4.6.13

bu gezimizde neler öğrendik




Gezi Hareketi henüz sonuçlanmadı; Gezi Parkı'nın ve Taksim Meydanı’nın akıbeti de henüz tam anlamıyla belli değil. Belli olan tek şey şu: Başbakan Erdoğan,  bu olaydan kişisel olarak zararlı çıktı. Türkiye'nin, İstanbul'un ve AKP’nin zararlı çıkıp çıkmayacağını da yakında anlarız herhalde. Görünen o ki, Başbakan Erdoğan'ın sürekli koz artırmasıyla; ağaç meselesi olarak başlayan ve AKP’ye tepkiye dönüşen bu hareket, bizzat Erdoğan'ın kişiliğine, sözlerine ve dayattığı antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepki olarak daha da büyüyerek sürecek. Bu bir yandan “yazık” dedirtiyor bana, denizi geçip derede boğulmak gibi geliyor: Erdoğan, on yıllık iktidarı süresince Türkiye’nin sosyolojik açıdan normalleşmesine (yani ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan muhafazakar Müslümanların bir azınlık muamelesi görmekten kurtulmasına) büyük katkıda bulundu, askeri vesayetin kaldırılmasında büyük mesafe kaydetti, “Kürt sorunu”nun çözülmesi için bugüne kadar gördüğümüz en cesur adımları attı ve dünya ekonomilerinin büyük çalkantılar ve daralmalar geçirdiği bu dönemde Türkiye ekonomisinin başını suyun üstünde tuttu. Bu dört maddeden ilk üçü, zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde var olan, kuruluştan bu yana çözülememiş olan sorunlar. Bunlardan herhangi birinin çözümü bile, bir siyasal iktidarın gelecekte minnetle anılmasına yeter. Bunları yapmışken, Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanan nedenlerden dolayı kendini bu hale düşürmüş olmasına inanamıyorum. Ama bir yandan da, Gezi Hareketi çerçevesinde doğmuş olan tepkinin bu kadar sağlıklı, sağduyulu, sağlam ve gerçek olmayı başarması, bana müthiş umut veriyor; “iyi ki oldu” diyorum. Buradan, daha iyi bir Türkiye’ye giden bir yol çıkabileceğini görüyorum.

