31.8.10

we are all workers

levi's'ın yeni kampanyası, durgunluktan durgunluğa (hatta gerilemeye) koşan amerikan ekonomisini; finans temelli "wall street" ekonomisini değil de üretime dayalı "main street" ekonomisini canlandırmayı bir öncelik olarak ortaya koyuyor. bunun için de bütün amerikalıların çalışmaya hazır olduğu, elbirliğiyle bu belayı da atlatacakları "gaz"ını veriyor. levi's'in kendi üretiminin nerede gerçekleştiğine bakıldığında, bu kampanya çerçevesinde düzenlenen "amerikan taşrasında zanaat atölyeleri açalım, herkese altın bilezik takalım" etkinliklerinin gerçekten de gazdan ibaret olduğu hemen anlaşılıyor. zaten ne olacaktı - adamlar iyiden iyiye kaptırdıkları pazar paylarını (kaç kişi kaldı levi's giyen hakikaten? 80'lerde millet birbirinin gözünü oyardı buz mavisi 501 için) bir tırnak olsun geri kazanabilmek uğruna çırpınıyor, iki kot fazla satsalar kardır.

benim derdim de o değil nitekim. (bizden apartma kokan) "hepimiz işçiyiz" lafının, bir kampanyayla (hele bu kampanyayla) işaret edilemeyecek güzelliğine takıldım ben. türkiye'de solun sınıfsal temeli, sendikaların işlevsizleştirilmesi vs üzerine kafa patlatıp duruyoruz, ama ihtiyacımız olan ana bakış açısı bu: sonuçta hepimiz, global kapitalizm karşısında (içinde), işçiyiz. buna milyar dolarlık şirketlerin ceo'ları da dahil, devlet memurları da, kasiyerler de, futbolcular da, editörler de, tofaş mühendisleri de, köyünde oturup halı dokuyan ve ingiltere'ye satan da. yeni bir sınıf yapısı var artık; mücadele de bu yapı göz önünde bulundurularak kurgulanmalı. dünyanın bütün işçileri diyorum, artık birleşebilmemizin nesnel koşulları var diyorum.

16.8.10

bilinmeyen, lanetli, hastalıklı

faruk ulay'ın yeni kitabı üç parça toprak, notos'tan çıktı. üç gruptan oluşmuş, her grupta 99 kısa metnin yer aldığı, türk okuru için enikonu tuhaf bir bütün bu. tadımlık vermek gerekirse:

"Ağır bir dolu sağanağı sonrası. Hasar tespiti için sokaklardayız. Su birikintilerine kurbağalar çöreklenmiş. Dillerinde kelebek kalıntıları. Yeni bir saldırıya hazırlanıyorlar." (terra incognita)
* * *
"Ufak tefek, yaşlıca bir adam. Kışın, gün batarken ortaya çıkıyor. İyi giyimli. Kucağında boş patates çuvalları. Meydan saatlerinin üstünü örtüyor. Ardında gece bekçileri. Düdük çalıyorlar, 'Hayrola hemşehrim, belediyenin adamı mısın?' diye soruyorlar. Adam oralı olmuyor. Büyük bir çeviklikle tırmandığı direklerin tepesindeki saatlere çuvalları geçirip bir saçak altına giriyor, paltosunun cebinden çıkardığı termostan çay yudumlayarak sabahı bekliyor. Ortalık aydınlanırken çuvalları toplayıp kayboluyor. 'Anlaşılmaz bir meslek,' diyor bekçilerden biri. Öteki uzun uzun esniyor." (terra damnata)
* * *
"Yerküre bizi taşıyor. Uzay bizi sarıyor. İkisinin de ayağı yere basmıyor. Birbirimize tutunarak oturuyoruz. Sanki ayyuktayız." (terra infirma)

bu kitabın tuhaf olmasının temel nedeni, faruk ulay yazısının türkiye'de hala yeterince tanınmıyor olması elbette; yoksa ulay okuru olanlar (bir avuç insan!) için, bu metnin beklenmedikliği, ancak damıtılmışlık ve yoğunluk düzeyine şaşırmaktan kaynaklanabilir.

ulay, sözcüklerle 297 dünya çiziyor - karanlık, paradoksal, gerçeklikle ilişkisi tartışmalı, ürkütücü, tedirgin edici, yalnızlıkla, örtük ya da açık bir şiddetle yoğrulmuş, insanın üstüne üstüne gelen dünyalar bunlar; aslında tek bir dünyanın çeşitli yüzleri olduğunu söylemek mümkün. ulay'ın betimlemeleri zaman zaman siyasal, zaman zamansa ironik, klinik, duygulu. leitmotiflerin izini sürme zevki veren metinler bunlar. okuyucuyu yazarla aynı safa koyuyor iki bölüm, ortadaki bölümdeyse okuyucu bir başına; ama yazarla aynı safta yer almanın pek de korunaklı bir pozisyon olmadığını anlamakta gecikmiyoruz, çünkü bu üç parça toprakta hepimiz temelde yalnızız ve aslında hiçbirimiz için kurtuluş yok. bu topraklarda yeşerecek şey her neyse, umut değil.

ışıl ışıl parlayan bir karanlık tutuyoruz elimizde, bembeyaz iki kapağın arasında. sanki, hakikaten, ayyuktayız.

15.8.10

inception/ conception/ contraception/ deception


christopher nolan'ın mega-bütçeli son ürünü inception ("başlangıç"), düş içinde düş içinde düş mimarisini temel alan, "hırsızlık" filmleri janrına oturan ama kahramanın duygu dünyasındaki yolcuğunu öne çıkaran, karanlık ama eğlenceli bir film.

görsel açıdan gerçekten tatmin edici olsa da, düş dünyasının "gerçekdışılığı" konusunda oldukça muhafazakar (hatta yer yer sıkıcı) olduğunu, "kendi içine kapanan paradoksal yapı" fikri iyi olsa da bunun mantıksal ve görsel sonuçlarının yeterince araştırılmadığını söylemek gerek. (buna karşın örneğin düş zamanının gerçek zamandan daha yavaş geçtiği fikrinden gayet iyi yararlanıyor film.)

filmin temel önkabulü olan mekanizma, yani insanların, seçilmiş bir kişinin düşüne girmeyi nasıl becerdiği de anlatılmıyor; yan yana yatan ve aynı sedatif pompasına bağlı olanların aynı düşe (ama kimin düşüne?) gireceği varsayılıyor.

filmin sorusu şu: kahraman çocuklarına dönebilecek mi? bu ana (iç) yolculuğun taşıyıcısı olan aksiyon (dış) yolculuğunun sorusu da şu: kahraman, varis oğulun imparatorluğu kendi isteğiyle parçalamasını sağlayabilecek mi? ikincisini başarmak, birincisinin koşulu.

"hırsızlık" (hırsızlık diyorum çünkü varisin rakibi olan şirket, varisten dünya birinciliği konumunu "çalıyor") hikayesinin kendisi aslında pek de matah bir hikaye değil, neredeyse ilkel - dev bir holdingin varisine, şirketleri dağıtması ve böylece rakibinin önünü açması için fikir implantasyonu yapılıyor, ama bu fikri kendi bulmuş gibi hissetmesi gerekiyor ki dört elle sarılsın ve uygulasın, o yüzden de babasının ona vasiyeti buymuş, çünkü oğlunun ona benzemesini istemiyormuş, kendisi olmasını istiyormuş mizanseni yaratılıyor.

kahramanın (di caprio) iç dünyasındaki yolculuğuysa, çocuklarına kavuşabilmesinin yeni bir koşulunu sunarak gelişiyor: bu "iç" koşul, kahramanın intihar eden karısı ile ilgili suçluluk duygusundan kurtulmasını ve anılarını geride bırakıp yaşamaya devam etmesini içeriyor. bunu yapma biçimi de çok derinlikli değil: neden suçluluk duyduğunu anlatmak (suçluluğuyla yüzleşmek) ve "biz aslında yaşayacağımızı yaşadık, seni artık bırakayım" demekten ibaret.

karikatürleştirdim mi? belki de. ama karikatür versiyonu zaten mevcut - bkz. "varyemez amca ve hayatımın rüyası".

