursa olsun aynı tarafta ölmek istiyordu merdiveni dayadı tırmandı ileri baktı yana kazıklar hep oradaydı dynn’in yanına atlamak istedi tam merdivenden sıçrarken kazığa takılıyor karnını deşiyor kokusuz sıcaksız bir kan dökülüyor katı halde kurtarmaya çalışıyor kendini iyice saplanıyor dynn sonda

mrtyr aşağı atıyor kendisini boydan boya yarılan karnıyla dynn’in yanına sürünüyor biraz daha sürünüyor dynn’in yüzünü avuçlarına alıyor karnına bastırıyor kanına son bir kez kan kokusu duyuluyor çitin burasında herkes ölmeyi sürdürüyor sonra

(7, 1992)

11.2.14

öldürmeyeceksin - çalmayacaksın - yalan söylemeyeceksin (bu kadarı yeter)



nüfusunun %77'si rüşvet verildiğine ve yolsuzluk yapıldığına inanan, %46'sı yine de muhafazakar değerleri savunduğu için akp'ye oy verecek olan bir ülkede, neyi nasıl düzelterek işe başlamak gerekir? din ve ahlak işlerini birbirinden ayırmak?

1.2.14

kibrin kibriti, hayatın hayhuyunda söner



Bir oyuncu, kendine rağmen star olabilir mi? Nehir Erdoğan’ın ışıltısı, saklandıkça büyüyen cinsten – dolayısıyla sorunun yanıtı da “evet”.

İki itirafım var, aradan çıksınlar: birincisi, oyuncularla aram genelde iyi olmadı, kadın olsun erkek olsun. Çoğunun projeksiyon makinesi gibi çalıştığını, kendilerini çevrelerindeki yüzeylere (insanlara) büyüterek yansıttığını düşünürüm. Bazen daha da ileri gidip, doktorların doktorlarla, oyuncuların oyuncularla eşleşmesi ve diğer insanları rahat bırakmaları gerektiğini savunduğum da olmuştur. İkincisi, Nehir Erdoğan’a gıyabında uzun süre Irmak Aydoğan dedim. Artık ikisinden de pişmanlık duyuyorum.

Silsile öncesinde Nehir’le tanışmıyorduk; aslında Silsile’nin çekimleri sırasında da tanışmadık. Filmin senaryosu üzerinde Ozan Açıktan’la o kadar uzun süre (toplamda yedi yıl; arada neredeyse iki yıllık bir boşluk da oldu, daha fazla ilerleyemediğimizi görüp projeyi rafa kaldırdığımız sırada) çalıştık ki, iş filmi çekme aşamasına geldiğinde ben kendi hesabıma epeyce yorulmuştum. Halbuki asıl iş yeni başlıyordu tabii – çekim setine uğradığım seferlerde, zaten bildiğim bir şey teyit edildi: film çekmek kesinlikle delilerin yapacağı bir şey. Ufacık bir sahne için uğraşılan ayrıntıları, tekrar tekrar çekimleri izlemek bile bir ömür törpüsü gibi geldi bana, içim kıyıldı, setten elimi ayağımı hemen çektim. Nehir’in sahnelerine de denk gelmemiş oldum.

Etiler’le Arnavutköy arasında, Boğaz’a bakan bir sırtta, bir “gym”in uzantısı bir restoran-kafede buluştuk Nehir’le. Dışarıda oturalım, dedi, hava güneşli ama soğuktu; sen sigara içmiyorsun herhalde, diye sordu, o içiyordu. Sert bir gece geçirdiğini anlattı, zaten üç günlüğüne İstanbul’daydı, filmin dublajını tamamlayıp ertesi gün yeniden Paris’e dönecekti, bu koşuşturma onu belli ki huzursuz, biraz da huysuz etmişti. Bir süredir Paris’te yaşıyordu, orada oturan bir arkadaşı bir yıllığına Türkiye’ye dönünce Nehir de onun evine yerleşmişti, Sorbonne’da Fransızca kursuna gidiyordu. Ne yapacaksın Fransızcayı, dedim, omuz silkti – hoşuna gidiyordu, ders dinlemek, başka birilerini dinlemek ve birşeyler öğrenmek iyi geliyordu. Onun da ötesinde, Türkiye’de olmamak, farklı nefes almasını sağlamıştı, döndüğünde yaşadığı huzursuzluğun bir nedeni de herhalde buydu. İnsanlar burada hemen ast-üst ilişkisi kurarak konuşmaya başlıyor, dedi, orada böyle şeyler mesele olmuyor hiç, resmiyet de olsa karşılıklı, eşit bir resmiyet oluyor.

