30.12.23

edebiyat (sanat) nasıl yenir?

Deneysel bir yapıtın “sahici” olduğu nasıl anlaşılır, okurun kendisini aldatılmış hissetmemesi için ne yapılabilir?

Sırf deneysel değil, her türlü edebiyat yapıtına (hatta belki sanata) şöyle yaklaşılabilir bence: a)içeriden bakış, b)dışarıdan bakış. İlk bakış, şu soruyu sorar yapıta: “ne yapmak istiyorsun? nasıl yapıyorsun?” Yazarın kendisine koyduğu hedefi tutturup tutturamadığı, doğru bir yapı kurup kuramadığı, kurduğu yapının tutarlılığı, zenginliği, zorluğu gibi kıstaslar kullanılır burada. İkinci bakışın sorusu ise “bu neden önemli?”dir, ne olmuş der yani; yapıttan dışarı çıkar ve diğer yapıtlarla, dünyanın geri kalanıyla karşılaştırır yapıtı, büyük bağlam içinde değerlendirir ve konumlar. Yazarın tutturduğu hedefin matah bir şey olup olmadığına bakar. Yapılmamışı mı yapmıştır, yapılmış olanı farklı ve katma değerli bir şekilde mi yapmıştır, yeni bir yol mu açmıştır, bir çıkmaz sokağa girmiş ve oranın en iyi ürününü mu vermiştir, çıkmaz sokak sanılan bir yerin önünü mü açmıştır, okuyanlar için dönüştürücü bir deneyim, derin bir içgörüm mü sunmuştur vs.

Bu sorulara çeşitli düzeylerde yanıtlar verilebilir; bu düzeyler, açıkçası, deneyime ve bilgiye bağlıdır. Futbol maçı gibi – ne kadar iyi anlarsan o kadar iyi yorumlarsın; ne kadar çok şey bilirsen o kadar çok şey görürsün. Bunun kestirmesi aslında yok – ikinci elden görüşleri tartar ve birini benimseyebilirsin en fazla.

 “Sanat için sanat” yazarı, “halk için sanat” yapıtı yazabilir mi? “Sanat için”e terfi etmesinin koşulu, “halk için”i başarmak olmalı mı? Yazarın kitlelere karşı sorumluluğu nedir? Okuru düşünerek mi yazmak gerekir?

Bu daha zor bir konu, biraz karışık çünkü.

a)Ben, beni az sayıda insan okusun diye yazmıyorum; çok sayıda insan okusun diye de yazmıyorum; yazarken beni kaç kişinin okuyacağını düşünmüyorum. Bence yazma ediminin dışında kalan bir düşünce bu. Yazarken iyi yazmayı düşünürsün, yapmayı istediğin şey her neyse onu en iyi şekilde yapabilmeyi, kendin okuduğunda midenin kasılmasına yol açmayacak bir şey ortaya koymayı istersin. Ortaya çıkan şeyi kaç kişinin okuyacağı, yayınevinin derdi olmalıdır.

b)Kime neyi kanıtlıyoruz? Bunu neden kanıtlamamız gerekiyor? Picasso’dan manzara resmi yapması istenmiş miydi? Joyce’a, “giriş-gelişme-düğüm-sonuç”lu ve yüz bin satacak bir roman yazmadan Ulysses’in yayımlanmayacağı söylenebilir miydi? Yaratma sürecine tersten, müşteri mantığıyla yaklaşmamak lazım. “Mal” üretenler söz konusu olduğunda doğru bir yaklaşım; “mal” üretmeyenler için değil. Her kitap biraz da maldır elbette, ama bu kitap endüstrisinin problemi, yazarın değil. Bir yandan da sahicilikten söz ediyoruz: Beckett’in Hemingway öyküsü yazmasını istemek, hakaretten öte, adamdan kendisi olmamasını istemek değil mi? Hemingway’i elli milyon kişi okuyor diye, neden norm haline gelsin? Yazarın okura karşı sorumluluğu, evet vardır, ama sonuncu sorumluluğudur (bkz. “kunduracı olarak yazar”).

c)Ben çoksatar yazamam. Yani çoksatar olsun diye başlayacağım şeyi yüzüme gözüme bulaştırırım (kazara çoksatar olursa başka, ama çok düşük olasılık). Stockhausen’dan, çağdaş müziğin en iyi bestecilerinden biri olduğunu kanıtlaması için Madonna tarzında liste başı bir pop şarkısı yapmasını istemenin mantığı yok; ayrıca beceremeyebilir de. O başka o başka.

