28.6.13

after the age of dystopias


The spontaneity, courage, and creativity of the Gezi Park protests, now well into their third week, have been absolutely remarkable, and will surely teach important lessons to the AKP, the ruling conservative Islamist, though I'm not so sure about the opposition parties. The main lesson is that this movement, at its core, did not aim to topple the government (despite what the AKP says), but to change the way they govern. Of course, the movement quickly expanded to include a variety of opposition groups who do in fact want to see the end of AKP rule, but those groups were clearly identified as hijackers by participants of the movement and duly relegated to the margins. During the protests, we witnessed a lot of wit and humor, (and vulgarity aimed at "father" (Erdoğan), a refreshing reminder that freedom of expression is alive in Turkey. But I think it is safe to say that no matter how much freedom of expression is curtailed, people always find a way to speak their minds if they know what's going on and if they care about it sufficiently.

But several elements of the protests worry me. First, the Turkish media utterly failed at presenting timely and objective information about the protests throughout the process, and continue to act as mouthpieces of the government. Similar to other recent protests and demonstrations around the world, the Gezi Park movement turned to social media to help coordinate events and to share and spread information. This proved inefficient at times considering all the misinformation/ disinformation being circulated. As a result, a majority of the Turkish population had no idea what was really going on—for them, it looked like a bunch of big city kids were causing trouble, destroying public property.

Second, environmental concerns and police brutality are very important issues in Turkey, but what happened at Gezi Park is not the first or the gravest of recent examples. The fact that there exist greater violations to freedom of expression that did not stir those participating in the Gezi movement should be a concern, and a warning about the future popularity of the movement. It became clear early on that the protests were not about the trees in the park, but about the high-handed police measures against "good kids."People were outraged by police violence and attacks on obviously peaceful demonstrators. But now, today, the movement seems to neglect pursuing the issue.


This may be because the movement is regrouping. After Gezi Park was declared off-limits to the general public, the movement began to organize neighborhood forums in other parks, very much in the spirit of Greek city-states (with the welcome addition of women). These forums are spreading rapidly throughout the country, and most have adapted a rudimentary form of Robert’s Rules to run structured meetings with agendas, speeches, the show of hands, and the hammering out of resolutions. They strive to achieve coordination among themselves through the use of Facebook and other more conventional means. What we see here is a certain segment of society—basically, young urban professionals and students finding their political voice, and it is already clear that from now on they will speak up more. This is extremely important, because they don't have knee-jerk reactions against the Muslim majority, and are not married to Atatürk. In short, they represent a way forward at a time when the CHP, the oldest political party in Turky, and the major opposition, does not. Whether this will translate into a more organized form of opposition with a wider base of social and political concerns remains to be seen.


Discussing this movement only in terms of political considerations and freedom of speech, however, would ignore the deeper and more universal meaning. For a short period of 15 days, a sort of commune was set up in the heart of Istanbul, at Gezi Park, where the sky was clear and the weather was warm, where food, drinks, books, yoga classes, workshops, private tutors, and concerts arrived from nowhere, and where
everything was shared, including the regular work to cleanup park in the morning. Those 15 days left an indelible mark not only on the members of the impromptu commune, but also on the older outsiders of a more cynical inclination, who nonetheless couldn’t help but watch the park and its people in awe. It was too good to be true, and it is no more, but it served to remind us how innocence-deprived we have become, both as individuals and as a society. That sort of innocence, good will, and basic common courtesy has become a very rare commodity in today’s urban settings, and this episode has reminded many how beautiful that innocence can be.



The other universal aspect of the Gezi movement is admittedly more grandiose, and harkens back to the centuries-old discussion on free will vs. predestination. In a world where your government controls or tries to control all aspects of your personal life, and where your government itself is controlled by more powerful governments that are in turn controlled by unelected global oligarchs, ordinary people rightly feel they have no power at all. What once was God has now become the global conspiracy. The Gezi movement was a hiccup in the order of things—it reminded people that it is possible to take back control, albeit a limited amount for a limited time at quite some cost. This is no mean feat after the 20th century, the age of dystopias, and taken together with similar movements all over the globe (see, for example, Marina Araujo’s account of the demonstrations in Brazil; many of the material details are very similar to those in Turkey), may in fact signal the rise of a new age – the age where the construction, or at least the contemplation, of utopias becomes possible once more; only this time, theseutopias will most likely be “unordered” ones, as opposed to the orderly utopias of Modernity.





See more at: http://www.pen.org/nonfiction/dispatch-turkey-after-age-dystopias#sthash.HkkJ0inp.dpuf

23.6.13

mahalle meclislerinden ulusal siyasete


gezi hareketi, mahalle platformlarında yeni bir kimliğe bürünüyor. kuşkusuz ilk aşamalarda acemilikler, verimsizlikler olacak, ama zaman içinde tutarlı ve kararlı bir kitlesel duruş inşa etme olasılığı da benim gördüğüm kadarıyla güçlü olarak mevcut. var olan siyasal yapılar, gezi hareketi'ni ısrarla kendi saflarına katmak istiyor - "siz yokken biz o meydanları canımızla savunuyorduk" diyenleri b...ile duyduk. doğrudur, ama bu, gezi hareketi'nin asimile edilmeyi kabul etmesi için geçerli bir gerekçe olamaz. gezi hareketi'nin dile getirdiği pek çok şey, başka siyasal aktörler tarafından daha önce dile getirildi; zaten siyasal talepler, tarihsel süreçte farklı aktörlere devredile devredile dile getirilir. devredilmesinin nedeni de, daha önceki aktörlerin, bu taleplerin elde edilmesinde başarısız olmuş olmalarıdır. dolayısıyla yeni bir aktörün (aktör kitlesinin), başarısızlığı tescilli eski bir aktöre katılması aptallık olur, o kadar. bunu da gezi hareketi'nden beklemeyiz!

gezi hareketi, homojen bir kitle değil elbette; dolayısıyla hareketin zaman perspektifi daha ileriye taşındıkça, siyasal proje zemini de genişletildikçe, koalisyonun çatırdama riski yüksek. yani gezi hareketi, en azından başlangıçta, neyi ısırabileceğini çok iyi tartmak zorunda. bu da, hareketin oluşmasını sağlayan sorunların çözümünün, yasal/anayasal çerçevede yeniden düzenlenmesini sağlamak olmalıdır bence. örneğin: toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu'nun, anayasada tarif edilen hakka daha uygun biçimde yeniden düzenlenmesini sağlamak. kitlelerin kendi seslerini duyurabilmelerini, meclis'e sokabilmelerini sağlamak üzere seçim barajının düşürülmesini sağlamak. emniyet güçlerinin kullanımı konusunda spesifik düzenlemeler üzerinde çalışmak. medya-sermaye ilişkisini düzenleyecek, medya oligarşisini kıracak yasalar üzerinde çalışmak.

bu ve bunun gibi somut amaçlar için çalışma grupları oluşturmak, raporlar hazırlamak, bunları kitlesel tartışmaya açarak talepleri biçimlendirmek ve sonrasında bu somut talepler için mücadele etmek, başbakanı istifaya çağırmaktan kat be kat daha etkili ve verimli olur.