"uncle scrooge in the dream of a lifetime"

13.8.10

türkiye'de (artık herşey var ama) niye dinozor yok?

insanın çocuğu olunca yaşamla, dünyayla ve kendisiyle ilgili, o zamana kadar nedense sormamış olduğu sorularla karşılaşabiliyor, malum. çeşitli örnekleri bizde de mevcut, ama son örnekte cevabı ben de bilmiyordum, şöyle bir sendeledim açıkçası. öz bir ifadeyle sorulmuş soru şu: "babaa, tüykiye'de tiyeks va mı?"

boş gözlerle can'a baktım bir süre, türkiye haritasını taradım zihnen ve irkilerek fark ettim ki: boş küme. bizde arkeoloji müzesi vardır ama paleontoloji müzesi de yoktur mesela. türkiye'de dinozor olmaması mümkün mü? neyimiz eksik ki? sonra orta-lise coğrafya ve tarih derslerini hatırlamaya çalıştım, ama orada başka bir boş küme çektim: bizim müfredatta da yok ki dinozorlar! en azından bizim zamanımızda yoktu, şimdi nedir bilmiyorum. gerçi bunu anlamak o kadar zor değil: çocukların zaten ilgisini çeken bir konu, biz anlatmasak da olur, onlar gider kendileri öğrenir, demiş olmalı milli eğitim. okulda anlatılmayan bütün diğer şeyler gibi yani.

bu noktada artık durumu ciddiyetle ele almak ve araştırma yapmak kaçınılmaz bir hal almıştı. yaptım. bir nevi hizmet babında, sonuçları dikkatinize sunuyorum:

türkiye'de dinozor fosili hiç çıkmamış, çünkü türkiye'de hiç dinozor yaşamamış, çünkü o devirde türkiye toprakları yokmuş, deniz altındaymış. üzücü ama durum bu. yukarıdaki harita jurassic dönemi gösteriyor. bulun bakalım türkiye'yi.

yine de can'ı tümden hayalkırıklığına uğratmak istemiyorum: denizde yaşayan dinozorlardan belki bulunabilir bir gün. tiyeks ama, ne yazık ki, hiç olmayacak herhalde.

***this just in***
şimdi aldığımız bir habere göre, kastamonu yakınlarındaki beyler barajı civarında, dinozorların son döneminden kalma bir "deniz canavarı" olan mosasaurus (tam adı mosasaurus hoffmani) bulunmuş, 60-70 milyon yıl öncesinden. boyu yaklaşık 17 metreymiş. bu da bir dinozor sayılırmış. şekli şöyleymiş:



hayırlı olsun!

12.8.10

içki alır mıyız?

birinci çoğul şahıs kullanımının memlekette oldukça problemli olduğunu pek çok kişi gözlemliyor (örneğin atgotten), zaten fatih terim günlerinden beridir bir büyüklenme, bir "ben ve maiyetimdekiler," bir "ben ve diğer kişiliklerim" havası yayılmaya çalışıldığının da farkındayız.

ama bir birinci çoğul şahıs olayımız daha var. en sık olarak garsonlarda rastlanıyor: "içki alır mıyız?" insan elinde olmadan bir irkiliyor, "sen iç hocam, ben çalışacağım akşam," diyesi geliyor. ama garsonların bir anda masaya oturuverip muhabbete dahil olacakmış hissini uyandıran, gelgelelim bu hissin uyandırması gereken samimiyet hissini tepetaklak edip araya tuhaf bir mesafe sokuşturuveren repliğiyle bitmiyor iş.

doktorlar da var. "gaytamızın rengi nasıl?" diye sorabiliyorlar. roma'da mıyız, aynı kaba mı yapıyoruz, belli değil; müthiş bir renk yakaladık elbirliğiyle de onunla mı kıvanıyoruz, o da belli değil.

ama yazarlar da var. arka kapaktan bakan. "içimizdeki sevgiyi sır gibi sakladığımız bu yalnızlıktan örülü dünyada" - ne münasebet? nerden bu tanışıklık? nerden malum? nasıl bir egodur yani, sen saklıyorsun diye herkesin sakladığını kesinleyebiliyorsun? belki senden saklıyorlar, yıvışık olduğun için?

zorla birlik olma, beraber olma, kendini gruba katıştırma günleri.

ali babanın çiftliği


bir arkadaşım iki haftalık çin seyahatinden yeni döndü; giden herkesin söylediğini söylüyor o da: "bu çinliler olayı bitirmiş. televizyonda görmekle olmuyor, yerinde görmek lazım. adamlar müthiş." doğrudur tahminimce. şimdi bunu cebinize koyun bir.

ben küçükken belirli bir girişimcilik ruhum vardı galiba. yani ilkokuldayken annaneme vişne suyu yaptırdığımı, kağıt bardaklar yapıp mahallede 25 kuruşa sattığımı hatırlıyorum mesela. (ama parası olmayanlara bedava dağıtıp eve döndüğümü de.) ya da yazlıkta, kışın okuduğum kızılmaske-mandrake'leri sergi yapıp sattığımı. (ama orada da, kitapları oğlu için kiralamak isteyen bir adama, depozito filan almadan bir yığın kitap verip hiçbirini geri alamamışlığım da vardır.)

sonra ortaokul - lisede böyle girişimci projelerde pek görünmedim. yatakhanede yiyecek satanlar olurdu, kazım ve mehmet örneğin, pastaneden tatlı-tuzlu alıp getirirler, etüt arasında satarlardı. müşterinin eğilimlerine de duyarlıydılar, klasiklerin yanında yenilikçi yaklaşımlara da açıktılar. bu dönemde iki ufak iş yaptım: biri, atariye benzer pilli bir oyuncağı yaman'a satmamdı; diğeriyse insanlara mektup arkadaşı ayarlayıp kendi mektup arkadaşımı bedavaya getirmemdi.

üniversite yıllarında evren'in sevgilisinin dayısının geniş plak koleksiyonunu satın almıştık evren'le, gelip moda'da, çay bahçelerinin önünde satmıştık, fena iş değildi yanlış hatırlamıyorsam, ama devamı yoktu tabii.

sonuç itibariyle zaten az olan bu örnekler, yaratıcılık açısından da pek matah değildiler. yky'de çalışmaya başlamamla birlikte, bu tür girişimlere yky adına yeşillenmelerim kurumsal olarak engellendi; ben de "yazar adamın girişimle ne işi olur, tövbe tövbe" diyerek bu durumu kabullendim.

lakin zaman geçer, devran döner. küçük kardeşimin de genç girişimci adayı olarak ortalığa dökülmesiyle birlikte, bende de bu yeşillenmeler ufak ufak yeniden başgösterir oldu bir süredir. şimdi cebinizdekini çıkarın: hangi alana yönelsem, "aa bak şunu yapsak ne iyi olur" desem, internette karşıma çinliler çıkıyor, "burada yapılmışı var" diyerek. alibaba.com diye akla zarar bir de siteleri var, insanı aramaya inandıran bir site. arıyorsun, buluyorsun. son olarak, amazon'un 140, barnes & noble'ın 150 dolara sattığı e-reader aletlerini 40-50 dolara buldum burada, imalatçısından! ama onu da ayrıca anlatayım.

bu çinliler var ya bu çinliler...

kötü oyunculuk


dün akşam türkiye-romanya maçını seyrederken, bizimkilerin kazandığı uyduruk penaltı bir kez daha futbol-yalan ilişkisini düşündürttü bana. ben 1970'lerin ikinci yarısını iyi kötü hatırlıyorum, bu kadar "hakeme oynama", kendini yerlere atma, alenen yalan söyleme ve bu yalanda ısrarcı olma ama tam yerde acılar içinde kıvranıyorken önüne beleş top geldi mi bir anda zıplayıp pozisyona devam etme durumu yoktu, bu kadar yoktu. top taca çıkardı, benden çıkmadı-ondan çıktı tartışması olurdu. artık illallah dedirtiyorlar, yalnız türkiye'de değil, bütün dünyada böyle. insanda biraz utanma olur. dünya kupasında milyar insan önünde, elli kamera karşısında numara yaptı adamlar. "integrity" derler amerikalılar, bildiğimiz ahlaklı olmak, zeki ve çevikteki ahlaklı hani. "sportmenlik" vardır, keza "sportmence mücadele etmek" vardır. vardır evet.

dün akşamki maça dönelim: gökhan ceza sahası içinde savunma oyuncusuyla omuz omuza koşarken ayağı rakibin ayağına çarpıyor, dengesini kaybedip düşüyor (gökhan), hakem de penaltı veriyor. olacak şey değil, ama gökhan da gidip hakeme "no penalty" diyecek en fazla, diyemiyor. (bugünkü gazetelerde demeçleri var, pişmanmış, acaba dese miydim diyor). takım kaptanları da, teknik direktörler de, taraftarlar da aksini beklemiyorlar zaten, bizzat bu davranışı destekliyor, devam etmesini sağlıyorlar. tam bir kepazelik.

