26.1.19

Son Kişot - Neşeli Bir Yol Hikayesi

Cenk Koyuncu’nun gülümsemesine

Bu noktadan yıllar öncesini görüyoruz önce, sesleri duymuyoruz, yalnızca J.S. Bach’ın “Erhalte mich”i var kulak zarlarımızda: Küçük bir kız, 9-10 yaşında, dedeyle evdeler, anne mutfakta kek pişiriyor, dede kızla sıcak-soğuk oynuyor, küçük bir biblo var elinde, onu odanın bir yerine saklıyor, kız da arıyor, yaklaşırsa sıcak, uzaklaşırsa soğuk diyor dede. İlk izlediğimiz elde kız rahatça buluyor bibloyu, sonra yeniden odadan çıkıyor, döndüğünde dede yine koltuğunda oturuyor. Kız arıyor arıyor, sonunda dedenin üstünü aramaya başlıyor, elini cebine sokuyor, dede kendi fermuarını açıyor, tutturuyor, elini de kızın külotuna sokuyor. Anne kek pişirmeye devam ediyor.

***

Hatice’nin temizliğe geldiği günlerden birinde Melike’nin cebi çalıyor – arayan Hatice’nin kocası Şeref. “Hatice orda mı?” diye soruyor – Hatice son günlerde garip davranıyormuş, Şeref onun başka bir erkekle ilişkisi olduğundan kuşkulanıyormuş. Melike çok sinirleniyor, Şeref’i tersleyerek telefonu kapıyor ve Hatice’ye çıkışıyor, bu tür aile içi şeylere karıştırılmak istemediğini söylüyor, “O adam buraya gelmeye kalkar mı?” diye soruyor. Hatice gülerek geçiştiriyor, fakat sonra Melike Hatice’yi ağlaya ağlaya bulaşık yıkarken buluyor. Hatice anlatıyor: Şeref Hatice’den kuşkulanmaya başlayınca bütün eve izleme kameraları ve ses alıcıları yerleştirmiş. Şimdi tedavi görüyormuş, bu sefer de Hatice’nin paraları psikolog ücretine gidiyormuş. İki de çocukları var öğrenci, Hatice perişan.

Melike’nin tepesi bunları duyunca iyice atıyor, Şeref’e telefon edip onunla konuşmak istediğini söylüyor ve eve çağırıyor. Melike bu sıralarda pek dengeli değil – neredeyse hiç uyumuyor, sürekli şövalyelik romanları okuyor, gözleri biraz deli bakıyor; üstlendiği, teslim tarihi gelmiş tasarım işlerini boşlayalı epey olmuş.

Şeref gelince gelince Hatice’nin üzerine yürümeye kalkıyor ve işler beklenmedik bir şekilde çığırından çıkıyor, Şeref’i ölümcül biçimde yaralıyorlar, küçük tuvalete kilitliyorlar. Yorgun argın kanepeye çöküyorlar. Hatice Şeref'in cep telefonunu almış, onu kurcalıyor. Telefonda bazı fotoğraflar ve videolar buluyor: küçük kızların fotoğrafları, masum denemeyecek tuhaflıkta fotoğraflar, bazı erkek çocuk fotoğrafları keza, bir de bir video, küçük çocukların birbirlerine cinsel görünümlü şeyler yapması, komutları veren bir dış ses, bir erkek. Hatice kuduruyor, ama Melike sinir krizi geçiriyor gerçek anlamda, katılıyor. Konuşamaz oluyor. Acayip bir ağlama. Gidip odasına kilitliyor kendini. Daha sonra, sakinleştiğinde, çıkıp anlatıyor Hatice'ye, dedesini. Hatice paramparça oluyor, dili tutulmuş gibi; Melike’ye sarılıyor, hüngür hüngür ağlıyorlar yeniden. Melike annesini arıyor, yıllardır izi yok adamın çünkü, aile görüşmüyor dedeyle; annesine dedenin nerede olduğunu soruyor ama kadın söylemiyor, tersliyor, kapıyor telefonu, anlamıyor Melike'nin ne halde olduğunu. “Ne diyor Gönül Teyze?” diye soruyor Hatice. “Ne diyecek allahaşkına, bilmiyor musun Gönül Teyzeni?” diyor Melike tükürür gibi. “Bulacağım ben bu herifi, amına koyacağım," diye ekliyor sonra, Hatice "Ben de,” diyor. Asıl onun kararlılığı gözümüzü alıyor.