22.6.13

bir gün hepiniz*


JİLET o gece kullanmayı düşündüğü sprey boyaları montunun içine tıkıştırırken, bir yandan da etrafı kolaçan. Neyse ki Kadıköy Çarşısı’ndaki sanat ve hobi malzemeleri mağazasının kapanma saati epey. İçerideki bir-iki müşteri de girişin hemen yanındaki kasanın önünde, para vermek için. Bu JİLET’in en azından bu mağazada hiç yapmadığı ve yapanları şaşkınlıkla izlediği bir. Yalnız sprey boyaya değil, başkalarının “sokak sanatı” olarak adlandırdığı, onun içinse yalnızca “müdahale” olan çalışmalarında kullanacağı hiçbir malzeme için, hatta bu çalışmaları gerçekleştirdiğinde giyeceği giysiler için de kesinlikle para vermemek gibi bir ilkesi. O yüzden buraya her zaman bol bir montla, havalar daha da sıcak olduğundaysa elde taşınan, içinde fermuarlı ayrı bir bölmenin bulunduğu bir spor çantasıyla. Kasada duran, kendisinden beş-altı yaş büyük, kısa siyah saçlı, gözleri hüzünlü bakan kızın, oraya her geldiğinde ne yaptığının ayırdında olduğunu. Hiçbir şey almamış gibi kapıdan çıkarken göz göze geldiklerinde, kızın bakışlarındaki birşey ona bunu. Kızın bugüne kadar tek söz etmemiş, onu engellemeye çalışmamış ya da patronu çağırmamış olması, JİLET’in kafasında çeşitli fantaziler. Bir kadın polis tarafından yakalanmak fantazisi kadar olmasa da, heyecan. Bir gece kızı da yanında götürmeyi. Mağazanın kapısından çıktığındaysa, aslında bu gecenin gayet uygun olduğuna ve kızı dışarıda beklemeye.

               JİLET’in bu gece iki işi. Önceki gece iktidar partisinin il başkanlığı binasına gidip yandaki alışveriş merkeziyle arasındaki duvara “Güç, çürütür; mutlak güç, mutlaka çürütür” yazdıktan sonra fotoğrafını çekmeye davrandığında bellek kartını bilgisayarında takılı bıraktığını. Şimdi gidip fotoğrafı çekmesi. İkinci işiyse Nişantaşı’na gidip beş katlı bir apartmanın damına dikilmiş olan Calvin Klein parfüm reklamının üstüne “Bir gün hepiniz öleceksiniz. İğrenç ruhlarınızın saldığı koku, mezarlarınızdan sızıp sokaklara yayılacak” gibi uzunca bir bildiri (tehdit?) yazmayı. Öfkeli, hatta hınçlı, düzeni değiştirmeye kararlı ve bunun yazı yoluyla yapılabileceğinden emin bir “müdahil” olduğunu.

               Bahar sonunun ılıklıkla sıcaklık arası hali bu gece JİLET’e iyi. Fazla sıcak olduğunda kapüşonu onu terletip rahatsız. Bazen dikkati. Yazdığı yazıda hatalar. JİLET resim ya da desen çizmekten. Hep yazı. Mesajı olan bir.

               Saat dokuza geliyordu ki kız mağazadan. JİLET’i görmeden, hızlı adımlarla yürümeye. JİLET bir süre peşinden. Sonra kızı Kadıköy Çarşısı’nın kalabalığında kaybetmekten. Arkasından yetişip “Pardon,” diyerek omzuna.

                                                                                                                      “Efendim?”

               “Niye dükkanda bana hiçbir şey demiyorsun?”

“Niye çalıyorsun mu diyeyim?”

“Denmez mi?”

“Allah koymuş sana belli ki, bir de ben mi koyayım?”

“Ne biçim konuşuyorsun Melahat?”

“Lale.”

JİLET.”

“Annen mi koydu sana bu adı?”

“Yok, JİLET benim sahne adım.”

“Gazinoda mı söylüyorsun?”

“Gel şurda bir bira içelim.”

               Birlikte Kadife Sokak’a. Bir bayiden iki şişe Efes. Bir apartman girişine oturup. JİLET Lale’ye, düzene karşı nasıl savaştığını, çaldığı malzemenin nasıl yüce bir amaca hizmet ettiğini, o geceki işlerini. Lale, üniversiteye giden kardeşiyle birlikte yaşadığından, resim yaptığından. Resim lafını duyunca JİLET’in kulakları. Nasıl şeyler yaptığını.

“Resim işte. Tuval, akrilik, fırça. Sen ne sandın?”

“Hiiç. Tuval resmi bitmiş diye duydum da.”

“Sokak sanatı prim yaptı diye mi? Banksy filan? Adamın adı bile paramsı.”

“Bırak o şerefsizi. Keith Haring de öyle. Satılmış puştlar.”

“Sen satmazsın ama?”

               JİLET Lale’nin yüzüne. Güzel bir yüz diye. Birer bira daha. Önlerinden Eternity. JİLET onun da sokak sanatçısı, daha doğrusu “sokak artizi” olduğunu, boş bulduğu her yere kendi adını renkli renkli yazmaktan başka bir halt yapmadığını. Yanında Pusu. Eskiden her yere “Nuri Alço” yazarken, şimdi “Umudumuz Tyler Durden” şablonları. Bunları Lale’ye anlatınca o da dayanamayıp.

                                                                                                                      “Alem buysa kral sensin yani?”

               “Herhalde. Organik edebiyat yapıyorum ben kızım, benim yazılarım hayatın içinde doğuyor, içinde yaşıyor.”

“Edebiyat derken?”

“Ne var?”

“Ben ne anlarım canım edebiyattan da, hayku bile üç dize oluyor değil mi?”

“Ben ‘söz’ün içindeki ‘öz’ün peşindeyim. Anladın? Söz-öz...”

“Sağol, anladım.”

“Asit atalım mı?”

               “Yok, midem yanıyor zaten.”