10.8.10

tarihteki en berbat sınav kağıtları - 1

boğaziçi üniversitesi, inkılap tarihi, dördüncü sınıf finali - bir rıdvan akın klasiği: "aşağıda sıralanmış olan tarih, kavram, kuram ve olayların sizin için ne anlam ifade ettiğini birer cümle ile açıklayınız." yarım puan alan yanıtlar yp, tam puan alanlarsa tp ile gösterilmiştir.

yp şarki anadolu'da şura hükümetleri: doğu'da aşiret reisleri büyüyünce hükümet oldular - ben büyüyünce pilot olucam.

yp takriri sükun kanunu: hükümetin, kendi ideolojisini dayatabilmek amacıyla çıkarttığı ve kendisine yoğun bir sansür ve baskı serbestisi tanıyan kanun; ikide bir hortlar.

yp birinci grup - ikinci grup: millet meclisi'ndeki kafaları sınıflandırmanın yollarından biri.

yp struma vapuru hadisesi: bu vapurun başımıza bela olacağı belliydi zaten.

yp siyasi parti sicili: yaramazlık yapmayınız, yerin kulağı var.

tp önseçim: kimlerin seçilebileceğini belirlemek için kronolojik anlamda ön'de gelen seçim.

yp siyasi parti üyeliği yasaklılar: bazı insanları her zaman susturabilirsiniz, bütün insanları bazen susturabilirsiniz, ama bütün insanları her zaman susturabilmek için ayva tatlısına hardal sürüyor olmanız bile yeterli olmaz.

yp musul-kerkük, boğazlar, hatay: ilk ikisi doğal olarak ağzımızı sulandırmıştı; boğazlara herkes egemen olmak istedi, bizse gas-oil boşaltan tankerlere hala bir halt yapamıyoruz; hataylılar bir de oylama yapmıştı türkiye'ye katılmak için - kendi düşen ağlamaz.

tp toprak reformu: yaa, evet. şevket hatipoğlu da vaktiyle yapacaktı, yaptırmadılar. ağanın desteğiyle milletvekili olanlar, ağaya karşı "reform" yapacaklar da ben göreceğim.

yp t.c. devletinin temel esasları: 1.paniğe kapılmamak, 2.bu da geçer, 3.iki dakka daha uyuyayım, noolur, 4.siz gidin ben geliyorum, 5.komünizm lazımsa onu da biz yaparız, 6.duvarlara işemeyiniz.

aynı sınav kağıdında sıfır puan alan yanıtlardan da bir kuple sunmak gerekirse:

ittihatçı trio: hepsi başka telden çaldı netekim.

1957 ve 1977 seçimlerinde chp: altı ok, kıvrıla kıvrıla girmişti girmemesi gereken yerlere.

13 nisan 1909: "nisan bile mazur gösteremez mayıs'ın gelişini." e.e. cummings.

kazım karabekir'in meclis başkanlığı: cumhurbaşkanı olmasından iyidir.

mp, cmp, ckmp: merkez parti, çok merkez parti, çok koyu merkeziyetçi parti.

nisab-ı müzakere kanunu: bazı şeyler tartışılmaz.

tevfik paşa: asker de mi olmuş fikret?

1938-1950 t.c. başbakanları: az zamanda çok şeyleri mahvettiler.

chester projesi: türkiye'yi kötü yollara düşürmeye çalışanların elleri kırılsın.

inkılap derslerini ilk veren: bundan iyi ders mi olur hocam.

milli birlik komitesi: anca beraber, kanca beraber.

milli güvenlik kurulu: insanlar başları sıkışınca yılana sarılabilir.

ilk tek dereceli seçim: deveye de hendek atlatılabilir.

1946-1977 arası seçim tarihleri: hepsi yağmurlu günlere denk gelmiştir netekim.

kut-el amara muharebesi: bu müslümanlar adam olmayacak, onca cihat yaptıkları yetmiyormuş gibi şimdi de salman rüşdi'nin peşine düştüler. hayret bişii...

1990 tarihinde verilen bu sınav kağıdı, "c" notu alarak geçmiştir.

yıllar sonra rıdvan bey'e gittim, kağıdımın bir fotokopisini alıp alamayacağımı sordum; adımı söylediğimde kağıdı hatırladı (ve bir tarihçinin belleğinin nasıl olması gerektiği konusunda bana büyük bir ders verdi), sonra üşenmeyip benimle birlikte arşive indi ve binlerce dosyanın arasından kağıdı arayıp buldu. bu hoşgörü jestini hiç unutmadım. aradan 20 yıl geçmiş, şimdi böyle bir zıpır benim karşıma çıksa sevimli bulur, hoş görür müyüm, bilmiyorum.

şehremaneti

şehrin emanetinin, yani tüm kapılarının anahtarlarının saklandığı yer. her akşam günbatımında emin bey kapıları tek tek dolaşıp kilitler, gün doğarken de açar. kapılar açılırken şehrin celladı da baltasını bilemeyi bitirmiştir, kafası uçurulacak zavallıya doğru yürür ve oğlunun (kendi oğlunun) baba mesleğini sürdürüp sürdürmeyeceğini bininci kez ve kalbi ağrıyarak düşünür. ama bütün bunlardan emin beyin haberi yoktur, o kendi derdine düşmüştür, çünkü hangi anahtar hangi kapıya ait, hep karıştırır.

editörlük üzerine

1)Edebiyat editörü, edebi bir metne müdahale eder mi? Yazardan ne tür sebeplerle, ne tür değişiklikler yapmasını ister? Neden ister?

Elbette eder. “Edebi metin”, kutsal ve dokunulmaz bir vahiy metni olmadığı gibi, ayrıştırılabilir bazı mekanizmalara sahiptir. Dolayısıyla bir metnin aksamasından söz edilebilir. İyi bir editör, bu mekanizmaların işleyişi hakkında bilgi ve deneyim sahibidir; bu aksamaların giderilmesi için yazara yardımcı olur. Buradaki hassas nokta, editörün, metni kendi yazmaya kalkmaması, metnin düzeltilmesindeki yaratıcılık payını yine yazara bırakması gerektiğidir.

2)Edebiyat editörü, birkaç yıl sonrasının edebi eğilimlerini öngörerek mi hareket eder? Öyleyse hangi ölçütlere dayanarak ya da ne tür verilerle bu tür bir öngörüye sahip olur? Bu öngörü yalnızca çeviri seçimleri mi etkiler, yoksa yayınevinin birlikte çalıştığı yazarlara, öngörüleri çerçevesinde sipariş verir mi?

