14.6.11

boş zamanlar, goygular ve başka şakalar

"boş zaman" lafına takmıştım bir ara, belki de lisedeydim, neye göre boş zaman, aslolan dolu zamana göre tabii, aslolan dolu zaman da okulda, işte vs geçirilen, "kurum"a adanmış zaman, asıl boş zaman o değil mi, asıl dolu zaman insanın kendine adayacağı zaman değil midir, nasıl bir küçümseme ve hor görmedir bu vs vs - ergence söylenmeler işte.

hakan bıçakçı'dan devamla boş zaman'ı okudum geçenlerde, 2004'te oğlak'tan çıkmış ilk, şimdi iletişim yeniden basmış. karanlık oda'yla akraba bir kitap tabii, ama bunda alttan alta bir oğuz atay damarı da var sanki, ironisiz bir oğuz atay (bir yazarı bir başka yazara, bir kitabı bir başkasına benzetmek de ne fena bir yayıncı huyudur). kitap beklediğim sürprize bağlanarak bitti, bu da hakan bıçakçı kurgusuyla ilgili temel gözlemimi doğruluyor - "strange factor" (tuhaflık faktörü) üzerine kurduğu hikayeler sanki biraz daha tuhaf olabilirdi, sanki kendini zorlamak istememiş gibi hissettiriyor bana. onun dışında temiz bir kitap, temiz bir yazar.

bu tuhaflık faktörü önemli bir unsur haline geldi artık edebiyatımızda. yazarların önce yayınevi, sonra da okur tavlamada bu faktörü giderek daha fazla kullandığı görülüyor - "olay ne?" "mesele ne?" sorularına verilecek bir-iki cümlelik yanıtın çarpıcılığı, kitabın temelini oluşturan "tuhaf"lık gibi şeylerden söz ediyorum. filmlerden örnek vermek gerekirse being john malkovich, eternal sunshine, fight club gibi yüksek tuhaflık faktörlü filmler sayılabilir. kendi içinde kötü birşey değil tabii, hep aynı sızlanmalardansa bunu yeğlerim, ama yanıltıcı da olabiliyor bazen, melida tüzünoğlu'nun kitabında olduğu gibi örneğin.

ambulansla dünya turu, vaat edici bir kitap: adıyla ve tabii gündüz vassaf'tan alınma "blurb"le (goygu diye çeviresim var, goygoy ve övgü melezlemesi) - "dünyaya yeni bir yazar geldi, beraberinde yeni bir dil getirdi." ikisi de tam doğru değil, kitabı okuyunca anlıyorsunuz - kitapta ambulansla dünya turu ("ne tuhaf!") atılmıyor, sicilya gezisi var asıl olarak, bir de düsseldorf (nedense hep "düseldorf" olarak geçiyor) havaalanı, uçak yolculuğu ve sonda da hollanda var. kitap adını içindeki bölümlerden birinden alıyor. ikinci kısım, yani vassaf'ın goygusu da biraz fazla abartılı - tüzünoğlu kıvrak bir dille yazıyor, doğru; süreyyya evren'in türk okurunu maruz bıraktığı ama elbette evveliyatı olan tipografik oyunlarla ve belli bir "performatif" endişeyle yazıyor, bu da yepyeni olmasa bile, eh, çok da alışıldık birşey değil dil açısından, ona da doğru diyelim; yine de gökten zembille inmelik bir durum olmasa gerek. nedir, gevşek dokulu, neşeli bir kitap bu, bol espasların arasından akıp gidiyor; sevgiliyle sicilya gezisinin notlarının "güya çeviri" yapılmak suretiyle karşılaştırıldığı bölüm de sanırım kitabın en iyi bölümü. kitabın sonu tuhaf bir sönmeyle geliyor ne yazık ki, yani bitmiyor da sönüyor kitap. melida tüzünoğlu'nun öykülerini kitap-lık ve sıcak nal'da beğenerek okumuş olduğum için, bu ilk kitabın devamının çok daha iyi geleceğine inanıyorum. kitabın yayıncısı april'i de cesaretinden ötürü kutlamak istiyorum - türkiye'de büyük ve ortaboy yayınevlerinin, edebi yazarları yeraltına itmeye çalıştığı bir dönemde, bu kitabın önünü açmak azımsanacak birşey değil, üstelik de april bugüne dek kendine böyle bir misyon belirlememişken.


murat uyurkulak'ın bazuka'sı, tol ve har'ın sarsıcılığından sonra beklenmedik bir eğlence kaynağı oldu benim için, isminin vaat ettiği şiddeti bulamamak beni hiç üzmedi. mizah öyküsü denen şeyden ne zamandır haber alamadığımı düşündüm okurken; eski bir tat...

kitaptaki öykülerin ilginç yanlarından birisi, çoğunun iki yazar tarafından yazılmış olması. pratikte bu nasıl işledi diye düşündüm bazılarında, bazılarındaysa eklem yerleri çok belliydi. "derviş" mesela ikililik kıvamını pek tutturamamış gibi geldi bana. yine de bazuka, yeni kuşak yazarları arasında, yere iner inmez en hızlı koşmaya başlamış yazar olan uyurkulak'ın "büyük" olmayan ama keyifle okunan bir ürünü.

üç kitaba aynı anda başladım, üçünü de henüz bitiremedim - hakan günday'dan az, murat menteş'ten korkma ben varım, nihan kaya'dan disparöni. bu aşamada söyleyebileceğim tek şey şu: her ülkenin üniversite öğrencileri, bazı yazarlara aşık olur, mesela amerika'dakiler şu sıralar david foster wallace'a aşık; bizdekiler de menteş'e aşıktır herhalde, değillerse de aymazlıklarındandır.

gavurdan bir kitapla bitirelim bu okudukça programını: don delillo, point omega'da farklı bir roman yapısıyla ortaya çıkıyor; belki biraz the body artist'i andırıyor, ama white noise gibi kitaplarıyla ilgisi yok. romanın çölde üç kişi arasında geçen ana kurgusunu, bir müzede son derece yavaşlatılmış ve 24 saate yayılmış bir psycho izleme deneyimini aktaran iki bölümle parantez içine almış delillo (gerçekten var olan bir çağdaş sanat işi bu), zaman o kadar yavaşlıyor ki ardışıklığın bir anlamı kalmıyor, hareketlerin bir teleolojisi yokmuş gibi oluyor; çölde de aynı durum yaşanıyor aslında, hiçliğin ortasında, hiçbir şey yapmadan hiçliğe karışan, karışmayı bekleyen karakterler, don delillo için amerikan uygarlığının sonunun nasıl geleceğini özetliyor gibi. "point omega" da böyle bir nokta zaten. bir "geç dönem" romanı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.