               Lale ilk salvoyu bu zarif hamleyle atlattıysa da, JİLET’in ufak bir bozulma karşısında pes edecek biri olmadığı. Biralar bitince ve sokaktan gelip geçenleri biraz daha izleyip haklarında bilir bilmez yorumlar yaptıktan sonra, eve gitmeyi. Yakında. Lale hemen yanıt vermeyince JİLET o gece kendisiyle birlikte gelmesini. Çok eğlenceli, en azından heyecanlı. Polis filan görürse hemen kaçmaları gerekeceğinden yanında Lale gibi bir gözcünün bulunması iyi. Eve gidip malzemenin geri kalanını aldıktan sonra çıkıp karşıya. Lale sol omzunu kaldırıp çenesini sağa, başını sola yatırınca, eve doğru.

               Dar bir sokakta, köşedeki boşluğu kapmış mahalle arası otoparkının karşısında, eskice bir apartmana. JİLET kendi evini tuhaf renklere. Sprey boyayla desenler de. Bütüne bakıldığında hiç de fena. Tabii evin temiz olduğunu söylemek pek mümkün olmasa da, Lale’nin beğendiğini görünce JİLET’in keyfi yerine. Lale salondaki yeşil kadife kaplı eski kanepeye otururken JİLET içeriden iki şişe bira. Öbür elinde kare biçiminde renkli küçük kağıtlar. Birini Lale’ye. İstemeyince o kadar üsteledi ki Lale ışığı kapamasını. JİLET kalkıp salonun girişine doğru. Işığı kapayıp karanlıkta kanepeye döndüğünde Lale’nin çoktan üstündekileri çıkarmış olduğunu.

               Salon kanepesindeki sevişmeleri JİLET’e öyle iyi geldi ki, gece yarısına kadar sakin ve huzurlu birisiymiş gibi. Lale onun bu halini eski halinden daha çok sevdiğinden midir bilinmez, JİLET yeniden diken üstünde oturur, sürekli hareket eder ve konuşur olunca bir kez daha sevişmeye. Ne var ki JİLET artık bir misyon adamı haline.

               JİLET çantasını toplarken Lale reklam panosuna yazacağı yazının çok zaman alacağına onu ikna edince JİLET yazıyı evde kağıtlara yazıp bunları panoya yapıştırmaya karar. Hemen salonun orta yerinde A3 boyutlu kağıtlar kullanarak yazıyı. Yine Lale’nin aklına uyup “öleceksiniz”i “gebereceksiniz” olarak.

                                                                                                                                     “Sen mi buldun bu lafı?”

“Bir öykü vardı, ondan ilham aldım. Ama laf benim.”

               Artık karşıya geçmeleri ve işe koyulmaları. Fakat karınları da acıkmış olduğu için, Lale mutfakta bulabildiği şeylerle –kurumaya yüz tutmuş sandviç ekmeği, yumurta, Nutella, turşu- ufak bir sofra. Kapıdan çıkarlarken Lale JİLET’e fotoğraf makinesinin yanında olup olmadığını. JİLET küfrederek yatak odasına. Elinde makineyle geri.

               Önce dolmuşla Üsküdar’a, oradan da motorla Beşiktaş’a. Sütlüce’ye yürüyeceklerini duyunca Lale’nin gözleri. JİLET’in tüm ayak diremelerine karşın, iskelenin önünde bekleyen taksilerden birine. Sütlüce’ye geldiklerinde, futbol sahasını yüz metre kadar geçtikten sonra arabadan. JİLET bambaşka biri. Başında bol kapüşonu, sırtında çantasıyla birden çevikleşmiş. Sanki geceye ait bir yaratık.

               Partinin il başkanlık binasıyla alışveriş merkezi arasındaki duvarın önüne gelince JİLET yine ana avrat dümdüz sövmeye. Duvar tertemiz. Bina yöneticileri yazının üstünü. JİLET çocuk gibi, olmayan taşlara tekmeler savurarak duvarın önünde birkaç kez gidip geldikten sonra Lale’ye.

“Ben bunu yanlarına bırakır mıyım?”

“Benim bildiğim JİLET mi? Hayatta.”

“Ankara’ya gidip genel merkeze yazarım ulan ben o yazıyı.”

“Ciddi?”

“Daha da güzelini yaparım. Karşısındaki binalardan birine çıkıp yazıyı ışıkla duvarlarına yansıtırım.”

“Dev prodüksiyon diyorsun.”

“Biraz kafayı çalıştırıp projelendirmek lazım. Olmayacak şey değil.”

“Neydi yazı, bir daha söylesene?”

“Güç, çürütür; mutlak güç, mutlaka çürütür.”

“Ve millet bunu okuyunca devrim mi yapacak, nedir mesele tam?”

“Yapmayacak, ama birilerinin kalkıp o binaya o yazıyı yazabilecek kadar kafayı kırmış olduğunu görecekler.”

“Yapmakla yazmak arasında fark var sanki. Devrim denince benim aklıma fiil geliyor.”

“Yahu devrimcilerin olayı illa devrim yapmak mıdır yani? Devrim yapılabilir inancını canlı tutmak da devrimcilik.”

“Var ya JİLET, seni tanıdığımdan beri ettiğin en aklı başında laftı bu.”

               Sütlüce’den yine taksiye binip Harbiye’ye. Bu taksi seferleri JİLET’in kafasını epey. Homurdana homurdana böyle mücadele de müdahale de yapılamayacağını, jest olsun diye duvar yazan (“duvar yazmak”, tıpkı “at binmek” gibi) zengin piçlerinden farklarının kalmadığını, biçimle içeriğin ayrılmazlığını. Taksiden indiklerinde hala. Neyse ki Lale ona reklam panosu hakkında sorular sormaya başlayınca bir kez daha gece yaratığına.

               Abdi İpekçi Caddesi hala kalabalık ve canlı olduğu için etrafta dolanıp zaman geçirmeye karar. JİLET Lale’ye panoyu. Uykuları gelmeye başlayınca bir kafeden koyu koyu kahveler alıp Maçka Parkı’na. Boyalardan, sanattan ve dünyasından, çağdaş sanat denen meretin kofluğundan ve koleksiyonerlerin beyinsizliğinden, ama ayrıca ailelerinden, yaşamlarından, parasızlıktan.

               Sonra etraf iyice sessizleşince Abdi İpekçi’ye geri. Apartmanın önüne. Lale damdaki ışıklı panoya, panodaki siyah beyaz Calvin Klein reklamına gözlerini bir kez daha.

JİLET ya, çok güzel fotoğraf bu be.”

                                                                                                                      “Delirtme adamı Lale.”

