Gezi Hareketi
henüz sonuçlanmadı; Gezi Parkı'nın ve Taksim Meydanı’nın akıbeti de henüz tam
anlamıyla belli değil. Belli olan tek şey şu: Başbakan Erdoğan, bu
olaydan kişisel olarak zararlı çıktı. Türkiye'nin, İstanbul'un ve AKP’nin
zararlı çıkıp çıkmayacağını da yakında anlarız herhalde. Görünen o ki, Başbakan
Erdoğan'ın sürekli koz artırmasıyla; ağaç meselesi olarak başlayan ve AKP’ye
tepkiye dönüşen bu hareket, bizzat Erdoğan'ın kişiliğine, sözlerine ve
dayattığı antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepki olarak daha da
büyüyerek sürecek. Bu bir yandan “yazık” dedirtiyor bana, denizi geçip derede
boğulmak gibi geliyor: Erdoğan, on yıllık iktidarı süresince Türkiye’nin
sosyolojik açıdan normalleşmesine (yani ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan
muhafazakar Müslümanların bir azınlık muamelesi görmekten kurtulmasına) büyük
katkıda bulundu, askeri vesayetin kaldırılmasında büyük mesafe kaydetti, “Kürt
sorunu”nun çözülmesi için bugüne kadar gördüğümüz en cesur adımları attı ve
dünya ekonomilerinin büyük çalkantılar ve daralmalar geçirdiği bu dönemde
Türkiye ekonomisinin başını suyun üstünde tuttu. Bu dört maddeden ilk üçü,
zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde var olan, kuruluştan bu yana
çözülememiş olan sorunlar. Bunlardan herhangi birinin çözümü bile, bir siyasal
iktidarın gelecekte minnetle anılmasına yeter. Bunları yapmışken, Erdoğan’ın
kişiliğinden kaynaklanan nedenlerden dolayı kendini bu hale düşürmüş olmasına
inanamıyorum. Ama bir yandan da, Gezi Hareketi çerçevesinde doğmuş olan
tepkinin bu kadar sağlıklı, sağduyulu, sağlam ve gerçek olmayı başarması, bana
müthiş umut veriyor; “iyi ki oldu” diyorum. Buradan, daha iyi bir Türkiye’ye
giden bir yol çıkabileceğini görüyorum.
Gezi Hareketi'ni
değerlendirirken, geleceğe dair kazanımlar konusuna bakmak gerek. Birinci
konu, hiç tartışmasız polis şiddeti. Türkiye'de elbette "iyi polis" örnekleri
de var, ama emniyet güçlerinin kullanılmasında hakim paradigma, "önce vur
sonra sor" bile değil, "vur yeter"dir. Bu iki haftadan beri
böyle değil ne yazık ki, ama ancak iki haftadır, "ben çapulcu değilim,
polisle aramda sorun olamaz" diye düşünen kitleler için bir uyandırma
zili çalmaya başladı. Twitter'da bunun sayısız ifadesini gördük; genç kızlar,
üniversiteli delikanlılar "bunun bizim polisimiz olduğuna
inanamıyorum" minvalinde cümleler kurdular. Evet, maalesef bu bizim
polisimiz. Sürekli tehdit algısıyla yaşayan ve yaşatılan bir ülkede, iç
düşmanlara karşı her zaman uyanık olunması gerektiği söylenen bir ülkede, bunun
başka türlü olması belki zor; ama "iç düşman" kategorisinden artık
kurtulmaya başladığımıza göre, emniyet örgütlenmesinde de insan haklarına daha
saygılı bir yaklaşımın oturtulması artık mümkün olabilir.
İkinci konu,
haysiyet meselesi. Ahmet İnsel'in doğru olarak saptadığı gibi, Taksim'i ve
ülkenin diğer şehirlerindeki meydanları dolduran insanların çoğu, kendi
başbakanlarının, onların gözlerinin içine baka baka onlara hakaret etmesinden, birebir
yaşadıkları gerçekleri çarpıtarak aktarmasından, bunu her konuşmasında
yapmasından ve her seferinde dilindeki şiddeti büyütmesinden büyük rahatsızlık
duydu, alındı, incindi, inanamadı. Ne yazık ki burada da, ülke tarihi açısından
baktığımızda yeni bir şey yoktu. Evet, bu kitle (şahsen değil ama kategori
olarak) 1980 darbesinden sonra belki ilk kez bu kadar aşağılanıyordu, ama
Kürtler, Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, Cumhuriyet tarihi boyunca çok daha
ağır ve sistematik aşağılanmalara maruz bırakıldı, hak mahrumiyetine uğradı,
insan yerine bile konmadı. Bugün Gezi Hareketi’ne yerden göğe kadar hak ve
destek verirken, bu genel perspektifi de unutmamak ve dolayısıyla da bu seferki
mağdur kitleye özgü değil, sisteme yönelik bir çözüm için kafa yormak gerekli.
