28.12.12

erkek elbiseleri

(fatih özgüven'in bir facebook paylaşımı nedeniyle iktibas, ilk yaymlanma tarihi 19 mayıs 2004)

brad pitt, troya filminde etekli gözüküyor ya, zevcesi de bundan çok hoşlanmış ve "kocacığım, eteği setteki gardırobundan aşırsan birşey derler mi? evde giyersin gözümüz gönlümüz açılır, olmaz mı?" demiş ve uysal koca brad de bu dileği sektirmeden yerine getirmiş ya - hah, bir etek tartışmasıdır başladı. internette yaptığım kısa araştırma sonucunda, bu yola baş koymuş (ve transvestit olmayan) pek çok erkeğin bulunmasının yanısıra, önemli bazı tasarımcıların ve modaevlerinin de konuya el atmış olduğunu gördüm. hatta bir tanesi, "2005 yazında etekli erkekler göreceğiz sokaklarda," bile demiş. onu bilmem, ama konunun yalnızca etek düzleminde ele alınması ve elbise olayına fazla girilmemesi beni şaşırttı açıkçası, çünkü çiçekli böcekli pazen elbiseler değilse de, erkek yapısına ve estetiğine uygun çok güzel elbiseler yapılabileceğini öteden beri düşünmüşümdür. ben şahsen maksi modelleri daha çok beğeniyorum, ama dizüstü etekleri de tamamen silip atmış değilim. hem "etek tıraşı" kavramına da yeni bir boyut gelir böylece belki.

aşağıdaki yazıyı da türk gençliğine armağan ediyorum çekincesizce.
***

Hayır, İskoçların giydiği “kilt”lerden söz etmiyorum; Arapların entarilerinden de söz etmiyorum. Düpedüz elbise diyorum, erkeklere yakışır diyorum.
Erkeklerin ne giyip ne giyemeyeceği konusunda görüşlerin çağlar içinde çok değişmiş olduğunun herhalde siz de farkındasınızdır. Bugünkü pantalon-gömlek-ceket-kravat dörtlüsünün sunduğu sığ düşgücüne mahkum değildik eskiden, üstelik bu duruma galiba kendi isteğimizle düştük. Tam bir rezillik – neymiş, kravatların desenleri çok değişik olabiliyormuş, üstelik papyon seçeneği varmış; neymiş, pantalonlar dar ya da bol, pilili ya da pilisiz dikilebiliyormuş; neymiş, gömlekler ve ceketler hakim yaka olabiliyormuş. Siz onu gidin bir de ünlü erkek giyim mağazalarına anlatın – ben şahsen denedim ve Bağdat Caddesi’nde “hakim yaka ceket diye sayıklayan deli” konumuna düştüm.
Bundan daha iyisini hak ediyoruz. Bundan daha fazla seçenek hak ediyoruz. Üstelik bugün, unisex ya da androjen giyim denen moda, erkeklere özgü sayılan giysileri kadınların kullanımına açmakla yetinen bir aldatmaca – güçlü olanın giyindiği gibi giyinerek güçten pay alma stratejisi bu. Elbette bir uyarlama söz konusu – birer bir aynı değil erkeklerin giydiği takım elbiselerle kadınlarınkiler, ama mantık aynı. Biz de 1700’lerde benzer bir taktik uygulamıştık, anımsayanlarınız vardır – o zamanlar Avrupa saraylarında kadınlar çok güçlüydü ve erkekler, kadınların giydiği şeyleri kendi beden yapılarına uydurarak giymekte bir sakınca görmüyorlardı.
Bugünse giyim endüstrisi kadınlar için çalışıyor ve biz kopya bile çekemiyoruz – en ucuzundan en “tasarım harikası”na kadar, kadınların giyebildikleriyle erkeklerin giyebildikleri arasında, nitelik ve nicelik olarak dağlar kadar fark var. Bunu değiştirmenin zamanı geldi!
Neyse ki böyle düşünen yalnızca ben değilim. Amerika gibi tutucu bir memlekette bile Jennifer Minniti gibi modacılar çıkıp, erkeklere özel elbise tasarımları yapmaya girişebiliyor, bununla da kalmıyor, kendilerine müşteri de bulabiliyorlar. Üstelik, inanması güç olsa da, bu müşterilerin hepsi gay değil. Avrupa’da elbise giyme cesareti gösteren erkek sayısı biraz daha fazla, ama yine de daha çok tasarımcılar, reklamcılar, sanatçılar ve aktörler arasından çıkıyor bunlar, muhasebeciler, avukatlar, emlakçılar ve devlet adamları arasından değil. Bunlardan birini karım Paris’te gördü – uzun boylu, düzgün fizikli bir Afrikalının giydiği, etek kısmı bol ve bileğe kadar inen, üst kısmı boğaza kadar düğmeli, uzun kollu elbiseyi anlata anlata bitiremedi. Kız kardeşimin de vaktiyle annanemize, patronu için bir ev entarisi diktirdiği aklıma geldi ve düşünmeye başladım: ben olsam nasıl bir elbise giymek isterdim?
Tabii böyle düşünmeye başlayınca insan ister istemez bu elbiseyi nerede giyeceğini düşünmeye, kendini çeşitli mekanlarda, çeşitli insanların arasında hayal etmeye başlıyor – Beyoğlu’nda, Nişantaşı’nda, bir düğünde, bir otobüs yolculuğunda, devlet dairesinde, iş yerinde, baba evinde. İşin tadı biraz kaçıyor o zaman tabii – bir elbise yüzünden bireysel haklar cengaveri haline gelmek çok da meraklısı olduğum birşey değil açıkçası. Ama buna takılmayınca gayet eğlenceli bir iş. Bir süre kafamda bununla oyalandıktan ve hatta vapurda yanımdaki kadının garipseyen bakışlarını üstümde hissederek defterime birkaç eskiz çizdikten sonra fark ettim ki ben tek parça elbiselerden hoşlanıyorum. Gri kumaştan kolsuz tasarımlarımda içime beyaz, bol kollu bir gömlek giyiyorum; bazılarının üst kısmı geniş askılı, bazıları yelek gibi bu modellerin. Uzun kollulardaysa eteğin bolluk derecesi değişiyor, ama uzunluğu hep bilek civarında.
Bu bir tutuculuk göstergesi mi acaba? Bazı erkeklere kısa etek yakışmaz mı? Bilindiği gibi kısa etek epeyce bir “know-how” gerektiriyor giyen açısından, erkeklerin burada kendilerine özgü bir yöntem geliştirip geliştiremeyeceği bir soru işareti. Bir de tüylü bacak sorunu var. Ben kendi payıma seyrek, kıvırcık ve açık renk tüyleri gayet estetik buluyorum, kadında da buluyorum üstelik. Ama sonuçta Türkiye örneğine bakacak olursak, kısa etek giyebilecek erkek bulmakta bir hayli zorlanabiliriz, kabul. Bu da bizi çorap konusuna getiriyor. İçini göstermeyen külotlu çoraplar, en azından soğuk havalarda iyi bir çözüm yolu olabilir. Aslında erkekler için üste elbise, alta pantalon bileşimi geliştirmiş modacılar var; fena değil ama bu kadar uzlaşmacı olmak şart mıdır, bilemiyorum.
“Güç” meselesine dönecek olursak: bilimkurgu filmlerinde en güçlü uzaylıların ya da en uygar dünyalıların (erkek olanlarının) dökümlü, gösterişli elbiseler giyiyor olması bir rastlantı mı; yalnızca “değişik bir dünya hissi verme” çabasıyla açıklanabilir mi?
Son bir soru: elbise tasarımlarımı kime diktireceğim, erkek terzisine mi, kadın terzisine mi?


