ancak oraya gelmeden önce, topçu kışlası ve taksim meydanı düzenlemesi projesine bir daha bakmak lazım. taksim meydanı, bütün bu gürültü kopmadan önce, dünyanın en berbat şehir meydanlarından biriydi, temelde bir trafik adası ve otobüs garajıydı. bu meydanın adam gibi bir düzenlemesinin yapılması gerekliliğinin tartışılacak bir yanı yoktu; bu düzenlemenin asli unsurları da elbette meydanın trafikten arındırılması ve yaya kullanımına açılmasıydı.
sorun bundan sonra çıktı aslında. kamuoyuyla paylaşılan meydan planları, iki anlamsız unsur barındırıyordu: beton kaplı, ölü bir alandan öteye gitmeyecek, yine işlevsiz bir boş alan, bir de hangi sivri zekalının hortlattığını bilemediğim, ama başbakan Erdoğan'ın kişisel zevkine büyük uyum gösterdiği anlaşılan topçu kışlası. oysa bu alanın, gezi parkı'nın genişletilmesi yoluyla yeşillendirilmesi söz konusu edilmeliydi, alan, ötesi ve berisiyle birlikte bir bütün olarak ele alınmalıydı. buradan tabii ki bir central park çıkmazdı, ama trafiğin dolaşımını değiştirmek, gezi'yi büyütmek ve taksim'den vadiye ve maçka'ya uzanan yeşil alan öbeklerini birbirine bağlamak için yaratıcı çözümler bulmak mümkün olmalıydı.
topçu kışlası'na "ecdad yadigarı" muamelesi yapmanın gerekçesini anlamak da zordu. birincisi, bu bir kışlaydı, yani askerlerin barınması için yapılmış bir binaydı. istanbul gibi bir şehrin tam göbeğine, bir kışla mimarisi oturtmanın nasıl bir istenirliği olduğunu çözmek zordu. ikincisi, kışlalar arasında bile çirkin bir kışlaydı topçu kışlası, üstelik şimdi yapılacak olan, ikinci kopya olmaktan, yani aslının karikatürü olmaktan, yani bir tiyatro dekoru olmaktan öteye geçemeyecekti.
ne var ki başbakan erdoğan, topçu kışlası'nı cansiperane bir biçimde savunmaktan vazgeçmedi. gezi hareketinin başında sarfettiği şu sözler onun ruh halini çok iyi yansıtıyordu:
"Birileri taksim gezi parkı şöyle olmuş, böyle olmuş, orada gelip gösteri yapacaklar şudur budur vesaire. ne yaparsınız yapın. biz kararı verdik, verdiğimiz gibi bunu işleyeceğiz. eğer tarihe saygınız varsa önce o gezi parkı denilen yerin tarihi nedir, onu araştır bak. biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz."
gezi parkı'ndaki direnişin polisle çatışmaya dönüşmeye başladığı bir ortamda başbakanın bu sözleri, gerçekten sağduyu, basiret, hakkaniyet, halk için halkla birliktelik açısından ne kadar ileri bir noktada olduğunu gösteriyordu. sonraki üç gün, erdoğan'ın siyasal kariyerinin en talihsiz dönemeçlerinden biri haline geldi: denizi geçip derede boğulmak, tam da böyle bir şeydi işte. ekonomi, kalkınma, gelişme, kürt-türk sorunun çözümü vs, sonra gezi parkı. bunu görmemek için, iktidar körleşmesi gerekirdi. bir park alanından bu kadar toplumsal tepki yaratabilmek herkese nasip olmazdı.
gezi hareketinin toplumsal infial yaratmasının en önemli nedeni, polisin kullandığı aşırı güçtü. taksim'de bulunanlar, ekran ve internet başında olayları izleyenler, kullanılan biber gazı miktarına, polisin düşmana saldırırcasına saldırmasına, herşeye rağmen inanamadı: burası türkiye'ydi tabii, burada böyle olurdu, ama bu kadar da olur muydu? gece sonunda ortaya çıkan manzara, şu soruyu sorduruyordu: "bu gece size ne öğretti sayın erdoğan? bunu gerçekten merak ediyorum. bir de şunu: ne yediniz de bu kadar gaz yaptı?"
gezi hareketi, kısa sürede bir parkın korunması olayından çıktı, akp iktidarından hoşnutsuzluğun ifadesine dönüştü; katılım katlanarak arttığı gibi, ülke geneline ve hatta yurtdışına da yayıldı. bu haliyle, daha önceki kitlesel hareketlerden birine, "cumhuriyet mitingleri"ne dönüşme olasılığı belirdi.