Bazı durumlarda, evet, gerçi bu süre genelde birkaç yıl sonrası olmaz, en çok bir yıl sonrası olur. Bu, bir editörün okuyucu eğilimlerini ne kadar iyi saptayabildiğine bağlıdır ve genelde hata payı yüksek olur. Bunun nedeni, her kitabın aslında kendi içinde bir marka olması ve bir kitaptan diğerine genelleme yapmanın zor olmasıdır. Yani örneğin Tuna Kiremitçi’nin ilk romanı çok sattığında, “yirmi yaş altı gençlerin aşk ilişkileri ve kürtaj konusu çok satıyor” diye genelleyip bu konuda bir kitap sipariş ettiğinizde başarılı olma şansınız yüksek değildir. Hatta “Tuna Kiremitçi çok satıyor” diye genellediğinizde bile aynı başarıyı elde edemeyebilirsiniz.
Çeviri konusunda da farklı nedenlerden kaynaklanan benzer riskler vardır. Fransa’da çok satan bir kitap Türkiye’de hiç satmayabilir.

3)Edebiyat editörü ve menajer ilişkisi nedir?

Yazarların aynı zamanda tüccar olmalarını gerektiren yayıncılık piyasasında bazı yazarlar, yayınevleriyle iş ilişkilerini kendi adlarına başkalarının kurmasını yeğleyebilir, araya mesafe koymayı isteyebilir. Yabancı dillere çevrilme konusunda bir profesyonelin tanıtım işini üstlenmesini isteyebilir. Menajer, yazarını ve kitabını iyi tanımak ve doğru müşteriye doğru tanıtarak yazarının kariyerini ve maddi çıkarlarını korumakla yükümlüdür.

4)Bir edebiyat metninin yayımlanması ya da yayımlanmaması yönündeki karar için kullanılan ölçütler nelerdir?

Çok çeşitli ölçütler söz konusudur. Satış şansı bunların başında gelir elbette, ama kimi zaman yayınevine kazandıracağı prestij, aynı yazarın ticari anlamda başarılı diğer kitaplarını yayımlayabilmek için daha marjinal kitaplarının da yayımlanmasını kabul etmek gibi etkenler olabilir. Bazı yayıncılar, iyi olduğuna inandıkları bir kitabı, satma şansının düşük olduğunu bile bile yayımlamayı göze alır.

5)Edebiyat editörünün ideolojik konumları metin seçimini nasıl etkiler? Etkilemeli midir?Neden?

Bu yayınevinin yayın politikasına bağlıdır. Bir yayınevi kendini ideolojik yelpazede konumlamış olabilir, bu nedenle kendi konumuyla uyumlu kitapları seçebilir; başka bir yayınevi ideolojik anlamda çoğulculuğu yeğleyebilir ve metin kalitesini önde tutabilir, dolayısıyla diyelim ki hem “laikçi” hem de “İslamcı” yazarları yayımlayabilir.

6)Bir edebi eserin reklamı nasıl yapılır? Yazar reklamı ile kitap reklamı birbirnden ayrı düşünülebilir mi?

Kimi zaman yazar ve kitap birbirini destekler, kimi zaman yazar, kitabının başarısına sekte vurabilir. İmaj yönetimi ve paketleme burada çok önemlidir. Bu konuda kesin kurallar yoktur, ama her kitap için hangi mesajın, hangi mecranın hangi görsel bütünlük oluşturularak kullanılacağını doğru saptamak gerekir.

7)Edebiyat editörlüğü bir meslek midir? Öyleyse yeterlilikleri nelerdir?(Bir editörün sahip olması gereken donanım ve özelikler) Bir meslekse, bu mesleğe ilişkin kavramsal bir eğitim söz konusu olabilir mi? (Örneğin;üniversitelerde "Edebiyat Editörlüğü Bölümü" açılmalı mıdır? Böyle bir bölümün öğrenim içeriği nasıl olmalıdır?)

Bir meslek sayılabilir. Bir editörün dili çok iyi kullanıyor olması, çok ve çeşitli okuması, edebiyat kuramlarına aşina olması, klasikleri, modernleri, çağdaşları hem dünya edebiyatında, hem de kendi ülkesinin edebiyatında iyi bilmesi gerekir. Bir metni oluşturan unsurları ve bunların bir bütünlük içinde nasıl çalıştığını, bunların nasıl manipüle edilebileceğini biliyor ve uygulamaya dökebiliyor olması gerekir. Dolayısıyla hem kuramsal, hem de pratik bir bilgi ve beceriden söz edilebilir. Bu haliyle bir “bölüm” açılması fazla iddialı olabilirse de, birkaç farklı ders verilebileceği düşünülebilir.

8)Bir edebiyat editörü için "yetenekli yazar" tamlaması ne anlama geliyor? Bir edebiyat editörü aynı zamanda bir yetenek avcısı mıdır? Edebiyat dergilerini takip ederek, genç yazarları takip eder ve onlara teklif götürür mü?

Tanımlaması zor; bir yandan yazarın kendine özgü bir dil ve kurgu dünyası oluşturması önemlidir, ama bir yandan da bir edebiyat geleneğine eklemlenmesi de önemlidir. Editörlerin en mutlu olduğu anlardan biri, üzerinde çalıştıkları metnin potansiyelini tam anlamıyla ortaya çıkardıkları ansa, bir diğeri de adı duyulmamış bir yazar adayının müthiş ilk kitabıyla karşı karşıya olduklarını anladıkları andır. Edebiyat dergilerinin yeni yazarlara yer verdiği ölçüde, dergi izlemek önemli olur. Bugün için Türkiye’de edebiyat dergilerinin bu işlevi oldukça zayıflamış durumdadır. Buna karşın internet ve bloglar ortaya çıkmıştır.

9)Bir edebiyat editörü satışının düşük olacağını bildiği, ancak yayımlanması gerektiğine inandığı metinleri yayımlamak için ne tür stratejiler kullanır?

Stratejiden kasıt, kitabın piyasaya nasıl sürüleceği, tanıtımının nasıl yapılacağıysa: iyi metin peşinde olan,iyi metin açlığı çeken okurların alışkanlıklarına ve duyarlılıklarına seslenmeyi bilmelidir. Örneğin Hürriyet’in Pazar Keyif ekine değil, Radikal’in Kitap ekine ilan vermelidir. İlanını bir bestseller ilanı gibi değil, metnin kalitesini ve çarpıcılığını, edebi anlamda ciddiyetini vurgulayacak şekilde tasarlamalıdır.

10)Bir edebiyat editörü eline gelen bir metnin ne kadar satacağına ilişkin bir tahminde bulunabilir mi? Nasıl?

Bulunur ve genelde çuvallar. Yayıncılık tarihi görkemli çuvallama hikayeleriyle doludur, örneğin Harry Potter çok sayıda yayınevinden reddedilmiş, en sonunda kitabı kabul eden yayıneviyse yalnızca 1500 adet basmıştı. Bkz. 2. soru.

11)Bir edebiyat metninin edebi niteliği ile satışı arasında bir ilişki var mıdır? Varsa nasıl bir ilişkidir?

Kabaca, ne kadar edebiyse o kadar az satar. Ne kadar uzun cümle kullanıyorsa o kadar az satar. Ne kadar çok noktalı virgül varsa o kadar az satar. Ne kadar az paragraf varsa o kadar az satar. Bunun istisnaları elbette çıkar; zor okunan kitapların çeşitli nedenlerle (moda olması, klasik olması, herkesin okuduğunun düşünülmesi vs) çok sattığı görülmüştür.

12)Edebiyat editörlüğü bireysel bir iş midir, yoksa bir ekip işi midir? Ekip işiyse,ekip kimleri kapsar?İş bölümü nasıl yapılır? Editör yalnızca denetleyici konumda mıdır,yoksa ekip üyelerinin işlerine aktif olarak dahil olur mu?

Editörlüğün kendisi yazar ve editörü kapsar, ama kitabın yayımlanmasını bir üretim süreci olarak ele alırsanız işin içine başka pek çok aktör girer. Metni editöre menajer getirmiş olabilir bir kere. Kitabın editörlük çalışmasının ardından tasarım çalışması yapılması gerekir – kapak çok belirleyici bir unsurdur. Ardından satış-pazarlama ekibinin, kitabın satış potansiyeli konusunda doğru bilgilendirilmesi, ikna edilmesi, heyecanlandırılması gerekir. Halkla ilişkiler bölümünün doğru mecralarda doğru yazılar ve söyleşiler yayımlatması gerekir.

