14.2.22

Ateşin Suyu Özlemesi Gibi

Duşa girmek üzereydim. Kapı çaldı. Normalde açmazdım ama bir şey dürttü herhalde. Otomata bastım. Apartman kapısının açıldığını duydum. Yere bırakılan ağır çanta sesi, “Posta!” Kafamda hemen bir karşılık uyandırmadı bu duyuru. Bir postacıyla, bir postayla karşılaşmayalı kim bilir ne kadar oluyordu. Adam elime zarfı tutuşturduğunda da ne yapacağımı bilemedim – para mı veriliyordu?

Postacı gittikten sonra zarfı sehpanın üstüne bıraktım, açmadım. Girip duşumu aldım. Geç kalmak üzereydim, hızlıca bir sabunlandıktan sonra hemen giyindim, oyalanmadan evden çıktım. Zarfı unuttum.

Akşam geç geldim eve. Epey de içmiştim. Kafam zonkluyordu, güzel kafadan baş ağrısına geçmek üzereydim. Zarf sehpanın üstünde bekliyordu. Son gördüğümden beri pek değişmemişti. Gidip işedim, elimi yüzümü yıkadım, meyhane kokan giysilerimi çıkardım. Salona döndüm, çıplak. Zarfı aldım, mutfağa gittim, büyük bir bardak su içtim. Yatağa gittim. Yatağa düştüm. Zarfı açtım.

Konuyu hemen kavrayamadım, mektubu okuduğumda. Zarfa yeniden baktım, mektup gerçekten bana mı yollanmış diye. Öyleydi.

Tanımadığım birinden geliyordu mektup. Nur Toroslu. İsim hafızam çok iyi değildir, kafam da çok iyi durumda değildi, ama yine de hayatımda bu ismi duymadığıma emindim. Bu da durumu biraz tuhaflaştırıyordu, çünkü şöyle yazmıştı Nur Toroslu:

“Hastanede, ölmek üzereyken yazıyorum sana; sen bu mektubu okuduğunda ben komaya girmiş ya da ölmüş olurum herhalde. Gömülmekten, toprak altında kalmaktan hep çok korkmuşumdur, biliyorsun, işte şimdi bu korkum gerçekleşmek üzere ve korkumla yüzleşip onu yenmek gibi bir seçeneğim yok. Çok düşündüm ve başka kimseden bunu isteyemeyeceğimi, bunu isteyebileceğim birisini tanıdığım için de çok şanslı olduğumu anladım: Beni denize atman gerekecek, mümkünse Marmara olmasın, Ege olabilir, Akdeniz istemek biraz aşırı olur farkındayım. Ama ne olur, şişip yüzeye çıkmayacağımdan emin ol, taş bağla, bir şey yap, sen bilirsin ne yapılacağını. Sonsuzluk varsa, sana sonsuza kadar şükran borcum olsun.” Altında hangi hastanede yattığı bilgisi yer alıyordu.

Sızmışım. Ertesi sabah uyandığımda mektupta yazılanları hatırlamıyordum. Ayılınca da hatırlamadım. Mektubu yatakta görünce önce şaşırdım, sonra postacıyı hatırladım ama içerikle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Yeniden okudum.

***

Hastane odasında altmışlarında bir kadın, ben yaşlarda yani kırklarında bir başka kadın, aynı yaşlarda bir de adam vardı. Nur Toroslu yatakta yatıyordu, gözleri kapalıydı. Beni gördüklerinde diğer üçü şaşırdı. Merhaba, dedim. Nur? dedim, yatağı göstererek. Başlarını salladılar evet anlamında. Yatağa yaklaştım, sırf merakımdan. Altmışlarındaki kadın da yanıma geldi. Ben Nur’un annesiyim evladım, dedi, Sen işten mi arkadaşısın?

Solgun yüzlü, ince hatlı, kısa kızıl saçlı, benden biraz daha küçük gösteren bir kadındı Nur. Ve onu hala tanımıyordum.

Okuldan herhalde? dedi yanımdaki kadın.

Ben yaşlardaki kadın yanımıza geldi. Anne, dedi. Koluna dokundu. Birlikte geri çekildiler. Adam dışarı çıktı.

Nur’dan gözlerimi alamıyordum. Öleceğini ben bile anlamıştım, yüzüne yerleşmişti ölüm, artık gitmezdi. Yine de güzel olduğu belliydi, gülümsemeye alışık olduğu. Mutluluğa. Saçlarının diplerinin kestane rengi olduğunu fark ettim. Ben yaşlardaki kadına biraz benziyordu, alın yapısı daha çok, bir de ağzı. Ablasıydı demek. Güzel bir alyans vardı parmağında. Niye çıkarmamışlar, diye düşündüm. Sonra da aslında çıkardıklarına ama bu aşamaya gelince yeniden taktıklarına karar verdim. Dışarıdaki adam kocasıydı herhalde. Bütün bunlar somut bilgi olsa bile bana hiçbir faydası olmazdı. Yoktu. İki kadınla göz göze geldik. Üzgünüm, dercesine ağzımı büzdüm. Çıktım. Bana bu kadar güvenecek bir insanı hafızamdan silecek bir insan haline gelmeyi hak etmek için ne yapmış olabileceğimi düşünmeye çalıştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.