               Bu aşamada, JİLET’in içeriye girmek için bir planı olmadığı ortaya. Apartman kapısının açık olmasını. Lale apartman kapısı neden açık olsun diye sorduğunda havanın sıcaklığından dem. JİLET bunca hazırlık ve bekleyişin boşa gitmesi olasılığıyla çıldırarak önce bütün zillere basmayı, ardından kapının camını kırmayı, hatta yandaki ağaçtan dama tırmanmayı. Lale’nin ciddiye almaz gözlerle onu izlediğini görünce iyice zıvanadan. Apartman giriş merdivenlerinde öylece, ne yapacaklarını bilmeden otururlarken sokakta sesler. Az sonra önlerinde koca bir aile. Apartmanın kapıcısı, daha doğrusu görevlisi, karısı, çocukları, adamın kız kardeşi ya da baldızı, anası ya da kaynanası akşam gezmesinden. Adam apartmanın sahibiymiş gibi bir edayla JİLET’i ve Lale’yi. Tam oradan kalkmalarını, gidip başka yere oturmalarını emredecekken Lale öksürmeye, hırlamaya, nefes alamadığını gösteren hareketler yapmaya. JİLET de, görevli ailesi gibi ne olduğunu. Neyse ki Lale, hırıltılar arasında “astım” ve “su” sözcüklerini söylemeyi. Duruma nihayet uyanan JİLET, arkadaşının astımı olduğunu, krizinin tuttuğunu, zahmet olmazsa bir bardak su rica edeceklerini. Apartman görevlisi ve ailesi bu sefer Lale’nin haline üzülerek, acele acele içeri. JİLET tam kapanmasını engellemek için kapıyı ayağıyla. Gelenler merdivenlerden aşağı indikten sonra da içeri girip birinci katta, karanlıkta. Görevlinin küçük kızı az sonra elinde bir bardak suyla. Lale suyu içip teşekkür ettikten sonra bardağı geri verip ufaklığı evine. Lale kapının önünde beklerken JİLET gelip onu içeri.

               Dama, asma merdivenden tırmanarak ve demir bir kapağı kaldırarak. Neyse ki kapakta kilit değil, sürgü. JİLET çantasından A3 kağıtları çıkarıp kiremitlerin üstüne. Şimdi elindeki tutkalın kapağını açmaya. Lale reklamdaki kızın ne kadar güzel olduğu hakkında konuşurken JİLET “Bir”, “gün” ve “hepiniz”i panoya. Dördüncü kağıda uzanmışken önce bir çıkırtı, ardından hayra alamet olmayan tok bir gümleme. Dönüp baktığında Lale. JİLET siktir çekerek damdan aşağı. Lale kaldırımda, sırtüstüyle yüzükoyun arası bir şekle girmiş olarak. Kafasından akan kan kaldırımı boyamaya. JİLET ertesi gece Kadife Sokak’ta Pusu’ya, sokak sanatının kanla yazılıp çizilmesi gerektiğini büyük bir hararetle savunduktan sonra, düzenli olarak o kadar kanın nereden bulunacağı sorusunun yanıtını aramaya. Şimdiyse damdan aşağı nasıl ineceğini düşünen bir kemancı gibi bir aşağıya, bir kapağa.
*Tekerleksiz Bisikletler (2012)

13.6.13

buyrun, meydan sizin!


genelde taksim meydanının ve özelde gezi parkının akıbetinin dar kapsamlı bir referandumla belirlenmesi kararı, başbakan erdoğan’ın usta bir taktisyen olduğunu bize bir kez daha gösteriyor. “halk karar versin” kartına karşı durmak güç; “hayır, biz direnmeyi sürdüreceğiz ve bizim dediğimiz olacak” ya da “şehircilik bir bilimdir, uzmanlar karar versin” demek işe yaramaz. ayrıca erdoğan bu şekilde gezi direnişinin meşru iki zeminini, yani parkın kendisini kurtarma çabası ve polis şiddetini protesto çabasını ayrıştırdı; birincisini halka sorma kararı verirken, ikincisini de idari soruşturma konusu haline getirdi, böylece direnişin sürdürülmesini meşru gösterecek zemini ortadan kaldırdı. öncelikle bunu görmek ve bundan sonra ne yapılacağını düşünmek gerek, çünkü dünkü duruşun bugün hükmü pek kalmadı.

erdoğan’ın bu taktik hamlesi, aslında onun alışıldık stratejisinden farklı bir yol açıyor. normalde başbakan, el büyütmesiyle tanıdığımız bir politikacı; “siz çevreci misiniz? ben sizden daha çevreciyim” olarak özetlenebilecek bu tavrın dışavurumu, gezi parkını daha da büyütmek olabilirdi mesela. bunu yapmadı, çünkü erdoğan topçu kışlası’nı gerçekten çok istiyor. buraya rezidans yapamayacak olsa da istiyor, alışveriş merkezi kuramayacak olsa da istiyor; taksim meydanının kendisi kazılsa dünyanın en müthiş müzelerinden biri olabilecekken, kışlanın içine ne olduğu belirsiz bir “şehir müzesi” kurmayı kabul edecek kadar çok istiyor. askeri vesayete karşı büyük bir mücadele vermişken, bir askeri bina müsveddesini şehrin kalbine çakacak kadar çok istiyor. bunun nedeni üzerinde tabii ki durmak gerek; eğer iddia edildiği gibi, topçu kışlası’nı “31 mart vakası”nın bir anıtı olarak görüyorsa, bunun da açıkça tartışılması gerek.

türkiye’de benim bildiğim kadarıyla böyle dar kapsamlı, dar seçmenli bir referandum örneği yok; yasal altyapısının olduğundan da emin değilim. bunlar yine de ciddi birer sorun oluşturmuyor tabii, akp hükümeti bunları çok zorlanmadan halledecektir. burada benim önemli gördüğüm şey şu: taksim meydanında topçu kışlası’nın yapılmasını ve gezi parkının yok edilmesini engellemek isteyen kitle, referandumu benimsemeli. akp’yi, kendi oyununda yenmeyi hedeflemeli. bu olmayacak bir şey değil: akp, 2009’daki yerel seçimlerde istanbul’da %42 oy aldı; 2011 genel seçimlerindeyse istanbul birinci bölgede %48, ikinci bölgede %51 oy aldı. başka bir deyişle, sonuç şimdiden belli değil.

bunun için de yine erdoğan’ın taktikleri, kendisine karşı kullanılabilir: birincisi, böyle bir referandumda odağın, yapılacak inşaattan uzaklaştırılmaması, aslında gezi hareketinin işine gelir. akp, tam tersine konuyu genişletmeye, istanbul’da ve türkiye genelinde yapılan başarılı çalışmalara dikkat çekmeye çalışacak, hatta dikilen ağaç sayılarıyla çevreciliğini vurgulamak gibi, örneğini gördüğümüz yöntemlere başvuracak. konu o değil; konu taksim meydanı.

ikincisi, gezi hareketi üyeleri ve destekçileri kendi kendilerine konuşmaktan vazgeçmek zorunda. nişantaşı’nda, bağdat caddesi’nde vs. tencere tava çalmak, kendi kendine çalıp oynamak gibi bir şey. karşı tarafı ikna etmeye çalışmadıkça, akp seçmeninin kapısına gidip konuşmadıkça tencere tava yalnızca ses kirliliği yaratıyor.