13)Çevirisi yapılacak metinler hangi ölçütlerle seçilir? Çeviren hangi ölçütlerle seçilir? Nasıl denetlenir?

Çeşitli ölçütler vardır yine: iyi metin olması, çok satacak metin olması, yazarın başka kitaplarının yayımlanmış olması, yayınevinin çizgisine uygun olması gibi. Çevirmenler de iyi, hızlı ve güvenilir olmaları bazında seçilir elbette. Çeviri editörü ya da redaktörün işi, çevirinin denetlenmesidir. Metinleri cümle cümle karşılaştırdığı da olur, çok deneyimli ve güvenilir bir çevirmense yalnızca çeviriyi okuyarak, gözüne batan yerlerde karşılaştırmaya gittiği de olur.

14)Edebiyat editörlüğü kişinin geçimini sağlar mı? Ortalama geliri nedir?

Sağlar, çok parlak bir geçim olmasa da. Amerika’da editörler, yazarlardan daha az kazanır, Türkiye’deyse durum genelde tersidir. Editörler, deneyim ve becerilerine, dil bilgilerine, yöneticilik vasıflarına göre ayda 1500-5000 tl arası kazanabilir.

15)Farklı ve çok sayıda baskısı bulunan bir metnin yayımlanma süreci nasıldır? Baskılar incelenir ve tanıtılır mı? Değişiklikler yazardan kaynaklanıyorsa, ilk baskı mı tercih edilir, yoksa yazarın benimsediği son değişiklikler göz önüne alınır mı?

Bu gibi meseleler, “edisyon kritik” kapsamına girer. Duruma göre eski baskılardaki farklılıkları dipnotlarda vermek de bir yol olabilir. Yazarın ölümünden sonra bulunan elyazmalarının tıpkıbasımı yapılabilir, son basımdaki farklılıklar dipnot olarak verilebilir.

16)Edisyon kritik nedir?

Yukarıda kısmi bir yanıt var, ama daha genel bir çerçeve çizilecek olursa, edisyon kritik bir “metin arkeolojisi” çalışmasıdır.

17)Edebiyat editörü unutulmuş yazarları günümüze getirme yeteneği gösteren bir kişi midir? (Rabia Hatun olayında olduğu gibi) Bu mitolojik çalışmayı nasıl yapar?

Bu bir önkoşul olmasa da, iyi bir editörlük çalışması örneğidir. Arkeolojik kazı yapar gibi çalışır, metnin ilk yayımlandığı hali, hakkında çıkan yazıları, bunları kaleme alan kişileri araştırır.

18)Bir yazarın toplu eserlerini yayımlama süreci nasıl bir süreçtir? Editör, yazarın farklı isimlerle (mahlaslarla) yayımladığı ya da dergilerde unutulmuş eserlerini nasıl bulur, toplar?

Mahlasların saptanması için başvurulacak kaynaklar olduğu gibi, dolaylı yöntemler de izlenebilir. Örneğin bir yazarın bir dergi çevresiyle yakın ilişkide olduğu biliniyorsa, o dergide yayımlanmış bazı yazarlar hiç bilinmeyen yazarlarsa, bunlardan birinin tarzı da araştırılan yazarın tarzına çarpıcı ölçüde benziyorsa bu bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Toplu eserlerde sorun, çoğu zaman yazarın kendisinde veya ailesinde tüketici bir liste bile olmamasıdır. Bir başka sorun, zaman içinde yayımlanmış kitaplarda yayıncılık teamüllerinin, sözcüklerin, hatta dilbilgisi ve yazım kurallarının değişmiş olmasıdır.

19)Edebiyat editörü önüne gelen bir metni incelerken, o metinde "Hollywood" senaryolarında olduğu gibi bir uygunluk arar mı? Bir çok satar nasıl yazılır?

Bunu gerçekten bilen biri olsaydı ve bu gerçekten öğretilebilir birşey olsaydı, haberiniz olurdu!

20)Edebiyat editörü, bir metinde nelere müdahale eder? Sait Faik örneğinde olduğu gibi (Kovada Bulut-Havada Bulut) başlık bile bir müdahale olabilir mi?

Adını hak eden bir editör için, sorulmayacak soru yoktur. Burada önemli olan, yazarın güvenini kazanabilmektir, yapılan herşeyin metnin iyiliği için yapıldığına inandırılmasıdır. Dolayısıyla da “müdahale”den çok "katkı”dan söz edilmelidir. Editör, 600 sayfalık bir metni 200 sayfaya indirebilir; romanın başkarakterini değiştirebilir, romanın anlatıcısını değiştirebilir, kitabın adını haydi haydi değiştirir! Bütün bunları yazara rağmen değil, yazarla birlikte yapar, bu da bir ikna ve pazarlık sürecidir.

tüylerin kökeni

charles darwin beagle'a binip galapagoslara gittiği dönemde, nişanlısı sarah elizabeth badinson'ın başlattığı ama deride yanıklar, pişikler ve ileri derecede iltihaplarla başlayan bir enfeksiyon sonucu öldüğü için yayımlatamadığı paralel araştırma programının adı. charles geziden döndüğünde, efendice bir yas süresinin ardından yeniden nişanlanacaktır.

hizmet sektörü olarak yazarlık

"hizmet sektoru olarak yazarlik"tan kasıt: musteri ne istiyorsa onu uretenler, onu satanlar, onu anlatanlar. bir yazarin basina gelebilecek en kotu seyin, okuyucusuna muhtac olmasi oldugunu hep dusunmusumdur, ama bu onun da otesinde birsey, edebiyatin, kendisine yasam hakki taninmayacak sekilde marjinalize edilmesi. ustelik hala meraklisi varken, amerika gibi bir ulkede sayica hic de az degilken. ajanslar, yayinevleri, dagitimcilar ve kitapcilardan olusan bu endustri karsisinda edebiyat yazarlarinin, ya da yazi sanatcilarinin diyelim, cekilebilecekleri son nokta neresi? ressamlar gibi, tekil sanatseverlere manuskrilerini satmak, bunu basaramayanlarin bir sise sarap karsiliginda bakkala yazi hediye etmek zorunda kalmasi mi?

turkiye tabii bu halde degil henuz, ama hizla o yone dogru evriliyor benim gordugum kadariyla. cok ozeniyoruz endustrilesmeye. bir yaniyla dogru birsey bu, bu haliyle de cekilir nane degil cunku bizdeki yayincilik, ama bestseller furyasinin yayinevlerini, yazarlari, dagitimcilari, kitapcilari, okurlari ve medyayi nasil degistirdigini gormek icin ozel bir caba harcamak gerekmiyor.

sanat konusunda devlet desteginden hoslanmiyorum aslinda; gecis doneminde palyatif bir cozum olarak kullanilabilir, kullaniliyor da, ama uzun vadede gercek edebiyatin, ironik ama, yayinevlerinden ve kitapcilardan cekilecegini ve internete siginacagini dusunuyorum. yayinevlerine, kitapcilara ve amazon'a girmeyi basaracak edebiyatcilar yine olacaktir, ama edebiyatcilarin cogu, belki birleserek, belki tekil olarak, urunlerini internet uzerinden gosterecek ve cesitli satis yontemlerini dogrudan kullanacak - e-book konusunda onemli acilimlar bekliyorum onumuzdeki on yilda, evde kitap uretme teknolojisi konusunda da. internetin telefon kadar yayginlasmasini takip edecek bu gelismeler. her halukarda, "yazar" dedigimiz insanin tipolojisi ciddi anlamda degisecek, bir kez daha.

jung-le: masallar, hayaller, filmler

Cengelin Düzeni.