Silsile’de Ece’yi oynama teklifi de Nehir’i Paris’te bulmuştu. Casting ajansı sahibi Harika Uygur senaryoyu yollamış, bir bak demişti. Nehir dediğine göre pek de yeni bir projeye kalkışma havasında değildi o sıralarda; hatta oyunculuğa bir daha bulaşmamayı ciddi ciddi düşünüyordu. Filmin Ece-Cenk-Faruk üçgeninden genişleyen hikayesi onda birşeylere karşılık gelmişti ama; Ozan’la çalışma fikri de ona iyi gelmişti.

Türkiye’de dizi oyuncusu olmanın insanlık dışı yoruculuğu üzerine konuştuk biraz, 16 saat süren setler, bir köşeye kıvrılıp uyumalar ve kalkınca kaldığın yerden çekime devam etmeler vs. Oynadığı dizilerden fena olmayan bir para kazanmıştı, şimdi idareli olmaya çalışsa da sonuçta Paris’te yaşayabilmesini buradan kazandığına borçluydu, ama gerçekten bıktığı belli oluyordu.

Yalnızca maddi bir mesele olmadığını söyledi Nehir; düşünsene, zihinsel ve ruhsal olarak hiçbir şey almıyorsun, kendine katmıyorsun, ne kadar devam edebilirsin ki, dedi. Kitlesel bir gereksinimi karşılama anlamında dizileri önemsiyordu, yaptığı işi de küçümsemiyordu, ama uzun vadede maliyetini çok fazla buluyordu. Filmlerle geçinemezsin herhalde, diye sordum; eh, dedi, iyice küçüldüm aslında, yeni ayakkabılar almak peşinde değilim mesela, belki de geçinebilirim, ama film yapmak istediğimden emin değilim. Bana baktı, sen pek inanmadın galiba bırakacağıma, dedi. İnanmadım, bence bırakmazsın, bırakma da zaten, dedim.

Nasıl başladığını merak ediyordum, Marmara Üniversitesi’nde işletme okurken insan nasıl oyunculuğa geçmeye karar verirdi; öyle bir karar verecekse neden işletme okurdu? Kimya mühendisliğinde okurken yayıncı olmaya karar vermiş biri için tuhaf bir soruydu bu tabii; Nehir’in yanıtı da bana yabancı bir yanıt olmadı. Babasının mali müşavirlik şirketi vardı; Nehir’in abisi fizik mühendisliğini seçtiği için, baba mesleği ailenin küçük kızını bekliyordu. Nehir biraz itiraz edecek gibi olunca babası “benim bir ayağım çukurda – altın bilezik gelecek garantisidir” argümanını masaya bırakıp gitmişti. Orada yapabildiğim tek kurnazlık, dedi Nehir, İstanbul’da okuyacağımı kabul ettirebilmek oldu, yoksa İzmir’de kalır ve o ilişki çemberinin dışına muhtemelen çıkamazdım. Ne var ki Nehir’in hikayesinde baba gerçekten de kısa bir süre sonra ölüyordu, geride sözlerini daha da ağırlık kazanmış bir halde bırakarak. Ama televizyon programı sunuculuğu, dizi oyunculuğu, filmler derken, Nehir kendini işletmeciliğin çok uzaklarında bulmuştu.

Uzun süre kompleks yaptım konservatuar kökenli olmadığım için, dedi, onu aşmam çok zor oldu. Belki oyuncu olmadığını düşünmenin nedeni de odur, dedim, ama Los Angeles’ta iyi bir oyunculuk kursuna gitmişsin galiba? Bir şey demeden, ağzının kenarıyla gülümseyerek bana baktı; gittim tabii, dedi, ama o da pazarlama sonuçta, burada öyle bir hale getirdiler ki o kursu, büyüttükçe büyüttüler. Nasıl bir şeydi, diye sordum. Çok yararlıydı aslında, dedi, ama şöyle bir şey oldu, bir ölüm acısını oynamam gerekiyordu; hoca dedi ki yakınlarından kim öldü? Babam, dedim. Neden onu kullanmadın oynarken, diye sordu. Bilmem dedim, anısına saygısızlık olacakmış gibi geldi, kullanmak olacak gibi geldi. Saçmalama, dedi hocam, hayatın senin oyunculuk kütüphanen, lazım oldukça kitapları indirip kullanacaksın. Yapamadım. Böyle oyuncu mu olur allahaşkına?