üçüncüsü, gezi hareketi en büyük avantajı olan yaratıcılığını asıl şimdi kullanmalı. çarpıcı slogan, çarpıcı görsel, çarpıcı tasarım, ses getirici barışçıl eylem çeşitleri – buyrun, meydan sizin!

10.6.13

türkiye'de toplu siyasal hareketler - giriş



ayıptır söylemesi, yıllar önce doktora tezimi Türkiye'de toplu siyasal hareketler üzerine yazmıştım. Türkiye'de rejim sorunu gibi genel bir konuda düşünür ve bunu bir tez konusu haline nasıl getireceğime kafa yorarken, 1950'lerin ikinci yarısında, menderes hükümetinden hoşnut olmayanların ve radyolarda sürekli "vatan cephesine katılanlar"a dair çoğunlukla düzmece listeler okunmasını protesto etmek isteyenlerin "radyo dinlemeyenler cemiyeti" adında dernekler kurmaya başladıklarını okudum bir yerde. ampul yandı! gezi hareketi vesilesiyle, bu eski metinden bir-iki kuple sunmak isterim.


collective political action in turkey - a primer*


Collective political action in Turkey has a long history. Student movements go back to the late 1870s, to the days of the First Constitutional era. The period of 1923-1950, however, provided the true background for collective actions in the next three decades. Under the leadership of Atatürk and İnönü, the youth was given the duty of guarding the regime, but the regime had little trust in students or their organizations. The National Turkish Student Union (Milli Türk Talebe Birliği) was founded in 1924, as a result of the efforts of İbrahim Öktem, Tahsin Bekir Balta, and Nihat Üçüncü. The first president of the organization was İbrahim Öktem. Student organizations worked in line with the government until the end of the 1920s. The Law School Student Society organized a “Fellow Citizen, Speak Turkish” (“Vatandaş Türkçe Konuş”) campaign in February 1928; the NTSU organized a “Use Turkish Goods” (“Yerli Malı Kullan”) demonstration in April 1929. After its 1930 congress, the Union came into conflict with the government and was closed down for a short period. The government allowed the NTSU to function again, but took care to place certain individuals within the organization to follow its activities. The Union organized a “Speak Turkish” demonstration in March 1933. When the papers reported the attack on the Turkish cemetery in Deliorman, Bulgaria, on 17 April 1933, student groups gathered at the Bulgarian cemetery in İstanbul and put flowers on the graves. Organized by the NTSU, the students then marched to Taksim; eighty of them were taken into custody. 


  The 1940s saw an increase in the attempts of the government to “guide” student organizations. İstanbul University’s Student Union, for example, was a semi-governmental organization, with its president being selected by the rector among professors and assistant professors. The students were allowed to elect only the members of the executive committee. The Tan incident of December 1945 was directed to a great extent by the CHP (Republican People’s Party) government. Tan had a leftist outlook, and was highly critical of government policies after 1945, which attracted a great deal of reaction from writers such as Peyami Safa, Hakkı Tarık Us and Hüseyin Cahit Yalçın. Yalçın published an article in the daily Tanin entitled “Stand Up, the People of This Country” (“Bu Memleketin İnsanları, Ayağa Kalkın”), agitating for an attack on Tan and its writers in order to “shut them up”.

Acting under the orders of Prime Minister Şükrü Saraçoğlu and the CHP, university students attacked Tan’s print shop on 4 December 1945. A big crowd of ten thousand people had gathered in the Beyazıt Square earier in the day and marched to Cağaloğlu, shouting “Down with communism, down with the Sertels, long live the Republic of Turkey!” The physical damage inflicted on the printing machines was aimed at making it impossible for the newspaper to be printed again.
The NTSU was closed down again for a short while and re-opened in December 1947, and the Turkish National Student Federation (Türk Milli Talebe Federasyonu) was founded in 1948; both were regarded as serving the same function vis-a-vis the government.

  Student activity during the Republican era before the 1950s never attained the level it would afterwards, mainly because there was no sufficient reason to evoke the “guardianship” of the youth. Atatürk (the Eternal Leader), and after him İnönü (the National Leader), had been there in person to guard the “Project.” The Republican People’s Party was the one institution trusted with Atatürk’s legacy. It was only after political power changed hands that the issue of protecting Atatürk’s reforms came to occupy the national agenda. The landslide election victories of the DP in 1950 and 1954 were met with great alarm by the CHP cadres, which was to be expected. Menderes was closely watched for possible slanders against Atatürk and especially for any attempt to change course away from secularism and Menderes obligingly provided ample occasion for worry. His policies of deriding the military and stifling the voice of opposition in general and university students in particular eventually led to the emergence of two groups of “guardians”: the youth and the military.
The CHP was an ally of the guardians during the last years of the 1950s and the first half of the 1960s; indeed, the party strongly supported students and İnönü, in his struggle against the increasingly repressive DP rule, repeatedly invoked Atatürk’s speeches in which he trusted the youth with the duty of protecting the regime. After 1965, however, the CHP was increasingly regarded as another party in the multi-party system.

 The youth, as a group, was at the zenith of its power around 1960, strong enough to topple a government with the help of the military. It was downhill from then on: by 1971, the youth had lost almost all its credit as one of the guardians of the Project. Student organizations and para-military youth groups were actually seen as threats to the regime.

 The military was thus left alone with the grave task of guarding the regime and the reforms. The unwillingness of the guardians to “retire”, or conversely, the inability of the regime to do without guardians, spelled out the predicament of Turkish democracy for the decades to come. It was this predicament that led to yet another coup in 1980 and to the reinstitution of the National Security Council as the locus of real decision-making. Even as these words are written, the role of the military in Turkish politics continues to be hotly debated.
***
Collective political action in Turkey has its universal characteristics as well as idiosyncrasies. Taken together, these form, as well as emerge from, a matrix of lingual relations that articulate certain key aspects of Turkish political culture. It is, of course, the idiosyncrasies that set the Turkish democratic experience apart from that of other countries; these are, therefore, of primary interest to the researcher. The universal features shared by other democracies are, however, just as revealing for the researcher interested in understanding the structure, functioning, and interrelations of Turkish politics. Studying collective political action and the modulations it has undergone through the years provides ample opportunities for such an understanding.