Jung’a ve Tarot’ya merak sarmış, nedensellik bağıyla açıklanamayan eşzamanlı olaylar ve ESP’ye kafa yormuş, bugünkü tanımıyla bilimin, Doğa’yla başa çıkabilmek için onu olduğundan çok daha dar bir tanıma oturtma stratejisi güttüğüne kanaat getirmiş bir mühendis olduğumu itiraf etmekle başlamalıyım belki.

Masalların, dramatik kurguları açısından birbirine benzer özellikler taşıdığını; kahramanın yolculuğu, sınama, güzel kızı/hazineyi elde etme gibi unsurların çoğu masalda bulunduğunu sezmem ortaokul sıralarında, küçük kardeşime Tarık Dursun K.’nın “Deve Tellal, Pire Berber İken” adlı küçümen kitabından masallar okuduğum, kimi zaman da kendi masallarımı uydurduğum dönemde oldu. Propp’un tipolojisiyle ya da Christopher Booker’ın “Seven Basic Plots”ı gibi kitaplarla karşılaştığımda garipsemeyişim herhalde bundandı.

“Düş defteri” tuttuğum yıllarda iki tür rüyadan çok etkilendiğimi gördüm: yankısı hiç kesilmeyen imgelerin (su üstünde uçmak, kaplanla dans etmek vs) ortaya çıktığı rüyalar; girift olay örgüsüyle bir filmi andıran rüyalar.

2006’nın Sonbahar’ında, ilk senaryomu (“7”yi saymıyorum) yazmaya koyulduğumda, bütün bunların kendiliğinden bir araya geldiğine tanık oldum. Filmin hikayesini oluştururken, yukarıda dökümünü yaptığım bagajdan bilinçli olarak yararlanmadım; ama ortaya çıkan ana çatıyı zenginleştirmeye çalışırken, ne zaman arketiplere, arketipsel anlatı öğelerine yönelsem bunların çatıyla rezonansa girdiğini gördüğümde, bu yönde bilinçli bir çaba sarfetmeye karar verdim. Bu da beni yeniden Jung’a, Tarot’ya ve masallara, kahramanın yolculuğuna getirdi.

Kahramanın Yolculuğu.

0. Başlangıçta kahramanı görüyoruz, yola çıkmadan hemen önceki haliyle. Kendisini nasıl gördüğünü ve gösterdiğini görüyoruz; içindeki birşeylerin bununla nasıl çelişebileceğini seziyoruz.

1. Kahramanın koruyucuları, eğitmenleri, yola çıkarıcıları var; ona görevi veren, yanına alacağı çıkınını hazırlayan, zor durumda kaldığında kullanması için gizli gücü olan birşey veren kişiler bunlar. Bazı masallarda bir derviş olabilir bu, bazılarındaysa bir hayvan ya da doğaüstü bir varlık.

2. Kahramanın yol ayrımı. Görev bildirimi yapılan kahraman, kendi özgür iradesiyle yola çıkmaya, kendini görevine adamaya karar veriyor.

3. Ejder. Kahramanın düşmanı meydan okuyor. Güçlü bir düşman bu; hatta kahramanın onunla gireceği çatışmadan sağ çıkma olasılığı neredeyse yok.

4. Kahraman sendeliyor. İlk karşılaşmadan genellikle yenik ayrılıyor; bu noktada iç yolculuğun önemi ortaya çıkıyor – o güne kadar davrandığından farklı davranmalı, kendi içinde birşeyleri değiştirmeli kahraman.

5. Yeraltının karanlık dünyası. Güneş batıyor, kahraman, ölümün sularına yaklaşıyor. Hala geri dönebilir, ama sahte bir rahat olur bu; ya da tehlikeyi ve ölümü göze alıp ilerleyebilir. Muhtaç olduğu kudret, kendi içinde; o kudretin sesini dinlemeyi öğrenmesi gerekiyor.

6. Umut. Kahraman, kendisinden gizlenen sırrı, herşeyin gerçek nedenini anlıyor, kendi kaynağına ulaşıyor. Yıkılacak gibi göründüğü an, onun kurtuluş anı olacak aslında. Burada yeni bir destekçi ortaya çıkabiliyor.

7. Çatışma. Ejderle nihai yüzleşme. Kahraman zafere yaklaşıyor, ama henüz orada değil: adını unutturmaya çalışan periler, çöken yorgunluk, görevin unutulması gibi tehlikeler var. Karanlığı yenmek yetmiyor; kendi karanlığını da yenmesi gerek.

8. Mahkeme. Kahraman, masalın koyduğu koşulları yerine getiriyor. Hiç yenilmeyecekmiş gibi görünen ejderhayı, bambaşka bir düzleme çekerek yenmeyi başarıyor.

9. Güneş. Gece sona eriyor, yeraltından çıkıyor kahraman, iç barışına kavuşuyor. Çocuksu bir saflıktır ulaştığı.

10. Dünya. Murada erme bölümü. Cenneti yeniden buluyor kahraman, bu dünyada.

Masalların Öğrettiği.

Çizmeli Kedi’den Kırmızı Başlıklı Kız’a pek çok masal, insanlar, toplum, ahlak, yaşam gibi konularda çok farklı, hatta çelişkili şeyler söylüyor olabilir; ama hepsinin öğrettiği temel birşey var: nasıl tanımlanırsa tanımlansın hazineye ve zenginliğe ulaşmak, en zor koşullarda bile mümkün, yeter ki insan kendi kısıtlarını görebilsin ve onları nasıl bir sıçramayla aşabileceğini kavrasın.

Film İzlerken.

Masallara, tehlikeleri göze alarak çıkılacak yolculuklara ve dönüşüme duyduğumuz gereksinim yüzünden izlemiyor muyuz bunca filmi?

yerli malı kullanmalı

“coğrafya kaderdir” lafından hiçbir zaman haz etmedim; türkiye'de yaşadığı için kendi kültürünü anadolu kültürüyle sınırlı tutmak zorunda hissedenlerden, ya da yapabileceği tek "sahici" şeyin, bu kültürün çeşitli unsurlarının "yorumlaması" olacağına inananlardan olmadım. coğrafyanın kendisi benim için "yerlilik"e karşılık gelmiyor - nominal olarak istanbul'da geçen şeyler yazdım çoğunlukla, ama şehrin belirleyiciliği hep çok az oldu, bir fondan pek öteye gitmedi aslında. istanbul insanı, istanbul yaşamı, istanbul'a özgü ilişkiler anlatmak gibi bir derdim yok. örneğin zadie smith, "beyaz dişler"de çok ingiltereli bir iş yaptı (nitekim burada hiç tutmadı) - farklı etnik kökenlerden gelen insanların konuşma biçimlerinden başlayarak, "sahici" olmaya çalıştı, başardı da görebildiğim kadarıyla. benim coğrafya seçimim bu anlamda belki işin kolayına kaçmaktır; dünyanın başka bir büyük şehrine aktarılamayacak şeyler yazdığımı sanmıyorum. bu aktarımı bizzat yapmamış olmam, bunun göstermelik bir jestten öteye gitmeyeceğinden korktuğum içindir büyük olasılıkla. 2007'de yayımlanan kitabım "gitmeyecekler için urbino"ysa, italya'nın bu küçük ortaçağ kentine özgü, başka bir yerde olamayacak bir anlatı; urbino da bir fon değil, doğrudan doğruya baş kahraman olarak beliriyor. neden urbino? çeşitli rastlantılar yüzünden; kenti görmeden çok sevmiş olmamdan.

benim yerlilik anlayışım, bu tür "transpozisyon"ları kaale almıyorsa da, yukarıda sözünü ettiğim "kültürel dogmatizm"i alıyor. ama kolay bir konu olmadığının da farkındayım. oğuz atay, madem örnek verdiniz, bence çok yerli bir yazar; tüm o batılı oryantasyonuna karşın. bu onu kötü bir yazar yapmıyor tabii. thomas pynchon da çok amerikalı bir yazar. ikisini de başka bir dile çevirmek zor - yalnızca dil yüzünden değil, kültürel göndermeleri ve duygu dünyaları yüzünden de. pynchon'ın avantajı, tabii ki amerikalı olması ve bizim amerika hakkında fazlasıyla bilgi sahibi olmamız.