bu fotoğraf 2007'den, çağlayan'daki "cumhuriyet mitingi"nden. sonra ne oldu? akp iktidarından hoşnut olmayan birkaç yüz bin kişinin eylemi olarak yaftalandı, "bindirilmiş kıtalar"ın provokasyonu olarak da rafa kaldırıldı. "gezi hareketi"nin de başına bu gelmek üzereydi. genel bir memnuniyetsizlik ifadesi haline gelmesi, erdoğan'ın kazanması demek olacaktı, çünkü her iktidarın sevmeyeni olurdu ve erdoğan iktidarını sevenlerin sayısı, sevmeyenlerin sayısından fazlaydı. o yüzden, odağın kaybedilmemesi ve alınabilecek şeyin istenmesiyle sınırlı kalınması çok önemliydi. eğer bu hareket, gezi parkı'nı kurtarabilir ve topçu kışlası'nın yapımını engelleyebilirse, müthiş bir başarıya ulaşmış olacaktı. ek faydaları, iktidara pervasızlık edemeyeceğini, medya kontrolünün ne ölçülere ulaştığını, otoriter yönetim eğilimlerinin kabul edilmediğini, emniyetin nasıl yönetildiğini, iktidarın tahammülsüzlüğünün nerelere varabileceğini göstermesiydi.
tepkinin sürekliliği ve geniş kapsamı, iktidar çevrelerinde belirgin bir tedirginlik ve telaş yarattı; başta başbakan erdoğan olmak üzere yetkililer, meseleyi anlamadıklarını, anlamazdan geldiklerini gösteren demeçler verdiler. istanbul büyükşehir belediye başkanı kadir topbaş'ın söylediğini, erdoğan da yineledi: topçu kışlasının ne olarak kullanılacağına daha karar vermedik ki, avm olabilir de olmayabilir de, belki şehir müzesi yaparız, belli mi olur... böyle bir şehircilik, belediyecilik anlayışı olabilir miydi? önce bina yapıp sonra ne için kullanılacağına karar vermek de ne demekti? "benim muhatabım kim?" diyen, sandıktan sandığa oy vermeyi demokrasi sanan, anayasanın, gösteri ve yürüyüş için izne gerek olmayacağını söyleyen açık maddesine rağmen hala "izinsiz gösteri" söyleminin garabetini sürdüren, karşısındakini alenen aptal yerine koyan bir politikacının, sonra çıkıp "ağzı olan konuşuyor" demesi gülünçtü. onun konuşmasını altı yaşındaki oğlumla birlikte izliyorduk, "senin de ağzın var, sen de konuşuyorsun" dedi çocuk!
başbakan erdoğan, marazi bir inat sergiliyordu. konuşması; çocuğuna, karısına, kapıcısına ya da kendisine hizmet ve kendisini memnun etmekle yükümlü saydığı başka herhangi birilerine yapacağı bir konuşma gibiydi. bu marazi inadın bir bölümü, belli ki gezi hareketini hiç anlamamış olmasından, bunu bir chp manevrası sanmasından kaynaklanıyordu (ki bu bir mazeret değildi yine de). ama daha derin psikolojik kökleri olduğu bda elliydi - ses tonu, mimikleri, mahkeme kararını yok sayışındaki gergin kararlılığı bunu gösteriyordu. 15 yıl önceki bir meseleyi, koç üniversitesi'nin kuruluşunu gündeme getirme biçimi de, ruhundaki derin yaralardan birine işaret ediyordu - "o gün beni yenmiştiniz, gerçi ben sonunda kendim istediğim için yenebildiniz, ama bugün yenemeyeceksiniz". o gün, yani koç üniversitesi boğaz'da inşaata başladığında, ağaç kesimini engellemeye niye gelmediklerini soruyordu gezi'deki insanlara - çoğu o sırada ilkokul - ortaokul öğrencisiydi çünkü, o yüzden olabilir miydi? kaldı ki ne fark ederdi - bu mantıkla, hiçbir alanda ilerleme mümkün olmazdı.
başbakan erdoğan'a, bu inadın marazi olduğunu, kindarlıkla ülke yönetmeye çalışmasının toplumsal bir maraza yol açmaya başladığını, bundan vazgeçmesi gerektiğini çünkü kendi muktedirliğine bile faydası olmadığını ona söyleyebilecek bir babayiğit var mıydı acaba çevresinde?
gezi hareketi henüz sonuçlanmadı; gezi parkı'nın ve taksim meydanının akıbeti de henüz tam anlamıyla belli değil. belli olan tek şey şu: başbakan erdoğan, bu olaydan kişisel olarak zararlı çıktı. türkiye'nin, istanbul'un ve akp'nin zararlı çıkıp çıkmayacağını da yakında anlarız herhalde. görünen o ki, başbakan erdoğan'ın sürekli koz artırmasıyla; ağaç meselesi olarak başlayan, akp'ye tepkiye dönüşen bu hareket, bizzat erdoğan'ın kişiliğine, sözlerine ve dayattığı antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepki olarak daha da büyüyecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.