1 yorum:

  1. Merhaba, terzi dediniz de aklıma geldi, bu denli unisex'leşmiş bir dünyada, en azından Avrupa'da neden hâlâ bu kadar keskin ayrımlar var kadınlarla erkekler arasında? Bu yazdıklarınızı okuyunca, daha önce de bir iki kere düşündüğüm bir meseleyi hatırladım. Batı'daki kadın-erkek eşitliği meselesi galiba teoride çok sağlam duruyor ama pratikte pek o kadar da ahım şahım değil, bana böyle geliyor. Siz varın bir de Türkiye'yi düşünün. Kadın kuaförüyle erkek kuaförünün ayrı olmasındaki mantık, kadın tuvaletiyle erkek tuvaletinin ayrı olmasındakiyle aynı mıdır? Hadi kuaför neyse de terzi niye aynı değil, çok merak ediyorum doğrusu. Terzilikten anlamadığım için merak ediyorum; bir erkek ceketi dikmekle bir etek dikmek arasında çok mu fark vardır, ikisi farklı bilgi, beceri, uzmanlık isteyen dallar mıdır? Eğer öyle değilse bu ayrımın nedeni nedir?

    Galiba kıyafetin kendi şeklinden çok, toplumların kafasındaki şekiller önem arz ediyor. Bir kimse kafasında herhangi bir insan, topluluk veya toplum için belli bir kalıp tayin etmişse onu her zaman o kalıbın içinde görmek ister, buna da normal der. O kalıbın dışına çıkıldığındaysa anormal diye değerlendirir. Halbuki insanlar kendilerine normal görünen şeylerin doğru, anormal görünenlerinse yanlış olduğunu sanır. Daha on gün önce Van'da Suriyeli bir grup mülteci gördüm. Ailenin reisi, 55-60 yaşlarında bir adam, bildiğiniz entari giymiş. İnsanlar hiç garipsemiyor, çünkü kafalarında onlara yönelik kalıplar var ve o mültecilerin kılık kıyafeti de kalıplara uyuyor. Sorun yok yani. Ama mesela siz, betimlediğiniz şu kıyafetlerden giyerseniz toplumun neredeyse tamamı sizin "yanlış" yaptığınızdan dem vurur, çünkü sizin de kafalarının içindeki kalıplarda yeriniz bellidir. Kısacası, toplumun doğru diye bildiğini değiştirmek zordur. Oysa insan aynı insan, erkek aynı erkek, elbise aynı elbise; orada oluyorsa burada niye olmuyor. Bana kalırsa de Botton, Zizek gibi günümüz filozofları vakitlerinin büyük bölümünü bu konulara ayırmalılar.

    Sağlıkla kalınız.

    YanıtlaSil

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.