TV’de CNNTürk, yeni bir kadın cinayeti haberi veriyor – liseli bir kızın evden kaçması, kocası ve akrabaları tarafından izinin sürülmesi, öldürülerek kuyuya atılması. Melike’nin dudakları titriyor, “Hadi çıkalım şu evden,” diyor, çıkıyorlar, sahile iniyorlar. Ne yapacaklarını konuşuyorlar – Melike Şeref’in cesedini gece alıp arabayla bir yere götürüp gömmekten yana; Hatice o gece çıkamayacağını, çocukların durumunu ayarlaması gerektiğini, akşama eltilerinin geleceğini, işlerin karıştığını anlatıyor. Operasyonu ertesi gün yapmaya karar veriyorlar. Melike o gece evde kalamayacağını söylüyor haliyle, sevgilisinde kalabilir, ama bir süredir araları limoni, ayrıca Şeref’e yaptıklarını öğrenirse ne yapacağı belli olmaz, polise bile gidebilir, “Öyle de şerefsizdir,” diyor Melike. Bir erkeğe ihtiyaçları olmayacağı belli. Melike o gece başının çaresine bakacak. Gülmeden ayrılıyorlar.

Melike gece bir barda tek başına takılıyor, pek iyi görünmüyor açıkçası. Bir süre sonra yakışıklıca bir adam geliyor yanına; Melike’den 10 yaş kadar büyük, düzgün birine benziyor. Yanına oturmak için izin istiyor, gülümseyerek konuşuyor. Melike ona uzun uzun bakıyor – tanıyacakmış gibi, ama çıkaramıyor. Adının Levent olduğunu söylüyor adam, iş için Antalya’dan gelmiş. Bayağı içiyorlar, Melike sarhoş oluyor fena halde. Adam “Gidelim buradan,” diyor, “Gidelim,” diyor Melike. Adam önce bir tuvalete gitmek için kalkıyor. Telefonu ve sigara paketi masada. Telefonu çalıyor o sırada, Melike ışığını görünce bakıyor, arayanın adını görüyor – Şenol Yerlikaya.

Adamla Melike adamın arabasında gidiyor. Bir sokakta duruyorlar, dışarıda in-cin top oynuyor, karanlık. Melike’nin “ne oluyoruz” demesine kalmadan adam kızın üstüne çullanıyor. Saçlarından tutup kafasını torpidoya vura vura bayıltıyor Melike’yi, ayakkabılarını, pantolonunu çıkarıyor, tecavüz edip yarı çıplak arabadan atıyor ve basıp gidiyor.

Gençten iki adamın yaklaştığını görüyoruz, Melike’yi görüyorlar o halde sokakta yatarken, “Oha karıya bak” diyorlar birbirlerine, çöküyorlar başına, bacaklarını kıçını ellemeye başlıyorlar, halleniyorlar, ama ellerine kan bulaşınca bir duraklıyorlar, o sırada bir şangırtı – pencerelerden birinde bir teyze, şişe atmış bunlara, avazı çıktığı kadar bağırıyor. İkili tırsıp ikiliyor.

Teyzenin evi. Komşusu kadınla birlikte Melike’yi içeri almışlar, kanepeye yatırmışlar, altına pijama giydirmişler.

Sabah. Melike korkunç bir baş ağrısıyla ve alnı şişmiş olarak kendine gelince teyze kahvaltı hazırlamak istiyor ama Melike öğürmeye başlayınca demli çayda karar kılıyorlar. Melike yavaş yavaş geceyi hatırlamaya başlıyor. Telefon çalıp duruyor ama açmıyor, sonunda yekten telefonu kapıyor.