bunun öteki yakasında, "sentetiklik" sorunu yatıyor. okuyucu kitlesini genişletmek, evrenselleştirmeye çalışmak, bazı yazarlarda "sahici olamama" şeklinde bir sonuç veriyor, işin içine bir yapaylık katışıyor. bu sanırım biraz, günümüzde mikro anlatıların epik anlatılardan çok daha yaygın kabul görüyor olmasından. ne kadar kişisel olursa o kadar sahici sayılan edebiyat, kendini tanımı gereği "yerel"le sınırlıyor demektir. o yerellik dile de yansıdığında, yerelin sınırları dışına çıkmak bir anda eksponansiyel olarak zorlaşıyor. bu da bir açmaz: dilini sahici kılmaya çalışmak kadar meşru bir yazarlık uğraşı var mı? ama sahicilik yerellikle özdeşleştirildiğinde, "yerli" olmaktan kurtulamıyorsunuz.

faruk ulay bu anlamda ilginç bir örnek. dilinde yerellikten eser yok; ulay, ayrıca hiç yerli bir yazar değil. 25 yıldır amerika'da yaşıyor olmasının bunda payı büyüktür herhalde, ama amerikalı da değil faruk. dili çok stilize bir dil; ama sahici olmadığını da kimse söyleyemez.

banana yoshimoto, bir anlamda açıkça japon, ama bir anlamda da batılı. ondaki yerlilik rahat okunan birşey, sulandırılmış birşey, sanki ehlileştirilmiş çin yemeği gibi. bu da rahatsız ediyor beni. kendiliğinden olmadığını, ölçülü ve kasıtlı yapıldığını, bir pazarlama taktiği olarak yapıldığını vehmettiğim için belki. "sahici" olmak için "yerli" olmaya çalışmak da sahici olmaya yetmiyor yani, tam tersi etkiyi yaratabiliyor.

"ulysses" yerli değil miydi? faulkner yerli değil miydi? cortazar yerli değil miydi? bir anlamda evet: belli bir coğrafyayı yansıtıyorlardı, belli kültürel göndermeleri vardı bu coğrafya ve oranın insanları bağlamında, ama bir anlamda da hayır: bunlar dünya okuyucusu için, anlama ulaşma ve yazınsal haz alma yolunda birer engel oluşturmayan şeylerdi, çünkü bunlara saplanıp kalmıyordu yazarları, bunların ötesinde bir dertleri vardı; dil, tüm karmaşıklığına karşın belli bir saydamlığa, taşınabilirliğe sahipti, bu sayede anlamı ve kültürü taşımayı da başarıyordu (ulysses bile).

meksikalı bir yazar, almanya'da geçen bir roman yazabilir. meksikalılar kendisini bu yüzden eleştirebilir. almanlar kendisini bu yüzden yayımlamaya karar verebilir. bu yüzeysel avantaj ve dezavantajların ötesinde, yapıtının kimlere söyleyecek bir sözünün olduğuna bakmak gerekir yine de; eğer yerel bir okuyucuya sesleniyorsa, kitabın (ve yazarının) yerli olmasında bir sorun yok bence; sözü genişken yerlilik ayağına prangaysa, bunu aşmanın yollarını aramaması bence yazık olur.

salinger - günahını boynunda taşıyan yazar

Salinger’ın ölümünün ardından çok sayıda yazar, kısa-uzun değerlendirmeler yaptı, bunların bir kısmı bizde de yayımlandı. Söz alanlar kabaca iki kategoriye ayrılıyordu: bir yanda Salinger’ın yazdıklarından çok etkilenenler ve hatta onun gibi yazabilmek isteğiyle yola çıkanlar, dolayısıyla Salinger’ın boş bir efsane olmadığını söyleyenler; diğer yandaysa 1960’lardaki eleştirmenlerin yaygın kanısını paylaşanlar, yani Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın konusu ve dili açısından önemli olduğunun kabul edilebileceğini, ama sonraki kitapların “ıvır-zıvır” olduğunu, bir kitap için de bu kadar yaygara koparılmasını anlamsız bulduğunu söyleyenler. Salinger’la lise çağında tanışmış ve çok sevmiş bir okur olarak ilk kategoriye katıldığımı, ikincisine katılmasam da neden öyle dediklerini görebildiğimi söyleyebilirim; ama bir yazar olarak baktığımda, başka bir şeyin kafama takıldığını fark ediyorum. Kısaca şu: Salinger bunu kendine neden yaptı?


“Bu” da şu: “Hapworth”ün yayımlanma tarihi 1965, Salinger’ın ilk öyküsüyse 1940 tarihli; yani 25 yılda yaklaşık otuz öykü ve bir roman yayımlamış, sonra da susmayı seçmiş bir yazardan söz ediyoruz (her ne kadar bu susku sırasında 15 roman yazdığı söyleniyorsa da). Salinger’ın 1951 tarihli Çavdar Tarlası’ndan sonraki verimi, Glass ailesi hikayelerinden ibaret: “Franny”, “Zooey”, “Seymour: Bir Giriş”, “Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar” ve kitaplaşmadıysa da yazarın yayımladığı son metin olması nedeniyle önem taşıyan“16 Hapworth 1924” hep aynı ailenin bireyleri etrafında dönen, giderek bir tür Uzakdoğu mistisizmine odaklanan metinler. Ben de sormadan edemiyorum: neden? Günah değil mi?

Salinger’ın ilk öykülerine baktığımda (bunlardan birkaçı bizde yayımlandı, ama Salinger bu öykülerin kitaplaşmasına hiçbir zaman izin vermediği için hepsini toplu olarak bulma olanağı yok), ben de herkesin gördüğünü görüyorum: genç kuşağa yönelmiş bir bakış, gençlerin konuşma biçimlerine dikilmiş bir kulak. Salinger, İkinci Dünya Savaşı yıllarında gidip Hemingway’i bulmuş, o da “Herifte acayip bir yetenek var” demiş ya, bence onu etkileyen şeylerin başında, Salinger’ın diyalog sanatını o yaşta kusursuzluğa vardıracak kadar iyi becermesi geliyor. Bu dönemde Çavdar Tarlası’nın kahramanı Holden’la ilgili bir öykünün yanı sıra, Glass ailesi üyelerini de yazmaya başlıyor Salinger, ama onları saplantı haline getireceğinin bir işareti bence henüz yok.

Seymour Glass’in intiharını anlatan “Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün” 1948’de The New Yorker tarafından havada kapılıyor, dergi Salinger’a “yazdığın her şeyi önce bize getireceksin” sözleşmesi imzalatıyor; Brigitte Bardot öykünün film haklarını almak istiyor. Çavdar Tarlası da büyük bir başarı ve büyük bir tartışma getiriyor (hem okullarda en çok okutulan, hem de en çok sansürlenen kitaplardan biri oluyor Amerika’da). 1953’te Dokuz Öykü çıktığında, Salinger’ın önünde hala birden fazla yol vardı diye düşünüyorum; ama 1955’te “Franny” ve “Tavan Kirişi”, 1957’de “Zooey”, 1959’daysa “Seymour” çıkıyor. 1965’teki “Hapworth”e kadar hiçbir şey yayımlamıyor Salinger, ama 1961’deki bir söyleşisinde, Glass ailesiyle işinin henüz bitmediğini, bir roman üçlemesi üzerinde çalıştığını söylüyor.