Bir yazar nasıl beslenmelidir?

Dengeli. “Feedback” çok önemli, ama tehlikeleri de yok değil (bkz. vitamin zehirlenmesi). Aslında sanıldığı gibi işlemiyor olay; kendimden örnek verecek olursam, yazmış olduğum herhangi bir şey hakkında “establishment”tan, yani yazar-çizer-eleştirmen-edebiyatçı tayfasından aldığım “feedback” çok sınırlı. Eşimden dostumdan ve anonim okurdan çok daha fazla dönüş oluyor. Çok şükür ki İngilizce biliyorum, Anglosakson edebiyatını birinci elden, dünya edebiyatını da ikinci elden takip edebiliyorum. Dolayısıyla kendimi ölçmekte kullandığım referans noktaları da bunlar; “yalancı elit”le alışverişim çok sınırlı, beni zaten görmüyorlar.

Bu, “kimin üzerinde etkin var?” sorusunun da yanıtı tabii – yukarıda sözü geçen “elit”in üzerinde değil elbette. 3-5 bin kişilik bir grup olduğunu düşünüyorum okurumun; ortalığa dökülüp herkes beni okusun diye çırpınan yazarlardan tiksinen, kendisini yaptığı işe verip boşluğa salan sakin insanlara saygı duyan, o boşlukta yapıtlarına rastlamaktan, ele geçirmekten haz alan, oldukça kendine özgü bir edebiyat zevki olan bir grup bu. Benden nefret edenler de aynı gruptan çıkıyor – beni fazla kasıntı, sahte vs. buluyorlar, gözüktüğüm gibi olmadığımı, bu görüntüyü imal ettiğimi, bunu da bir pazarlama taktiği olarak yaptığımı düşünüyorlar. Bunların içinde yazan, yazmaya hazırlanan küçümsenemeyecek bir grup olduğunu da görüyorum. İngilizce yayımlanıyor olsaydım, okur grubum herhalde daha büyük olurdu. Şimdi olmaması, daha sonra olmayacağı anlamına gelmez. Sonradan “keşfedilen” o kadar çok yazar var ki. bunu aceleye getirtemezsin, olacağı zaman, eğer olacaksa, olur.

Sonuç itibariyle: Hesap vermekten bahsediyorsak, bir yazarın hesabı, yazdığı kitaptır, başka bir şey değil. Her şey oraya girsin diyedir ve her şey de oradadır.

22.12.23

Seksek (Daha Önce Yayımlanmamış Bir Bölüm) – Julio Cortazar

 Belleğin tuzaklarını, kapanlarını gayet iyi biliyorum, ama bu “bastırılmış bölüm”ün (no 126) hikayesi yaklaşık olarak şöyle:

Seksek bu sayfalardan doğdu; bir roman olarak, bir roman niyetiyle doğdu, çünkü (daha sonra 8. ve 132. bölümler haline gelen) kısa birkaç metin o sırada zaten vardı, bir hikaye etrafında toplaşmaya çalışan metinlerdi bunlar. Bu bölümü bir oturuşta yazdığımı biliyorum, hemen ardından, sonradan “fayans bölümü” olarak adlandırılacak, eşit şiddette bir başka bölüm geldi (kitapta 41 numara). Böylece Oliveira, Talita ve Traveler’ın imgelerinin tanımlandığı, erken bir tür çekirdek ortaya çıktı; birden atılım sönüverdi, acı veren bir duraklama oldu, sonra yine şiddetli şekilde anladım ki hepsini öylece bırakmam, beklemem, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim bir olay örgüsünü geriye doğru katetmem ve sözü geçen kısa metinleri bir çıkış noktası olarak kullanıp, Paris bölümünün tamamını yazmam gerekiyor. 

“Öbür taraf”tan “bu taraf”a hiç çaba harcamadan atladım, çünkü Traveler ve Talita orada, sanki bekliyormuş gibi kalmışlardı, Oliveira da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi oraya onlarla buluşmaya gidiyordu. Sonra bir gün yazmayı bitirdim. Dağ gibi kağıtları yeniden okudum, ikinci bir okumadan sonra eklenmesi gereken bir dolu unsuru ekledim, ardından da temize çekmeye başladım. Sanırım romanın kendisini harekete geçiren bu ilk bölümün fazla olduğunu da o sırada anladım.