  It is no great feat to observe that for decades after Atatürk’s death, Turkish politics continued to carry his mark, if not as a source of inspiration, then at least as a source of legitimation. The political rhetoric began to outgrow this over-dependence only in the 1990s, and intelligent debate without having to cite Atatürk’s authority (similar to one of the standard modes of religious argumentation, where either a sacred text or a holy person is invoked to “prove” a point – “Why?” “Because the Koran says so!”) or without having to position oneself contra Atatürk has only recently become possible, and that only occasionally. Collective political action carried this mark for much of the period under discussion, but showed signs of shedding it earlier than the rhetoric.

  Indeed, most of the collective actions of the 1950s and 1960s involved Atatürk directly or indirectly. The attacks on his statues, busts, pictures, and photographs constituted the symbolic rebellion of long-repressed fundamentalists, still acting clandestinely, and either individually or in small groups for fear of persecution. This action created its counter-action: student organizations as well as groups of citizens and even the media took it upon themselves to erect more of those statues, in order to show the iconoclasts that the symbol they attacked would remain as the symbol of the country. Visits to the Anıtkabir also served to symbolically stress allegiance to Atatürk’s reforms.

 The indirect involvement of Atatürk in the collective actions of these two decades, and a portion of the 1970s, was both more intricate and in a sense more fundamental. Atatürk’s most pertinent legacy in the case of collective action, for better or for worse, has been his designation of the guardians of the regime: the youth and the military. When the political power, having come into office as a result of democratic elections, grew ever more repressive to the degree of being authoritarian, stifling all dissent and criticism, and even attempting to hold the judiciary in its sway, the guardians stepped in. It was quite an unprecedented event: university students risked their lives to protest the government, and were backed by the military in many cases where they came into conflict with the security forces of the government. The papers announcing the coup ran headlines that stressed this coalition, and had photographs to prove it. The leaders of the coup themselves found it necessary to stress that Atatürk’s regime had been saved by the youth and the military acting together.

 This experience, i.e. the fact that university students could actually play a big role in affecting regime change, or at least in toppling a government, had a huge effect on the student movements of the 1960s. Such success was rare in those years, and was never coupled with such a heavy-duty responsibility as guarding the republic. The whole era was marked by a Leftist rhetoric, and the possibility of a socialist revolution was much talked about. The 1961 Constitution was seen by many to allow for such a change. Naturally it was the university students who saw themselves as the advance guard of this revolution, and saw it as their duty to carry their nation forward towards a more just and liberated society. It was Atatürk again, cast as the first “socialist”, who lent legitimacy to this project.

 At least the students thought so, and sought the alliance of the working class, in whose name they professed to be acting. This view, however, did not arouse much enthusiasm and sympathy among the other group of guardians, the military, and the beginning of the 1970s marked a major fallout of the two. Demonstrations, protests, and marches of the era often featured calls to the military to support the cause of –mostly- Leftist student groups. One of the most influential student organizations had lined out a strategy of bringing on a socialist revolution not through democratic means, but through joining forces with the military to overthrow the regime – it had been done once, why should it not be done again?

 It was not to be. The realization that the military no longer regarded the university students as “coalition partners” came as a rude shock. Left to their own means, with the “powers that be” growing increasingly weary and wary of them, radical youth organizations began to get involved in violent contentious action. This was a natural continuation of the persuasion that revolution was possible only by force. In the meantime, the radical youth on the Right had gotten organized in a para-military fashion and was ready to take on the “commies.” Indications exist that clashes between the two groups were sponsored by political parties, and even by some echelons of the state.
Such escalation in violence was not unique to Turkey. In Spain, for example, a similar trajectory had been followed during the mid-1960s. The regime, faced with increased violence, tightened its grip and responded with increased repression, curtailing freedom of press and personal liberties, but could not succeed in containing contention. Violence escalated even further, and strikes spread like hay fire. At that stage, the political elites in Spain succeeded in doing something their Turkish counterparts would utterly fail at: in this environment, which provided “pressure of transgressive politics in the streets, in the factories, and in the mining regions”, Spain’s elites and counter-elites “managed the transition through a measured process of negotiation in conference rooms.”

As in Europe, the student movement in Turkey sought another ally in its collective action: the workers. Throughout much of the 1960s, the respective places of the two groups were hotly debated. Some theorists held that the student movement was meaningful only to the extent that it served the class struggle of the workers and that the students should not follow an agenda of their own. Others maintained that students could exist as a separate entity in the struggle against fascism and imperialism, although collaborating with workers was also necessary. Such class awareness gradually changed the nature of student protests and demonstrations. What began as voicing demands about schooling (tuition fees, conditions for passing courses and graduation, entrance into universities, etc.) became pronouncedly political with the introduction of the Cyprus issue, the minorities issue, the hunt for communists, and the frequent visits of the US 6th Fleet.

  The forms of action undertaken by student organizations were not very original on the whole, involving the usual array of demonstrations, protests, marches, boycotts, and occupations. Some leitmotifs did emerge, however; the routes for marches took on a customary quality, both in İstanbul and Ankara; a number of squares were earmarked for demonstrations. The “Osmanpaşa” march was adapted to various occasions throughout the three decades, and became a staple of student actions. The national anthem was another staple, and often provided the activists a temporary sanctuary in the rush of events, because the police would stop upon hearing the anthem being sung.

  The 1960s were also marked by the outburst of organization formation. In time, the multiplicity of organizations, often serving a similar clientele with similar aims, came to undermine those aims. Student associations kept discussing joining their organizations, but rarely succeeded. In fact, organization politics became so important that they took precedence over national politics, and intra-organizational power struggle often caused organizations to lose touch with the greater population and their priorities.

  During the 1950s, actions with low-level organization were more prominent. The attacks on the symbols of the Republic, or more specifically on Atatürk’s statues, were a novel form of “negative collective action”, in the sense that they aimed to destroy rather than build. Implicitly, of course, most of these attacks were committed by religious fundamentalists who preferred a non-secular state. The extensive use of symbols, while serving the purposes of evading security forces, nonetheless predate the “new social movements” of the 1980s.

“Passive action”, while seemingly an oxymoron, could be considered as a novel contribution of the Turkish experience to the collective action literature. The “Radio Non-Listeners Association” and all the serious debate that followed its closing down is not only amusing, but it also offers a beautiful example of stretching the conventional modes of action to accommodate repressive measures. It is of course also telling that the regime could not tolerate even that, and chose to persecute an “inaction”, whose counterpart action was not mandatory. The heavy-handedness of governments with respect to freedom of expression, when coupled with an inability or disinclination to stop violent action, formed a peculiar political environment in Turkey after 1971.