Melike teyzelere teşekkür faslının ardından eve dönüyor, yolda Hatice’yi arıyor, o da geliyor. Dışarıda buluşup eve giriyorlar – Melike cesetten tırsıyor çünkü. Ama Şeref’in cesedi ortada yok. Anlam veremiyorlar, ama hemen gitmeleri gerektiği açık. Melike adamı bulmaya kararlı, ama sadece adını biliyor. Sonra gelen telefonu hatırlıyor. “Şenol Yerlikaya” diye Google’a girince karşısına üç kişi çıkıyor, ikisinin şirket telefonuna ulaşıyor. İlki karavana, ikincisini arıyor. “Dün gece Levent Bey’i aramıştınız, o sırada bakamamıştı, kolyesini bende unutmuş, telefonu cevap vermiyor, acaba başka nasıl ulaşabilirim kendisine diye sizi aradım,” diyor Melike cilveli bir sesle. Şenol diyor ki ben Levent diye kimseyi aramadım. Antalyalı hani? diye soruyor Melike. Tanımıyorum, diyor Şenol ve kapamak üzere. Melike tarif ediyor. “Haa, Mithat’ı diyorsun sen,” diyor Şenol, “İzmir’in en büyük orospu çocuğu avukatı Mithat Yurdatapan’ı diyorsun.”

Melike’nin arabasına biniyorlar. “Nereye?” diye soruyor Hatice, “İzmir’e,” diyor Melike, “yolda anlatırım.” Soğukkanlı bir delilik içinde görüyoruz onu. Hatice daha aklı başında görünüyor, ama süreçte en acımasız cinayetlerden bazılarını o işleyecek. Eskihisar’dan feribota biniyorlar. Topçular’a yaklaşırken feribotta bir hareketlenme ve bağırış-çağırış oluyor, adamın biri karısını tartaklıyor, “Yürü lan arabaya!” diye ite kaka aşağı götürüyor. Melike ve Hatice çok sinirleniyor, ama feribot da yanaşmak üzere, arabaya iniyorlar. Çıkışta adamı arabasını biraz kenara çekmiş, kadını döverken görüyorlar – Melike ani bir frenle durduruyor arabayı, iniyorlar, müdahale ediyorlar. Adam arabadan iniyor, ikisini de birer yumrukta yere seriyor, tekmeliyor da, sonra arabaya atlayıp gidiyor. Kimse de bir şey yapmıyor.

Bayağı yamulmuşlar. Melike’de süngüsü düşmüş bir hal var, İstanbul’a dönmeye teşne, ama Hatice sinir küpü olmuş, bilenmiş. Adamın plakasını da ezberlemiş o arada. Trafik Şube’de FETÖ’cülerden boşalan kadrolardan birine yerleşip başkomiser olmuş eniştesini arıyor. Orhangazi’de ekip adamı çeviriyor. Bizimkiler Emniyet’e geliyor. Adamın karısı orada bekleşiyor, bunları görünce ürküyor, polisler de Melike’yle Hatice’yi goygoylamaya çalışıyor. Komiser yardımcısı kadın, gelip onları bir güzel haşlıyor, Melike ve Hatice’yi götürüyor. Adamı nezarethaneden çıkarıyor, kamerası bozuk bir odaya götürüyor, Melike’yle Hatice de oraya geliyor. Hatice adamı fena benzetiyor, kadının verdiği copla. Melike de iki tane çakıyor sonunda, havaya giriyor. Kan revan içinde kalıyor adam. Bizimkiler çıkıyor.

İzmir’e geliyorlar. Melike internetten Mithat’ın ofisini buluyor, kapısına dayanıyorlar, Mithat şehir dışındaymış, sonraki gün gelecekmiş.

İki kadın otele yerleşiyor. Sonra çıkıp kendilerine üst-baş alıyorlar – Melike, Hatice’nin türbanına biraz takılacak gibi oluyor, sonra saçmaladığını fark edip daha şık bir türban aldırıyor. İzmir’de takılıyorlar.

Ertesi gün Melike yeniden arıyor Mithat’ı, toplantıda olduğunu öğreniyor. Gidip ofisin önünde beklemeye başlıyorlar. Akşam saatlerinde çıkıyor Mithat. Karşısında Melike’yi görünce önce afallıyor, hatta biraz tırsıyor, ama Melike cilveli, “tadı damağımda kaldı” pozunda. Mithat fena halde yiyor bunu.