Gezi Hareketi'ni değerlendirirken, geleceğe dair kazanımlar konusuna bakmak gerek. Birinci konu, hiç tartışmasız polis şiddeti. Türkiye'de elbette "iyi polis" örnekleri de var, ama emniyet güçlerinin kullanılmasında hakim paradigma, "önce vur sonra sor" bile değil, "vur yeter"dir. Bu iki haftadan beri böyle değil ne yazık ki, ama ancak iki haftadır, "ben çapulcu değilim, polisle aramda sorun olamaz" diye düşünen kitleler için bir uyandırma zili çalmaya başladı. Twitter'da bunun sayısız ifadesini gördük; genç kızlar, üniversiteli delikanlılar "bunun bizim polisimiz olduğuna inanamıyorum" minvalinde cümleler kurdular. Evet, maalesef bu bizim polisimiz. Sürekli tehdit algısıyla yaşayan ve yaşatılan bir ülkede, iç düşmanlara karşı her zaman uyanık olunması gerektiği söylenen bir ülkede, bunun başka türlü olması belki zor; ama "iç düşman" kategorisinden artık kurtulmaya başladığımıza göre, emniyet örgütlenmesinde de insan haklarına daha saygılı bir yaklaşımın oturtulması artık mümkün olabilir.
İkinci konu, haysiyet meselesi. Ahmet İnsel'in doğru olarak saptadığı gibi, Taksim'i ve ülkenin diğer şehirlerindeki meydanları dolduran insanların çoğu, kendi başbakanlarının, onların gözlerinin içine baka baka onlara hakaret etmesinden, birebir yaşadıkları gerçekleri çarpıtarak aktarmasından, bunu her konuşmasında yapmasından ve her seferinde dilindeki şiddeti büyütmesinden büyük rahatsızlık duydu, alındı, incindi, inanamadı. Ne yazık ki burada da, ülke tarihi açısından baktığımızda yeni bir şey yoktu. Evet, bu kitle (şahsen değil ama kategori olarak) 1980 darbesinden sonra belki ilk kez bu kadar aşağılanıyordu, ama Kürtler, Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, Cumhuriyet tarihi boyunca çok daha ağır ve sistematik aşağılanmalara maruz bırakıldı, hak mahrumiyetine uğradı, insan yerine bile konmadı. Bugün Gezi Hareketi’ne yerden göğe kadar hak ve destek verirken, bu genel perspektifi de unutmamak ve dolayısıyla da bu seferki mağdur kitleye özgü değil, sisteme yönelik bir çözüm için kafa yormak gerekli. Bu da ancak, kimi zaman bir azınlığın, kimi zaman bir çoğunluğun, genelde de siyasal iktidarın ve devletin, bireysel hak ve özgürlüklere tecavüz edemeyeceği, ettiğinde cezasını bulacağı bir sistemle mümkün. Bu da Erdoğan’ın bir çoğunluk diktası olarak kullanmaya meyilli olduğu “demokrasi rejimi”nin bir üst sürümü olan “katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi rejimi” tabii.
Üçüncü konu, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda son örneklerini gördüğümüz "ülkenin çehresini dönüştürme" çalışmaları. Bunun bir kısmı ülkeye hizmet kapsamında, bir kısmıysa Abdüllatif Şener'in, "Erdoğan'ın eski silah arkadaşı" kimliğiyle dile getirdiği gibi şahsi menfaatler zincirini ihya etme kapsamında değerlendirilebilir. Ne olursa olsun, bunun da daha katılımcı bir yapıya oturtulmasını artık sağlamak gerekiyor. Erdoğan, hala başkan seçileceğini düşünüyordur eminim, ama seçilmeme olasılığını da göz önünde bulundurarak, zaten kaçaktan mal kaçırır gibi gerçekleştirilen tüm "dönüşüm"lere daha da hız vereceğinden korkuyorum - bunun işaretleri daha şimdiden var. Kaldı ki Erdoğan'daki bu telaş, bu kimseye sormadan iş yapma hırsı, bence bir daha seçilmeme korkusundan değil, ömrünün yetmeyeceği korkusundan kaynaklanıyor aslında. Gezi Parkı konusunda verilen toplumsal mücadele, söz konusu dönüşümlerin daha önceki örneklerinde verilmemişti; bir yöntem olarak her seferinde bu kapsamda gösteriler yapılamayacağına göre (çünkü Erdoğan'ın hızına biz yetişemeyiz!), bu dönüşüm süreçlerinin, toplumsal onay mekanizmasını dahil edecek bir şekilde yeniden yapılandırılmasını sağlamak gerek.
Bütün bunları kim yapacak? Başka bir deyişle, Erdoğan'ın muhatabı kim olacak? Yanıtlamamız gereken öncelikli soru bu. "Şunu yapma" demek için gereken örgütlülük düzeyiyle, "şunu yap" demek için gerekli olan örgütlülük düzeyi çok farklı. Biçim olarak da farklı. Ama Türkiye, "derin devlet"ten "derin demokrasi"ye geçişi böyle başaracak. Bu misyonun taşıyıcısının CHP olamayacağı açık; hükümetin Gezi Hareketi’nin “arkasında” CHP olduğunu ısrarla yinelemesi, yalnızca karşısında muhatap olarak CHP’yi görmek istemesinden kaynaklanıyor. Gezi Hareketi, doğası gereği gevşek bir benzemezler koalisyonu ve ben şahsen tutarlı bir siyasal yapılanmanın doğrudan doğruya Gezi Parkı’ndan doğabileceğini sanmıyorum, ama nasıl bir yapılanma çıkması gerektiğinin yeterli ipuçlarını barındırdığını düşünüyorum. Türkiye’yi Müslüman olanlar ve olmayanlar, dindar olanlar ve olmayanlar, Türk olanlar ve olmayanlar, askeri sevenler ve sevmeyenler, Atatürkçü olanlar ve olmayanlar gibi ikili bölümlemelerin kıskacından çıkaracak, AKP’nin neyi iyi yaptığını anlayacak, neyi yapamadığını ve yapamayacağını saptayacak, bunları da ağırlıklı olarak şehirli nüfusa iyi anlatacak ve Türkiye’nin bugün bulunduğu noktanın ilerisine nasıl gideceğini somut olarak gösterebilecek bir yapılanma bu, benim gördüğüm kadarıyla.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.