Bu da ancak, kimi zaman bir azınlığın, kimi zaman bir çoğunluğun, genelde de
siyasal iktidarın ve devletin, bireysel hak ve özgürlüklere tecavüz
edemeyeceği, ettiğinde cezasını bulacağı bir sistemle mümkün. Bu da Erdoğan’ın
bir çoğunluk diktası olarak kullanmaya meyilli olduğu “demokrasi rejimi”nin bir
üst sürümü olan “katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi rejimi” tabii.
Üçüncü konu,
Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda son örneklerini gördüğümüz "ülkenin çehresini
dönüştürme" çalışmaları. Bunun bir kısmı ülkeye hizmet kapsamında, bir
kısmıysa Abdüllatif Şener'in, "Erdoğan'ın eski silah arkadaşı"
kimliğiyle dile getirdiği gibi şahsi menfaatler zincirini ihya etme kapsamında
değerlendirilebilir. Ne olursa olsun, bunun da daha katılımcı bir yapıya
oturtulmasını artık sağlamak gerekiyor. Erdoğan, hala başkan seçileceğini
düşünüyordur eminim, ama seçilmeme olasılığını da göz önünde bulundurarak,
zaten kaçaktan mal kaçırır gibi gerçekleştirilen tüm "dönüşüm"lere
daha da hız vereceğinden korkuyorum - bunun işaretleri daha şimdiden var. Kaldı
ki Erdoğan'daki bu telaş, bu kimseye sormadan iş yapma hırsı, bence bir daha
seçilmeme korkusundan değil, ömrünün yetmeyeceği korkusundan kaynaklanıyor
aslında. Gezi Parkı konusunda verilen toplumsal mücadele, söz konusu
dönüşümlerin daha önceki örneklerinde verilmemişti; bir yöntem olarak her
seferinde bu kapsamda gösteriler yapılamayacağına göre (çünkü Erdoğan'ın hızına
biz yetişemeyiz!), bu dönüşüm süreçlerinin, toplumsal onay mekanizmasını dahil
edecek bir şekilde yeniden yapılandırılmasını sağlamak gerek.
Bütün bunları
kim yapacak? Başka bir deyişle, Erdoğan'ın muhatabı kim olacak? Yanıtlamamız
gereken öncelikli soru bu. "Şunu yapma" demek için gereken örgütlülük
düzeyiyle, "şunu yap" demek için gerekli olan örgütlülük düzeyi çok
farklı. Biçim olarak da farklı. Ama Türkiye, "derin devlet"ten
"derin demokrasi"ye geçişi böyle başaracak. Bu misyonun taşıyıcısının
CHP olamayacağı açık; hükümetin Gezi Hareketi’nin “arkasında” CHP olduğunu
ısrarla yinelemesi, yalnızca karşısında muhatap olarak CHP’yi görmek
istemesinden kaynaklanıyor. Gezi Hareketi, doğası gereği gevşek bir benzemezler
koalisyonu ve ben şahsen tutarlı bir siyasal yapılanmanın doğrudan doğruya Gezi
Parkı’ndan doğabileceğini sanmıyorum, ama nasıl bir yapılanma çıkması
gerektiğinin yeterli ipuçlarını barındırdığını düşünüyorum. Türkiye’yi Müslüman
olanlar ve olmayanlar, dindar olanlar ve olmayanlar, Türk olanlar ve olmayanlar,
askeri sevenler ve sevmeyenler, Atatürkçü olanlar ve olmayanlar gibi ikili
bölümlemelerin kıskacından çıkaracak, AKP’nin neyi iyi yaptığını anlayacak,
neyi yapamadığını ve yapamayacağını saptayacak, bunları da ağırlıklı olarak
şehirli nüfusa iyi anlatacak ve Türkiye’nin bugün bulunduğu noktanın ilerisine
nasıl gideceğini somut olarak gösterebilecek bir yapılanma bu, benim gördüğüm
kadarıyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.