Evine gidiyorlar. Melike ve Hatice bu arada sürekli mesajlaşıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde iş yatağa varıyor. Yatak odasına girdiklerinde Melike duvardaki resmi görünce eli ayağı boşalıyor. “Bunun burada ne işi var?” diyor, “Eski karımdan kalma, atamadım,” diyor Mithat. “Sen İpek’in kocası mısın?” diyor Melike şaşkınlıkla. Mithat da şaşırıyor. İpek Melike’nin lisedeki en sevgili arkadaşıymış meğer, okul bitmeden bir adamdan hamile kalmış, kızı okuldan almışlar, adamla evlendirmişler. O adam da Mithat’mış. Birkaç yıl sonra boşanmışlar, İpek taşralı bir iş adamının imam nikahlı karısı olmuş. Niye boşanmışlar? Mithat başka birisine aşık olmuş, ama bu İpek’in suçuymuş, ilgisizliğine, Mithat’ı kendine yanaştırmamasına dair bir şeyler anlatıyor. Melike’nin adama duyduğu nefret üçe katlanmış durumda. Öfkesinden yerinde duramıyor.

Kapı çalıyor – gelen Hatice. Melike o sırada karambolden yararlanıp mutfaktan ekmek ve et bıçağı almış gelmiş. Mithat’la İpek konusunda yüzleşiyor Melike, yeni kocasının Çorum’da Boğazkale’deki Kybele Otel’in sahibi olduğunu, oteli birlikte işlettiklerini öğreniyorlar. Mithat’ın ağzını ve ayaklarını bağlayıp ellerini ve dilini kesiyorlar. Salonun yanındaki kütüphanede Mithat’ın gerçek olamaz gibi görünen, bir Tarantino filminden fırlamışa benzeyen bir silah koleksiyonu varmış, iki çantaya doldurup çıkıyorlar. Gecenin bir saati, hedef Çorum, daha doğrusu Boğazkale.

Kula çıkışında benzincideler, arabanın önüne arkasına iki araba dayanıyor, bunların çıkışını engelliyor. Hatice arabada, Melike para ödemeye gitmiş. Döndüğünde adamların köpekbalığı gibi arabanın etrafında dönendiğini görüyor. Melike’ye zorla kapıyı açtırmaya kalkışacak gibi oluyorlar ama Melike zaten dünden hazırmış gibi cilve yapıyor bunlara, Hatice şaşırıyor önce, sonra jetonu düşüyor. Ağaçlığa gidelim ben battaniye getireyim diyor Melike. Hatice ve adamlar önden gidiyor, bir tanesi Melike’nin yanında kalıyor. Melike bagajdan tüfeği çekip herifi vuruyor. Hatice’nin yanındakiler silah sesi ve arkadaşlarının çığlığını duyunca “nooluyo lan” diye geri geliyor ama tabii ihtimal de vermiyorlar. Hepsini yere seriyor Melike – biraz beceriksizce yapıyor bunu, bacak, karın, kol, neresi gelirse. Benzincinin çalışanları tırsmış, ışıkları kapamışlar, dükkanın arka tarafına sığınmışlar. İki kadın arabaya binip gidiyor. Yolda kendi tacize uğrama deneyimlerini, arkadaşlarının ve ailedeki kadınların yaşadıklarını anlatıyorlar birbirlerine. Hatice’nin komşusu, tecavüzcüsüyle evlendirilmiş, kaçmış, bulmuşlar, kocasının abileri ve babası da tecavüz etmiş bunun üzerine. Melike dedesinin hikayesini bölük pörçük anlatıyor. Yıllarca sürmüş.

Uşak’a gelmeden yol kenarında bir yerde arabayı sote görünen bir kenara çekip uyuyorlar.

Sabah camları tıklatılıyor – iki trafik polisi. Genç ve sırnaşıklar – “buralarda böyle yol kenarında uyuyan güzeller bulunmaz” sırnaşıklığı. Bizimkiler tam dellenecek gibiyken polisleri merkezden çağırıyorlar, bilmeden canları kurtulmuş oluyor. Belki Melike’yle Hatice’nin afyonu patlamış olsaydı, polisler ölmüş olacaktı. Fakat anlıyorlar ki en azından arabanın plakasında arama yok henüz. Seviniyorlar.