Nedir bu Glass ailesi meselesi? Olağanüstü yetenekli, zeki, duyarlı bir gruptan söz ediyoruz; bacak kadar boylarıyla edebiyat profesörü gibi konuşuyor, önceki-sonraki yaşam hakkında derin düşüncelere dalıyorlar, ama bilmişliklerini asıl insan ilişkileri ve karakter gözlemlerinde konuşturuyorlar. 1953’te, birkaç yıldır Zen Budizme dalmış biri olarak inzivaya çekilen ve inancı gereği aile kurumundan uzak durmaya çalışan bir yazar için, aile ilişkileri, nişanlılık, evlilik gibi konuların bu kadar ağırlıklı olması tuhaf değil mi? Öte yandan, evlenmeden duramadığını, çocuk da yaptığını (ve çeşitli tuhaflıklara imza attığını) göz önünde bulundurmak gerekebilir – belki de Salinger, “dinsel yasak”a rağmen ya da tam da o nedenle bu konulara kafasını takmıştı, bunları yazmadan da edemiyordu.

İşin biyografik tarafı ilginç tabii, ama benim ilgimi çeken asıl şey bu değil. Diyelim ki Salinger “evlilik” olarak özetleyeceğim ama daha geniş bir açılımı olan bir “tema”yı, tüm yapıtının temeline yerleştirmeye karar verdi; bunu neden tek bir karakter kadrosu üzerinden yaptı? Tersinden sorayım: sabit bir kadroya bağlı kalmamanın avantajları neler olurdu? En bariz avantaj, konuyu çok daha farklı yönlerinden, farklı karakterlerin farklı bakış açılarından, farklı olaylar bağlamında ele alabilmesi olurdu herhalde. Glass ailesi o kadar “nevi şahsına münhasır” bir ekip ki, böyle bir çeşitlemeyi olanaksız kılıyor; aile üyeleri “normal” insanlarla temas kurduğunda bile, hikaye normallerin hikayesi değil, Glass’lerin hikayesi oluyor haliyle, çok baskınlar çünkü.

Bir temada derinleşme konusunda da emin değilim aslında – “Hapworth” bu açıdan çeşitli soru işaretleri doğuran bir metin. Bir yanıyla Glass sagasının devamı, ama bir yanıyla da değil – bütün o okuma listesi, kitap ve yazar dedikodularını geçince, belirgin bir Zen varlığı görüyoruz örneğin.

İki adım geri atarsak: Salinger’ın yazısı, Holden’daki otobiyografik öğelerin ağırlığını da katarak söylüyorum, görmeye ve dinlemeye dayalı bir yazıydı, bizde sevilen terimle “yaşanmışlık”ın yazısıydı. İnsanlarla bağlantısını radikal bir biçimde kesmeye yönelen, bir yandan da mistik bir alanda ilerleyen bir yazar, hem içine kapanan hem de dünyevi olandan çekilmeye kararlı bir yazar, 1960’ların, 70 ve 80’lerin gençlerini nasıl konuşturabilir? Onlar hakkında ne biliyor ki anlatsın?

Bu durumla karşı karşıya kalan bir yazar için, “tanıdığı” karakterlerle yola devam etmek, aslında çok makul bir yol tabii. Onları yazdığı sürece, tarihsel anlamda belirli bir döneme, o dönemin deneyim ve duyarlılığına, en önemlisi de diline bağlı kalmasını gerekçelendirmiş oluyordu Salinger. Kendi mistisizmini de yazdığı karakterlere giydirdiği için, bu alanda kafa yorduğu şeyleri kurgusuna yedirmenin yolunu bulmuştu. Kendi kendini köşeye sıkıştırmış, ama o köşeden yine de bildiğini okumayı sürdürebilmişti.

Yine de bu yol, tek yolu değildi. Salinger, yaşadığını ve gözlemlediğini yazan bir yazar olsa bile, ne kadar koyu bir inzivada olursa olsun, 1953’ten 2010’a hiçbir şey yaşamadığını iddia edemeyiz herhalde (pek çok şey yaşadığını da birinci elden tanık anlatılarından biliyoruz); kaldı ki inziva öncesinde de ciddi bir savaş deneyimi var. Belki, diyorum, rivayet edilen 15 romanın arasında yine Glass ailesini konu alanlar vardır, ama başka yollara sapmaya, yazarlığını özgürleştirmeye karar vermiş, bunu denemiş, boynunda taşıdığı günahını yere bırakıp “yeni”nin risklerini göze almış da olabilir Salinger. Bir okuru olarak da, bir yazar olarak da bu olasılık, “aynısının yenisi” Glass hikayelerinden daha çok heyecanlandırıyor beni. Merakla bekliyorum.

çıkarın kağıtları, sözlü!

müslüman olsun olmasın, islam hakkında düşünen/düşünmek isteyen herkesin elinin altında olması gereken bir kitap: kuran ne diyor?

arka kapaktan bazı sorular:
nasıl ceza vermek gerekir?
sözden ve yeminden dönmek mümkün müdür?
zulmedeni bağışlamak gerekir mi? yoksa saldırana saldırmak mı doğrudur?
kadın eşcinselliği, erkek eşcinselliğinden farklı mıdır?
çocuğu ne kadar emzirmek gerekir?
faizin iyisi var mıdır?
gece çalışılabilir mi?
"kulak hırsızlığı"nın cezası nedir?
müslümanlar nerede şarap içebilir?
hangi durumda öğüt verilmelidir?

"19"u yazarken kuran'ı yeniden birkaç kez okumam gerekmişti, her seferinde bana çarpıcı gelen şeylerden biri şuydu: kuran'ın ne dediğini, bugünün insanına, müslümanca bir yaşam sürdürmek isteyen insana ne dediğini anlamak için epey uğraşmak gerekiyor. kuran'da mesel de çok az, yani anlatılan hikayelerden ders çıkarttırma yöntemi de pek kullanılmamış. kitabın büyük kısmını allah'tan neden ve nasıl korkulması gerektiği üzerine uyarılar oluşturuyor; "dini vecibeler" ve islam'ın dünya-evren-ahiret kurgusu anlatılıyor; bir de tabii, bugün "islam alimi" olmayan insanların bir bağlama oturtmakta çok zorlanacağı göndermeler, olaylar, insanlar var.

bütün bunları ayıkladıktan sonraysa, günlük yaşamda müslüman olmak ne demek sorusuna yanıt oluşturan ayetler kalıyor. ben bunları çok ilginç buluyorum, iki açıdan: hıristiyanlık temelli bir ahlakın karşısına, islamiyet temelli bir ahlak konulduğunda, ortaya ne gibi benzerlik ve farklılıklar çıkıyor, merak ediyorum; ikincisi, "müslümanım" diyenlerin, yaşam pratiklerinin ne kadarını doğrudan kuran'a dayandırdığını, ne kadarınınsa ikincil edebiyata dayandığını görmek istiyorum. pek çok müslümanın, kuran'ın ne dediğini doğru dürüst bilmediğini de bizzat sorarak görmüşlüğüm var.

o yüzden bana ilginç geldi böyle bir kitap.

bu iş YAŞ - kurumsal özerklik

evet, tabii, ordu bir devlet kurumu ve yürütmenin denetimine tabi. evet, tabii, ordunun siyaset yapmak gibi bir görevi ve hakkı yok. evet, tabii, hükümet hakkında karşı propaganda yapmak (nihayetinde hükümeti devirmeye çalışmak) suçundan ötürü soruşturulan generallerin kariyeri hakkında hükümet son söze sahip olmalı, hatta bu generaller bizzat hükümet tarafından görevden alınmalı.

bunları söyledikten sonra, bir şey daha söylemek gerek. yürütme erkinin, askeri erk karşısındaki bu son galibiyetine -haklı olarak- sevinenler, yarın örneğin üniversite özerkliği konusunda tutarlı bir tutum sergileyebilecek mi? devletin ordusunun başı ne kadar devlet memuruysa, devletin üniversitesinin başı da o kadar devlet memuru değil mi? üniversitenin özerkliğini istenir kılan ilke, ordunun özerkliğini de istenir kılmaz mı? ordunun kendi başına bir devlet olması bir tehlikeyse, ordunun bizzat yürütme tarafından siyasallaştırılması da bir tehlike değil mi (çünkü ordunun kendi kendine siyasal görev atfetmesi, siyasallaşmanın tek biçimi değil)?

orduya bayıldığımdan ya da militarist olduğumdan filan değil. kantarın topuzu, diyorum.