Liberal demokrasi son saatlerini yaşıyor, o da eğer yaşıyorsa. Ekonomik güç her zaman siyasal güç üzerinde etki sahibiydi, parası olan düdüğü çalıyordu ve bu hep böyleydi ama değişen şey, “aklın üstünlüğü”, “güçler ayrılığı”, “sosyal adalet”, “dengeler politikası”, “saldırmazlık” gibi kavramlara duyulan inanç ya da bunların artık dünya çapında geçerliliklerini yitirmesi. Liberal demokrasinin yerine gelen şey, daha çok eşitlik-özgürlük-dayanışma sunan bir sistem değil; uluslararası sermayenin ve yerel temsilcilerinin eski mahcubiyetlerini tamamen terk ederek ve bunu ultra-popülist bir siyasetle birleştirerek, dolayısıyla kitlesel desteği de yedekleyerek gemi azıya aldıkları, kaotik, baskınlarla ilerleyen, gücü hızla konsolide eden ve bir kez etti mi bırakmayan, teknokratik, otokratik, devletçi, merkeziyetçi, patronaja dayalı bir sistem, “bam-bam-bam” sistemi.
Bu sistemde yerel ve uluslararası siyasal pazarlıkların
tümü, ekonomik kas gücüne dayanıyor, her şey bir bilek güreşi gibi yönetiliyor.
Uzun vadeli stratejilerin yerini anlık taktikler alıyor; daha elli yıl önce
“bel altı vuruş” sayılacak ve protesto edilecek şeyler kural kitabına girmiş
durumda. Devlet aygıtını eline geçirmek Marx’ın öngördüğünden çok daha çıplak
bir para transferi örgüsüne ulaştı; eski denizaşırı sömürgecilik çok farklı
formlarda (çöp ihracı, göçmen depolama vs.) büyüyerek sürerken kendi topraklarını
ve insanlarını güç ve çıkar için sömürmek de engellenebilir olmaktan çıktı.
Yeni sistemin yükselişinin temelinde bireyselciliğin
yükselişini, “ben öyle hissediyorsam/düşünüyorsam öyledir” göreceliliğini
arayanlar çok haksız değil. Hakikati konuşma imkanlarının ve daha da önemlisi
hakikati algılama kapasitesinin erozyonu, eğitim erozyonuyla, etnosantrik bir
milliyetçilikle, normatif aile yapısının yeniden dayatılmasıyla kol kola
gidiyor; devlet aygıtı tarafından tanımlanan ve dayatılan “bizden
olanlar-olmayanlar” ayrımı hakikati anlamsız kılıyor.
Böyle bir ortamda, zaten kırılgan bir doğası olan demokratik
kurum ve işleyişlerin darmadağın olduğunu görüyoruz. Demokratik onay
fabrikasyonu da artık kanıksanmaya başlamış durumda; Batı demokrasilerini
sarması çok uzun sürmeyecek gibi. Popülizm burada devreye giriyor – kendisini
“bizden olanlar” içinde tanımlayan kitleler büyük ve patronaj ağından
besleniyorlar, demokrasiye ihtiyaçları olmadığına eminler; kendilerini
iktidarda sanıyorlar ve bunda önceki ezilmişliğin rövanşını alma duygusu çok
hakim. Bunun baş döndürücülüğü, gerçek güç sahipleri tarafından ne kadar kolay
harcanabileceklerini gizliyor; harcanan yandaşlarını gördüklerinde bile bunu
münferit bir olay olarak görme, kendilerinin bu tür muamelelerden muaf görme
eğilimindeler.
İşler bu noktaya gelmişken sol dünyada ve Türkiye’de ne
yapabilir? Her ülkenin saati kendine göre işler elbette, ama bir şeyler yapmak
için pek zaman kalmadı gibi görünüyor. Kapitalistlerin küresel ve yerel
organizasyon kapasitesi, sosyalistlerin herhalde on bin katı kadar, oysa artık
mücadele, hiçbir zaman olmadığı kadar küresel olmak zorunda. Her şeyin başı,
her zaman olduğu gibi devlet aygıtını ele geçirmekte ve elinde tutmakta, bunun
için de üç şey elzem görünüyor: birincisi “bizden olanlar-olmayanlar” dikotomisini
kesin bir biçimde kırmak, ikincisi kapitali yanına almak, üçüncüsü de zincirlerinden
hepten boşanmış kapitalist açgözlülüğün dünyanın sonunu getirdiğini, elitist ve
soyut söylemin dışında, hakikati umursamayan kitleleri bile ikna edecek bir
söylemle konuşmak (ikiyle üçün çelişkisini aşabilmek kilit önemde, aşağıda
tekrar değineceğim). Birincisi, sağlıklı bir toplum, bir “halk” olmanın temel
koşulu; diğerini düşman olarak değil güvenilir bir insan olarak görmeden hiçbir
toplumsal dönüşüm mümkün olmuyor. İkincisi bir gerçeğin kabullenilmesi;
kapitalisti yok edemiyorsanız, varlığını sürdürebilmesinin koşulunun dizgin
takmayı kabul etmesi olduğunu kabul ettireceksiniz. Buna karşı direnç küresel
ve bel altı olacağı için buna denk bir uluslararası dayanışma şart, bu da zaten
bu senaryonun en zayıf noktası. Üçüncü konuyu kitleler benimserse bunun da
ikinciye faydası olabilir ama temelde, bütün dünyanın sınırsız ekonomik büyüme
simülasyonundan çıkmak zorunda olduğu ne kadar çabuk yaygın kanı haline gelirse
o kadar iyi. Bu mücadelede solun bel altı vuruşlarını geliştirmesi zorunlu
görünüyor.
Bütün bunlar olduğunda klasik liberal ya da sol demokratik
sistemin geri geleceğini sanmamak gerek. Demokrasinin tanımı ve işleyişi
radikal biçimde değişmek zorunda. Bir yanda liberal ekonomilerde bile büyümenin
tadını almış devlet aygıtı, bir yandan insanların yönetmek değil yaşamak
isteği, yani politikleşmenin sürdürülebilirliğinin zayıf oluşu, yeni demokrasi
sürümünün neye benzeyeceği konusunda kesin bir dille konuşmayı zorlaştırıyor. Tıpkı
demokrasi gibi eşitliğin, özgürlüğün ve dayanışmanın kuram ve pratiğinin de
yeniden tanımlanması, kurulması gerekecek, kuşaklar boyunca.
Bunlar kıta plakalarının tektonik hareketleri gibi; uzun
zamanda birikiyorlar ama başladığında her şey büyük bir hızla oluyor. Oysa yüzde
99’un evleri bu depremlere dayanıklı değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.