Şehir merkezlerinden kaçınarak, yolu uzatarak gidiyorlar.

Bir kasabaya gelince kahvaltı edecek yer arıyorlar. Bir kahve görüyorlar, bir bakıyorlar ki burası kadınlar kahvesi, içeride tek bir erkek yok. Nefis çay var, sıcak gözleme var. Adamları Soma’ya yolluyorlarmış termik santrale. Kadınlar epey sert, küfürlü konuşmalar, hırslı okey oyunları, laf atmalar filan. Bizimkilerin çok hoşuna gidiyor, “buraya yerleşsek” diyorlar. Ama görev onları bekliyor, yola devam.

Seyitgazi. Arabayı birden durduruyor Melike yine, yolda bir oğlan – 13-14 yaşlarında, arkasında da çarşaflı kadınlar – ablası, annesi, teyzesi, annanesi. Çıkıp kadınlara bas bas bağırmaya başlıyor Melike, Hatice arabada kalıyor – “Bu çocukları yarrak gibi yetiştiriyorsunuz, büyüyünce gelip kafamıza sıçıyorlar sizin yüzünüzden, bu ne biçim yürümek, bacak kadar çocuğun üç adım arkasında, utanmıyor musunuz, koca insanlarsınız…” Kadınlar paniğe kapılıp telaş içinde kaçmaya çalışıyor – Melike peşlerinden gidiyor, saydırmaya da devam ediyor. Bir evin kapısında oturmuş bir grup kadının önünden geçiyorlar, kadınlar Melike’yi durduruyor, “sen ne diyon?” “erkeğimize laf mı diyon?” İş itiş kakışa dönüyor, Melike bunların hakkından gelecek gibi görünürken işin rengi değişiyor, indiriyorlar, üstüne çullanıyorlar, durum kötü, o sırada Hatice geliyor, acayip dövüyor hepsini, Matrix’teki Trinity gibi. İçlerinden biri kaçıyor, ama Melike biraz peşinden koşup nişan alıyor ve bir atışta vuruyor – sanki “sniper” mübarek. Bu işte hızlı -hatta biraz fazla hızlı- bir şekilde ustalaşıyorlar. Koşarak arabaya dönüyorlar, insanlar sokağa çıkmış, bağırış çağırış, kadınlar pencere kenarlarından bakıyor, birtakım adamlar bunların önünü kesmeye çalışıyor ama bir-ikisini eziyorlar, bir-ikisini vuruyorlar pompalı tüfekle. Melike gaza basarken Hatice geriye ateş ediyor. Seyitgazi’den çıkıyorlar.

M’nin telefonu ötüp duruyor – arayan sevgilisi Tankut. Açmıyor.

Eskişehir yolunda arabayı saklıyorlar, silah çantalarını alıp otostop çekiyorlar. Telefon çalmaya devam ediyor. Hatice’nin de telefonu ötmeye başlıyor bu sırada – onu da Şeref arıyor. Haydaa. Açmıyorlar.

Bir araba duruyor sonunda – altmışlarında, saçları boyalı, parmağında taşlı yüzüklü, kaytan bıyıklı, hafif sakallı, biraz göbekli bir amca, Dario Moreno’yu andırıyor. Melike öne oturuyor, Hatice arkaya. Az sonra “Şurada biraz durabilir miyiz?” diyor Hatice, adam “Elbette hanımefendi,” diyerek kenara çekiyor, Hatice onu arabadan indiriyor, bagaja girmesini istiyor elinde tabancayla, adam ağlamaya başlıyor, “Niye böyle yapıyorsunuz hanımefendi, istirham edeceğim, niye bagaja giriyorum,” diyor, eliyle “Hadi gir gir” işareti yapıyor H, “Kızım ne yaptım ben size, sizin babanız yaşındayım,” derken Hatice “baba” lafını duyduğu anda tetiğe basıyor, “Yapmışsındır,” diyor alçak sesle. Bagajı kapıyor, yola devam.

Bir büfeden tost alırken televizyondaki haberlere takılıyor Melike – terk ettikleri arabasını bulmuşlar, peşlerindeler, çember daralıyor.