  Students and workers are the leading actors everywhere when it comes to collective action. Some disenfranchised segments of the middle classes, like shop owners or self-employed taxi drivers, may occasionally also be seen in demonstrations, usually for economic reasons. It is, however, less customary for the press and businessmen to engage in collective action - both groups usually prefer to wield indirect or covert influence. One of the main actors of the process leading to the coup in 1960 was the press, as acknowledged later by numerous politicians of the time, now retired. A number of newspapers, some local, some national, some individually, some together with other newspapers, actively protested the government, or organized campaigns, enlisting the support of the masses for their purposes. The paid advertisements of the TBIA exerted so much pressure on the Ecevit government in 1979 that the prime minister, though nonchalant at first, eventually had to resign.
Some issues had a recurring significance for collective action in Turkey; others proved to be specific for certain periods. Attacks on Atatürk’s statues, for example, were almost strictly the specialty of the 1950s; murdering columnists, that of the 1970s. The Cyprus issue kept coming up time and again, as did communism and irtica. Labor issues were almost never translated to collective action in the 1950s, but gained increasing salience in the next two decades.

***
After “politics as usual” was resumed in the second half of the 1980s, discussions of “civil society” gained prominence in Turkey, as elsewhere. Collective action until the end of the millennium showed a marked difference from the collective action of the preceding decades; issues, actors and types of action underwent considerable change. The collective actions of the 1990s had qualities that reflected the characteristics of their decade, as did their forerunners. Most noticeably, they were no longer performed in the name of the father, but rather in the name of the actors themselves.

 The Susurluk Incident of 1996 brought on a type of protest that was once again a unique contribution to the literature: almost without any formal organization, thousands of households participated in, and eventually improvised, a collective action for an extended period of time. The “Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” (A Minute’s Darkness for Light) movement that began in 1996 as a protest against the criminal involvement of the state spread rapidly throughout Turkey, with all sorts of people ranging from children to old ladies switching their house lights on and off for a minute at exactly the same time and then banging on their pots and pans. It was a massive and non-organized movement that the ruling coalition failed completely to comprehend.

 The “Cumartesi Anneleri” (Mothers of Saturday) protest was another important instance of collective action of the 1990s, which still continues after 400 weeks. It was inspired by the Argentine mothers gathering in Plaza del Mayo in solidarity with their children and relatives who disappeared under the junta regime; the mothers in Turkey began gathering in Galatasaray Square in Istanbul on May 27, 1995, for a similar reason.

 In the 2000s, the “Cumhuriyet Mitingleri” (Republic Demonstrations) that were held in a number of cities throughout Turkey prior to Presidential elections in July 2007, against the possibility of an “Islamist” candidate being chosen, galvanized hundreds of thousands of people. Although conventional in their form and manner of organization, these demonstrations constituted an important instance of collective action that was only partially organized by established political institutions.
The Gezi Movement of 2013 is likely to prove itself a novel and categorically different collective political action in Turkey’s history. Its actors, their demands, and the ways in which they voice their demands offer ample reason to believe that a paradigmatic shift has occurred in this area, and once again, the powers that be are at a loss understanding the true content and import of this movement.

9.6.13

akm meselesi

önce şunu söyleyeyim: akm, öğrencilik yıllarımın önemli mekanları arasında yer alır. idso'nun konserlerini, hatta provalarını kaçırmadığım bir dönem olmuştur. buna karşın akm'ye duygusal bir bağlılığım yok; 29 ekim 2013'te içinin tamamen yenilenerek yeniden hizmete açılacağını ve bunun için sabancı'nın maddi desteğini aldığını duyuran hükümete de aferin demiştim.
gezi hareketi sayesinde, akm'nin içini görmek de mümkün oldu. beş ay sonra açılması beklenen bu binanın içinin, alenen yıkılmış, ama yenileme adında hiçbir şey yapılmamış olduğunu anladık.
bunu başbakan erdoğan'ın "akm'yi yıkıp dünyanın en iyi akustikli opera binasını yapacağız, ecnebiler yurtdışından görmeye gelecek" şeklinde ortaya attığı ve pazarlık zeminini genişletmek için kullandığı iddiayla birlikte okuyunca işin rengi değişiyor ister istemez. belli ki bu yıkım zaten önceden planlanmış bir yıkımdı, sadece bize söylenmemişti. bir sabah saat beşte yıkım ekipleri geldiğinde öğrenecektik herhalde.
tekrar söylüyorum, akm'nin yıkılması bence en azından tartışılabilir bir opsiyondur, akm yıkılamaz gibi bir saplantı içinde kesinlikle değilim (gerçi gelecekte akp dışında bir iktidarın başa geçebileceği ve akm'yi ihya etmeye kalkıp yeni binayı yıkmaya ve eski akm'nin kopyasını dikmeye kalkışabileceği ihtimaline karşı, binanın dışını yıkmayıp, arkaya doğru genişlemesini sağlayacak yeni bir ek yapmanın şık bir çözüm olabileceğini de düşünüyorum). ama bir kez daha halkı aptal yerine koyup kendi bildiğini oldu-bitti şeklinde dayatan bir iktidar manevrasının kokusu, biber gazının kokusu kadar rahatsız ediyor beni.

4.6.13

bu gezimizde neler öğrendik




Gezi Hareketi henüz sonuçlanmadı; Gezi Parkı'nın ve Taksim Meydanı’nın akıbeti de henüz tam anlamıyla belli değil. Belli olan tek şey şu: Başbakan Erdoğan,  bu olaydan kişisel olarak zararlı çıktı. Türkiye'nin, İstanbul'un ve AKP’nin zararlı çıkıp çıkmayacağını da yakında anlarız herhalde. Görünen o ki, Başbakan Erdoğan'ın sürekli koz artırmasıyla; ağaç meselesi olarak başlayan ve AKP’ye tepkiye dönüşen bu hareket, bizzat Erdoğan'ın kişiliğine, sözlerine ve dayattığı antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepki olarak daha da büyüyerek sürecek. Bu bir yandan “yazık” dedirtiyor bana, denizi geçip derede boğulmak gibi geliyor: Erdoğan, on yıllık iktidarı süresince Türkiye’nin sosyolojik açıdan normalleşmesine (yani ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan muhafazakar Müslümanların bir azınlık muamelesi görmekten kurtulmasına) büyük katkıda bulundu, askeri vesayetin kaldırılmasında büyük mesafe kaydetti, “Kürt sorunu”nun çözülmesi için bugüne kadar gördüğümüz en cesur adımları attı ve dünya ekonomilerinin büyük çalkantılar ve daralmalar geçirdiği bu dönemde Türkiye ekonomisinin başını suyun üstünde tuttu. Bu dört maddeden ilk üçü, zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde var olan, kuruluştan bu yana çözülememiş olan sorunlar. Bunlardan herhangi birinin çözümü bile, bir siyasal iktidarın gelecekte minnetle anılmasına yeter. Bunları yapmışken, Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanan nedenlerden dolayı kendini bu hale düşürmüş olmasına inanamıyorum. Ama bir yandan da, Gezi Hareketi çerçevesinde doğmuş olan tepkinin bu kadar sağlıklı, sağduyulu, sağlam ve gerçek olmayı başarması, bana müthiş umut veriyor; “iyi ki oldu” diyorum. Buradan, daha iyi bir Türkiye’ye giden bir yol çıkabileceğini görüyorum.