Bunun nedeni basit, ama bir o kadar da gizemliydi. Romanı yazmaya başlayalı iki yıl olmuşken, Horacio’nun akıl hastanesindeki gecesinin, bu ilk bölümün “hayali” bir versiyonunda geçtiğini fark etmemiştim; orada da bir mobilyadan bir başkasına iplikler bağlayan biri vardı, Oliveira için olduğu kadar benim için de anlaşılmaz bir törendi bu. Birden, artık eskimiş bu ilk bölüm bir tekrar haline gelmişti, gerçekte tam tersi olsa da. Onu çıkarmam, tüm binanın köşetaşını çekip atmak gibi tatsız bir işi gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Bu gerekli harekette suçluluğa benzer bir duygu vardı, bir tür nankörlük; bir çözüm bulmak mümkün olur mu diye aranmaya başlamam o yüzdendi, temize çekerken Talita ve Traveler’ın –bölümün baş karakterlerinin- adlarını çıkardım, böylece onları kuşatacak hafif bilinmezliğin, akıl hastanesi bölümüyle olan bariz koşutluğu sönükleştireceğini düşündüm. Dürüst bir yeniden okuma, bağlantıların bir santim bile oynamamış olduğunu, törenin benzeş ve mükerrer olduğunu göstermeye yetti, daha fazla düşünmeden köşetaşını çektim, bilebildiğim kadarıyla da bina yıkılmadı.

...Bu sayfalar, beni o sırada olduğum halimle, bir değişim, bir arayış dönemindeki, kuşların uçup gittiği bir dönemdeki halimle cisimleştiren bir kitaba hiçbir şey ekleyemez (ve umarım ondan hiçbir şey eksiltemez).

 

-Julio Cortazar

 

     kalktı çünkü kahvesinin son yudumunu içtikten sonra işareti yapmış ama     ona boş boş bakıp ölüm ilanlarını okumak için gazeteyi almaya gitmişti, kahve içtikten sonra yapılacak şey buydu.     bir an durakladı, sonra da biraz daha kahve yapacağını söyledi, çünkü hala gerçek kahve içmek istiyordu,     ‘nın mavi teneke kutuda çekilmiş kahve kalmamasını mazeret göstererek yaptığı o beyaz sıvıyı değil.     buna aynı beyazlıkta bir bakışla yanıt verdi,     yine o işareti yaptığındaysa gözleri kendilerinin yavaş yavaş indirilmesine izin verdi ve (bir sabah gazetesinde) şöyle birşey aramaya başladılar, Juan Roberto Figueredo (huzur içinde yatsın) 13 Ocak 195  ‘de huzurlu bir şekilde aramızdan ayrıldı, Kilise tarafından kutsandı ve son ayinler yerine getirildi. Eşi, vs. Isaac Feinsilber (huzur içinde yatsın), vs. Rosa Sanchez de Morando (huzur içinde yatsın). Tanıdığı kimse yoktu, bugün yoktu, tanıdığı birine benzeyen ve kuşkulanmaya, soy ağacı çıkarmaya izin verecek tek bir ad bile yoktu işte.     kahveyle döndü ve     ‘nın fincanına kaşık kaşık şeker doldurmaya başladı,     bakmıyordu çünkü gazeteye gömülmüş, Remigio Diaz (huzur içinde yatsın) hakkında yazılanları okuyordu.     sonra      ‘nın fincanını ağzına kadar kahveyle doldurdu, sonra da kendininkini, bir yandan da boştaki eliyle bir sigara paketi çıkarıp ısıracakmış gibi ağzına götürdü, ama bu, diğer sigaralara dokunmadan dudaklarıyla becerikli bir şekilde tek bir sigara çıkarmak içindi.

“Çok uykum var,” dedi    on dakika sonra.

“Öyle haberler okursan,” dedi     , bu sözleri bekliyordu ve ciddi şekilde endişelenmeye başlamıştı.

    narin bir şekilde esnedi.

“Yatak yapılı değil, git tadını çıkar,” dedi     . “Sonra uğraşmak zorunda kalmazsın.”     ona, o işaretleri yeniden yapmasını umarmış gibi baktı, ama     ıslık çalmaya başlamıştı, gözleri tavana sabitlenmişti, daha doğrusu bir örümcek ağına. Sonra     ,     ‘ın yaptığı işaretlere beklenen yanıtla (elini sol kulağının üzerinden, sevecenlik ve uyum işareti olacak şekilde geçirmek)  karşılık vermediği için     ‘ın kendisine bozulmuş olduğunu düşündü ve biraz uyumaya gitti, nefis bir güveç yemeğinden arta kalanları da masada bıraktı.