Gecenin bir yarısı Boğazkale’ye varıyorlar. Hititlerin başkenti Hattuşaş burası, bereket tanrıçası Kybele’nin memleketi. İpek Kybele Otel’de, kocası otelin sahibi. Otele giriyorlar, resepsiyonda uyuklayan bir oğlan var, resepsiyonun karşısındaki televizyonda haberler açık ama sessizde; oda muhabbeti yaparken İpek geliyor. Melike’yi tanımıyor, ama Melike kadına kilitleniyor. Kim olduğunu söyleyince İpek ağlamaya başlıyor, birbirlerine sarılıyorlar. İpek toparlanıyor sonunda, “Aç mısınız?” diyor Hatice’yi de dahil ederek, oğlana çantaları aldırıyor, oğlan çantaların ağırlığına şaşırıyor, sızlana sızlana iki kadının odalarına götürüyor. Kadınlar mutfağa geçiyor, İpek yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Her şey unutulmuş gibi oluyor o mutfakta, neşe, mutluluk, sevgi havası. “Ne işiniz var burada?” diye soruyor İpek, “Geziyorduk uğradık,” gibisinden geçiştirme bir cevap veriyor Hatice, Melike de ek yapmıyor. Bu sırada oğlan resepsiyona dönmüş, otelin köpeğine mama koymak için dışarı çıkıyor, köpeği Melike’nin arabasının dibinde görüyor. Bakmaya gittiğinde bagajdan bir şey damladığını görüyor, ama karanlıkta benzin sanıyor, “Sakın la dur, benzin o, geberecen,” diyor köpeğe, çekiştiriyor, köpek hiç ayrılmak istemiyor. Mutfağa gidiyor oğlan, bagajdan benzin damladığını söylüyor, Melike paniğe kapılacakken Hatice sakin bir şekilde kalkıyor, “Ben hallederim, bir göstersene bana nerede,” diyerek oğlanı alıp dışarı çıkıyor. Mutfaktan çıkarken bir şiş sakladığını görüyoruz kolunun içine. İpek’le Melike konuşmaya dalmış – eski günleri, İpek’in neler çektiğini, Melike’nin onu ne kadar özlediğini anlatıyorlar birbirlerine. Hatice geri geliyor az sonra, sakin. Oğlan yok.

Melike kendi hayatını hararetli hararetli anlatırken birden donakalıyor gözü kapıya kayınca – eşikte duran adam, İpek’in kocası, Melike’nin onyıllardır görmediği dedesi Zekai Bey. Melike’yi görünce ona büyük bir pişmanlıkla, içten bir sevgiyle sarılıyor. Samimi olduğunu anlıyoruz. Zekai Bey kanser hastası olduğunu anlatıyor, oteli zar zor götürüyor, İpek olmasa çoktan kapanırmış, aslında pek ömrü kalmamış. Son günlerinde Melike’yi görmek onu inanılmaz mutlu etmiş belli ki. İpek Hatice’yi alıyor, “Gel sana biraz oteli gezdireyim,” diyor, dedeyle torunu yalnız bırakıyorlar.

Zekai Bey bir rakı koyuyor kendine, dipliyor, bir tane daha koyuyor, bir tane de Melike’ye koyup karşısına oturuyor. Dökülüyor. Adamcağızı bu kadar perişan görmek Melike’ye de dokunuyor, o da ağlıyor Zekai Bey’le, birbirlerine sarılıyorlar – Melike’nin sonunda çocukluk travmasının çözüldüğünü, hesabı kapattığını, artık normale döneceğini düşündüğümüz anda cebinden bir tabanca çıkarıp Zekai Bey’i yere yatırıyor, bir bıçak kapıyor, adamın pantolonunu indirip taşaklarını kesiyor ve ağzına tıkıyor, koli bandıyla da ağzını bağlıyor.

Zekai Bey’in ağzı bağlı olsa da o sessizlikte iniltileri yine de duyuluyor. İpek koşarak geliyor, Hatice arkadan. Kocasını kanlar içinde görünce sinir krizi geçiriyor – meğerse çok seviyormuş adamı. Melike’nin üzerine yürüyor, eline geçirdiği ne varsa onunla vurmaya çalışıyor. “Ambülans çağırın!” diye bağırıp duruyor. Melike ve Hatice mutlu bir yorgunlukla yere oturuyor, biz sahneyi yükselerek izliyoruz. O sırada içerisi ışığa boğuluyor, helikopter sesi gümbür gümbür – çevreniz sarıldı sahnesi. Melike ve Hatice bakışıyor, kaderlerine razılar artık.