Gezi Hareketi'ni değerlendirirken, geleceğe dair kazanımlar konusuna bakmak gerek. Birinci konu, hiç tartışmasız polis şiddeti. Türkiye'de elbette "iyi polis" örnekleri de var, ama emniyet güçlerinin kullanılmasında hakim paradigma, "önce vur sonra sor" bile değil, "vur yeter"dir. Bu iki haftadan beri böyle değil ne yazık ki, ama ancak iki haftadır, "ben çapulcu değilim, polisle aramda sorun olamaz" diye düşünen kitleler için bir uyandırma zili çalmaya başladı. Twitter'da bunun sayısız ifadesini gördük; genç kızlar, üniversiteli delikanlılar "bunun bizim polisimiz olduğuna inanamıyorum" minvalinde cümleler kurdular. Evet, maalesef bu bizim polisimiz. Sürekli tehdit algısıyla yaşayan ve yaşatılan bir ülkede, iç düşmanlara karşı her zaman uyanık olunması gerektiği söylenen bir ülkede, bunun başka türlü olması belki zor; ama "iç düşman" kategorisinden artık kurtulmaya başladığımıza göre, emniyet örgütlenmesinde de insan haklarına daha saygılı bir yaklaşımın oturtulması artık mümkün olabilir.
İkinci konu, haysiyet meselesi. Ahmet İnsel'in doğru olarak saptadığı gibi, Taksim'i ve ülkenin diğer şehirlerindeki meydanları dolduran insanların çoğu, kendi başbakanlarının, onların gözlerinin içine baka baka onlara hakaret etmesinden, birebir yaşadıkları gerçekleri çarpıtarak aktarmasından, bunu her konuşmasında yapmasından ve her seferinde dilindeki şiddeti büyütmesinden büyük rahatsızlık duydu, alındı, incindi, inanamadı. Ne yazık ki burada da, ülke tarihi açısından baktığımızda yeni bir şey yoktu. Evet, bu kitle (şahsen değil ama kategori olarak) 1980 darbesinden sonra belki ilk kez bu kadar aşağılanıyordu, ama Kürtler, Müslümanlar, Müslüman olmayanlar, Cumhuriyet tarihi boyunca çok daha ağır ve sistematik aşağılanmalara maruz bırakıldı, hak mahrumiyetine uğradı, insan yerine bile konmadı. Bugün Gezi Hareketi’ne yerden göğe kadar hak ve destek verirken, bu genel perspektifi de unutmamak ve dolayısıyla da bu seferki mağdur kitleye özgü değil, sisteme yönelik bir çözüm için kafa yormak gerekli. Bu da ancak, kimi zaman bir azınlığın, kimi zaman bir çoğunluğun, genelde de siyasal iktidarın ve devletin, bireysel hak ve özgürlüklere tecavüz edemeyeceği, ettiğinde cezasını bulacağı bir sistemle mümkün. Bu da Erdoğan’ın bir çoğunluk diktası olarak kullanmaya meyilli olduğu “demokrasi rejimi”nin bir üst sürümü olan “katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi rejimi” tabii.
Üçüncü konu, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda son örneklerini gördüğümüz "ülkenin çehresini dönüştürme" çalışmaları. Bunun bir kısmı ülkeye hizmet kapsamında, bir kısmıysa Abdüllatif Şener'in, "Erdoğan'ın eski silah arkadaşı" kimliğiyle dile getirdiği gibi şahsi menfaatler zincirini ihya etme kapsamında değerlendirilebilir. Ne olursa olsun, bunun da daha katılımcı bir yapıya oturtulmasını artık sağlamak gerekiyor. Erdoğan, hala başkan seçileceğini düşünüyordur eminim, ama seçilmeme olasılığını da göz önünde bulundurarak, zaten kaçaktan mal kaçırır gibi gerçekleştirilen tüm "dönüşüm"lere daha da hız vereceğinden korkuyorum - bunun işaretleri daha şimdiden var. Kaldı ki Erdoğan'daki bu telaş, bu kimseye sormadan iş yapma hırsı, bence bir daha seçilmeme korkusundan değil, ömrünün yetmeyeceği korkusundan kaynaklanıyor aslında. Gezi Parkı konusunda verilen toplumsal mücadele, söz konusu dönüşümlerin daha önceki örneklerinde verilmemişti; bir yöntem olarak her seferinde bu kapsamda gösteriler yapılamayacağına göre (çünkü Erdoğan'ın hızına biz yetişemeyiz!), bu dönüşüm süreçlerinin, toplumsal onay mekanizmasını dahil edecek bir şekilde yeniden yapılandırılmasını sağlamak gerek.
Bütün bunları kim yapacak? Başka bir deyişle, Erdoğan'ın muhatabı kim olacak? Yanıtlamamız gereken öncelikli soru bu. "Şunu yapma" demek için gereken örgütlülük düzeyiyle, "şunu yap" demek için gerekli olan örgütlülük düzeyi çok farklı. Biçim olarak da farklı. Ama Türkiye, "derin devlet"ten "derin demokrasi"ye geçişi böyle başaracak. Bu misyonun taşıyıcısının CHP olamayacağı açık; hükümetin Gezi Hareketi’nin “arkasında” CHP olduğunu ısrarla yinelemesi, yalnızca karşısında muhatap olarak CHP’yi görmek istemesinden kaynaklanıyor. Gezi Hareketi, doğası gereği gevşek bir benzemezler koalisyonu ve ben şahsen tutarlı bir siyasal yapılanmanın doğrudan doğruya Gezi Parkı’ndan doğabileceğini sanmıyorum, ama nasıl bir yapılanma çıkması gerektiğinin yeterli ipuçlarını barındırdığını düşünüyorum. Türkiye’yi Müslüman olanlar ve olmayanlar, dindar olanlar ve olmayanlar, Türk olanlar ve olmayanlar, askeri sevenler ve sevmeyenler, Atatürkçü olanlar ve olmayanlar gibi ikili bölümlemelerin kıskacından çıkaracak, AKP’nin neyi iyi yaptığını anlayacak, neyi yapamadığını ve yapamayacağını saptayacak, bunları da ağırlıklı olarak şehirli nüfusa iyi anlatacak ve Türkiye’nin bugün bulunduğu noktanın ilerisine nasıl gideceğini somut olarak gösterebilecek bir yapılanma bu, benim gördüğüm kadarıyla.