Duşa girmek üzereydim. Kapı çaldı. Normalde açmazdım ama bir şey dürttü herhalde. Otomata bastım. Apartman kapısının açıldığını duydum. Yere bırakılan ağır çanta sesi, “Posta!” Kafamda hemen bir karşılık uyandırmadı bu duyuru. Bir postacıyla, bir postayla karşılaşmayalı kim bilir ne kadar oluyordu. Adam elime zarfı tutuşturduğunda da ne yapacağımı bilemedim – para mı veriliyordu?
Postacı gittikten sonra zarfı
sehpanın üstüne bıraktım, açmadım. Girip duşumu aldım. Geç kalmak üzereydim,
hızlıca bir sabunlandıktan sonra hemen giyindim, oyalanmadan evden çıktım.
Zarfı unuttum.
Akşam geç geldim eve. Epey de
içmiştim. Kafam zonkluyordu, güzel kafadan baş ağrısına geçmek üzereydim. Zarf
sehpanın üstünde bekliyordu. Son gördüğümden beri pek değişmemişti. Gidip
işedim, elimi yüzümü yıkadım, meyhane kokan giysilerimi çıkardım. Salona
döndüm, çıplak. Zarfı aldım, mutfağa gittim, büyük bir bardak su içtim. Yatağa
gittim. Yatağa düştüm. Zarfı açtım.
Konuyu hemen kavrayamadım,
mektubu okuduğumda. Zarfa yeniden baktım, mektup gerçekten bana mı yollanmış
diye. Öyleydi.
Tanımadığım birinden
geliyordu mektup. Nur Toroslu. İsim hafızam çok iyi değildir, kafam da çok iyi
durumda değildi, ama yine de hayatımda bu ismi duymadığıma emindim. Bu da durumu
biraz tuhaflaştırıyordu, çünkü şöyle yazmıştı Nur Toroslu:
“Hastanede, ölmek üzereyken
yazıyorum sana; sen bu mektubu okuduğunda ben komaya girmiş ya da ölmüş olurum
herhalde. Gömülmekten, toprak altında kalmaktan hep çok korkmuşumdur,
biliyorsun, işte şimdi bu korkum gerçekleşmek üzere ve korkumla yüzleşip onu
yenmek gibi bir seçeneğim yok. Çok düşündüm ve başka kimseden bunu
isteyemeyeceğimi, bunu isteyebileceğim birisini tanıdığım için de çok şanslı
olduğumu anladım: Beni denize atman gerekecek, mümkünse Marmara olmasın, Ege
olabilir, Akdeniz istemek biraz aşırı olur farkındayım. Ama ne olur, şişip
yüzeye çıkmayacağımdan emin ol, taş bağla, bir şey yap, sen bilirsin ne
yapılacağını. Sonsuzluk varsa, sana sonsuza kadar şükran borcum olsun.” Altında
hangi hastanede yattığı bilgisi yer alıyordu.
Sızmışım. Ertesi sabah uyandığımda mektupta yazılanları hatırlamıyordum. Ayılınca da hatırlamadım. Mektubu yatakta görünce önce şaşırdım, sonra postacıyı hatırladım ama içerikle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Yeniden okudum.
***
Hastane odasında
altmışlarında bir kadın, ben yaşlarda yani kırklarında bir başka kadın, aynı
yaşlarda bir de adam vardı. Nur Toroslu yatakta yatıyordu, gözleri kapalıydı.
Beni gördüklerinde diğer üçü şaşırdı. Merhaba, dedim. Nur? dedim, yatağı
göstererek. Başlarını salladılar evet anlamında. Yatağa yaklaştım, sırf
merakımdan. Altmışlarındaki kadın da yanıma geldi. Ben Nur’un annesiyim
evladım, dedi, Sen işten mi arkadaşısın?
Solgun yüzlü, ince hatlı,
kısa kızıl saçlı, benden biraz daha küçük gösteren bir kadındı Nur. Ve onu hala
tanımıyordum.
Okuldan herhalde? dedi
yanımdaki kadın.
Ben yaşlardaki kadın yanımıza
geldi. Anne, dedi. Koluna dokundu. Birlikte geri çekildiler. Adam dışarı çıktı.
Nur’dan gözlerimi
alamıyordum. Öleceğini ben bile anlamıştım, yüzüne yerleşmişti ölüm, artık
gitmezdi. Yine de güzel olduğu belliydi, gülümsemeye alışık olduğu. Mutluluğa.
Saçlarının diplerinin kestane rengi olduğunu fark ettim. Ben yaşlardaki kadına
biraz benziyordu, alın yapısı daha çok, bir de ağzı. Ablasıydı demek. Güzel bir
alyans vardı parmağında. Niye çıkarmamışlar, diye düşündüm. Sonra da aslında
çıkardıklarına ama bu aşamaya gelince yeniden taktıklarına karar verdim.
Dışarıdaki adam kocasıydı herhalde. Bütün bunlar somut bilgi olsa bile bana
hiçbir faydası olmazdı. Yoktu. İki kadınla göz göze geldik. Üzgünüm, dercesine
ağzımı büzdüm. Çıktım. Bana bu kadar güvenecek bir insanı hafızamdan silecek
bir insan haline gelmeyi hak etmek için ne yapmış olabileceğimi düşünmeye
çalıştım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.