Don Quijote anı: Meğer Melike yeldeğirmenlerine saldırdığını zannederken asıl durum çok başkaymış. Gelen polis değil ambülans; helikopter değil bir motosikletli – bu da resepsiyondaki oğlan çıkıyor. Tekrardan sahneye dönüyoruz, Zekai Bey yerde ama kanlar içinde filan değil, İpek ağlıyor ama sinir krizi filan geçirmiyor. Zekai Bey kalp krizi geçirmiş, durum ciddi, hemen hastaneye götürülüyor, İpek de gidiyor. Hatice’nin telefonu çalıyor, açıyor bu sefer, Şeref şaşkın, açılmasını beklemiyor çünkü. Onlar konuşurken Melike’nin de telefonu çalıyor, o da açıp Tankut’la konuşuyor. Neler olduğunu anlatıyor, ama başından beri olanları değil de onlara biraz benzeyen çok daha sıradan olayları. Anlıyoruz ki Melike ve Hatice gerçekten bir dizi macera yaşıyor ve birtakım erkekleri cezalandırıyor, ama bunları Melike’nin beyni bir bin katarak yaşamış, tıpkı Don Quijote gibi. Dedenin kaldığı yeri Melike'ye annes en başta söylemiş zaten, aşırı rastlantılar hep hayaliymiş. Range Rover’a bindiklerini görmüşüz ama aslında Nissan Micra’ymış araba; Şeref’i öldürmemişler, yaralamamışlar bile; Tankut onu bir-iki gün sonra merak içinde Melike’nin evine gidince küçük tuvalette kilitli bulmuş.

Ertesi gün: Tankut ve Şeref otele geliyor birlikte. Birbirlerini bulduktan sonra beraberce iki kadını bulmak için yola koyulmuşlar ama belli ki çok allahlık adamlar ikisi de. Bu iki adamın hali, kadınların kanlı gerginliğine karşı komik bir tezat oluşturuyor hemen. Melike’yle Hatice’yi İstanbul’a götürmek istiyorlar haliyle ama onlar kararlarını vermiş - “Biz burada kalıyoruz.” Vazgeçirmeye çalışıyorlar, ama başaramıyorlar – çok ısrar edince Hatice ve Melike onları düpedüz tartaklıyor. Adamları yolluyorlar sonunda.

Otelde üç kadın. “Boğazkale’nin Üç Kadını” gibi hafif mitolojik bir halleri var. Otelin terasında baş başa kalıyorlar. İlk defa bir dinginlik ve sessizlik oluyor. Güneş Hattuşaş’ın üzerinde batıyor.

Hissettiğimiz kadarıyla, Melike hep İpek'e aşıkmış, hatta belki lisedeyken bir şeyler de olmuş olabilir tam yaşanmadan; bu yaşanmamışlık o efsaneyi büyütmüş de büyütmüş, İpek'in başına gelen evlilik hadisesi de hep Melike'nin vicdanını yaralı tutmuş. Lakin yolun sonunda, İpek'e kavuştuktan sonra, kafasında büyüttüğü şeyin de tıpkı bu yolda yaşadığı şeyler gibi bir hayal olduğunu anlıyor (zaten İpek'te de bunun karşılığı olmadığını, bir arkadaşlık bağı olduğunu görüyor), asıl yanı başında duranı görmemesine neden olan bir hayal. O zaman işte Hatice'yi görüyor gerçekten görmesi gerektiği gibi.

***

Baştaki sahneyi yeniden görüyoruz, sesli bu kez. Sonuna geldiğimizde içeriden bir kadın sesleniyor, “Hatice, mutfağa gelsene kızım!” Kız çocuğu dedenin gözlerine bakıp mutfağa koşuyor. “Bana şurdan bir tabak versene, ellerim yağlı,” diyor Gönül Teyze.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.