Silsile nasıl gitti peki, diye merak ettim. Bir önceki gün, filmin bitmiş halini ilk kez seyrettiğini biliyordum Nehir’in. Önce duraladı yine, sonra çok beğendim, dedi, Ozan tabii o kadar ileride ki bizim sinemamızın geri kalanından, ben kendimi bile seyretmedim bir noktadan sonra, bence filmin en iyisi İlker. Nehir’in oynadığı Ece karakterinin sıkışmışlığından, hayatındaki erkeklerin ona çıkış fırsatı bırakmamasından konuştuk bir süre. Sette diğer oyuncularla ve ekiple nasıl geçindiklerini merak ettim sonra; öncesinden tanışıyorlar mıydı, birbirlerine gıcık olmak, birbirini sevmek, iyi geçinmek, birbirlerinin oyunculuğuna yardımcı olmak gibi şeyler olmuş muydu? Gıcık olacak bir durum olmadı, dedi Nehir, zaten herkes bir şekilde birbirini tanıyor, üç hafta gibi bir zamanda filmin bitmesi gerekli, Ozan da sette ne istediğini çok iyi bildiği için çok keyifli geçti bütün çekim. Ben normalde kontrol manyağıyımdır, diye ekledi, benden daha manyağı çıkınca ben çok rahat ettim.

Ozan’la ilgili bir gözlemimi sormak istedim Nehir’e: katıldığım çekimlerde ben de tanık olmuştum Ozan’ın milimetrik yaklaşımına – ışığın, kameranın yeri, oyuncuların pozisyonları, nereden nereye hareket edecekleri vs.; buna karşın, oyunculuğa çok az müdahale ediyordu. Bu durum oyuncular için önemli bir özgürlük alanı yaratıyor muydu? Tabii, dedi Nehir, ama çekime gelene kadar zaten karakterleri, durumları o kadar çok tartışıp incelemiştik ki, herkes filmin derinliklerine nüfuz etmişti bence. Bir sabah, güneş yeni doğarken setten çıkıp Ozan’ın evine gittik topluca, diye anlattı, bir de baktım, mutfakta ben Ece olmuşum, o Cenk olmuş, kavga ediyoruz. Bir süre sonra Ozan’ın eşi uyandı, işe gidecek, uykusunu almış bir insan olarak bizim o halimizi görünce şaşırdı tabii, biz de birden kendimize geldik, çok komik oldu.

Nedir peki filmin derinlikleri, diye sormak zorundaydım tabii. Kibir, dedi Nehir, hayata karşı, insanlara karşı kibirlenirsin, ama bir yerde hayat üstün gelir. Ben bunu dışarıda uzunca bir süre kalıp geri döndüğümde çok hissediyorum, ama bir hafta geçince artık fark etmez oluyorum tabii. Kadınlı erkekli bir ortamda mesela, erkekler en zekice espriyi yapma telaşında oluyor, kadınlar söyleyecekleri her cümleyi üç kere düşünmeden konuşmaya başlamıyor ve başladıklarında da edaları şu, nasıl bir tepkiyle ya da tepkisizlikle karşılaşacaklarını çok iyi bildiklerini ama yine de konuştuklarını anlatan bir eda. Ben Ece’ye benzemiyorum, ama ben de bıktım hayatımızdaki bu kibirden; iyi, sakin, aşağıdan ya da yukarıdan bakmayan insanlarla çevrili olmak istiyorum artık.

İyice üşümüş, çokça kahve içmiş, Cem Yılmaz’la selamlaşmış, Ozan’dan “nerdesiniz? dublaj?” mesajları almaya başlamıştık artık. Kalktık; Levent’e kadar yürüdük. Kendi halinde, kafası herkes kadar karışık, kalbini herkesten biraz daha açıkta taşıyan, kibirli olmamaya çalışmasının bir tür kibir olarak algılanmasından korkan, her an atalete teslim olacakmış gibi görünürken kıyısından kıvrılıp çağıldamaya başlayan Nehir’le vedalaştık. O kendi kendini seslendirmeye gitti, ben onun seslerinden yazı devşirmeye.

Vogue, Şubat 2014