     üç dakika bekledi, pijamasının üstünü aldı ve yatak odasına girdi.     çoktan uyumuştu, sırtüstü. Sıcak olduğu için hem battaniyeyi, hem de yorganı atmıştı;     ‘ın istediği tam da buydu, bir de    ‘nın o sabah kalktığında üzerinde olan gecelikten başka birşey giymiyor olması. Mavi sabahlık yatağın ucundaydı, kadının ayaklarını örtüyordu,    terliğinin ucuyla sabahlığı tutup bir köşeye şutladı. Kötü nişanlamıştı, sabahlık neredeyse pencereden dışarı uçuyordu, bu da tatsız bir durum olurdu.

          pantalonunun sol cebinden bir tüp Secotine zamkı ve bir yumak siyah iplik çıkardı. İplik parlak ve oldukça kalındı, neredeyse paket ipi kadar.     dikkatli bir şekilde elini pantalonunun sağ cebine soktu ve oradan da bir parça tuvalet kağıdına sarılmış bir jilet çıkardı. Tuvalet kağıdı yırtılmıştı, jiletin kenarı görülebiliyordu. Yatağa oturan     , bir opera parçasını gürültülü bir şekilde ıslıkla çalarak çalışmaya başladı.         ‘nın uyanmayacağından emindi, çünkü çok kahve içtiğinde hep derin bir uykuya dalıyordu, ayrıca uyanması     ‘ı çok şaşırtırdı, çünkü kahvesine yüklü miktarda oxtaline katmıştı. Tersine,     ‘nın uykusu oldukça olağandışıydı; püfleyerek nefes alıyordu, o yüzden her beş saniyede bir üst dudağı bir perde gibi şişiyor, o sırada hava da gürültülü bir püflemeyle altından içeri giriyordu.     bunu, siyah iplikten ne kadar lazım olduğunu göz kararı belirleyip ipliği keserken ıslıkla çaldığı opera parçası için bir ritim olarak kullandı.

Secotine zamkının tüpü, ağzını hem kapamak, hem de açmak için kullanılan yuvarlak toplu bir iğnenin çekilmesiyle açılır, bu da yapımcısının yeteneği hakkında bir fikir verecektir. İğne bir kez çıktığında çoğu zaman tüpün ucunda bir damla belirir, oldukça iğrenç bir maddedir bu, çoktan ünlü olmuş bir kokusu ve belgelenmiş yapışkan özellikleri vardır.     büyük bir dikkatle ve Bella figlia dell’amore’den çeşitlemeler yaparak siyah ipliğin ucunu Secotine’le ıslattı ve     ‘nın üstüne eğilerek, ıslak ucu kadının alnının ortasına bastırdı, ipliğin parmağına yapışmadan alına yapışmasına yetecek kadar bir süre parmağını orada tuttu, yani aşağı yukarı beş saniye. Ardından (tüpü, iğneyi ve iplik yumağını şifoniyerin üstüne bıraktıktan sonra) bir sandalyeye çıkıp ipliğin öbür ucunu, yatağın üstünde asılı olan ve     ‘ın (artık geçmişte kalmış ve yinelenmemiş) yalvarmasına karşın      ‘nın pencereden dışarı atmayı reddettiği avizenin kristal prizmalarından birine yapıştırdı.

İpliğin yeterince gergin olduğuna kanaat getiren      (çünkü insan yapısı şeylerde sarkmalardan nefret ederdi), elinde jiletle yatağın sol tarafına yerleşti ve tek bir hamlede     ‘nın geceliğini koltukaltından başlayarak kesti. Ardından kolu iki yanından, kol ağzına kadar kesti, aynı şeyi öbür tarafta da yaptı. Kol ağızları yılan derisi gibi düşüverdi, ama            geceliğin önünü kaldırıp     ‘yı çırılçıplak bırakma aşamasına geldiğinde       belirli bir ciddiyete bürünerek devam etti.     ‘nın bedeninde onun bilmediği hiçbir şey olamazdı, ama yine de onun bedenini birden karşısında görmek     ‘ın başını her zaman döndürmüştü, her ne kadar Büyük Gelenek bunun etkisini azaltmayı her zaman başarmışsa da. Hiçbir şey, bir bakışta      ‘nın göbek deliği kadar başını döndüremezdi; şekerleme gibiydi, nakledilmiş ama tutmamış bir organ gibiydi, bir davulun içine atılmış bir ilaç kutusu gibiydi.      bu göbek deliğini yukarıdan her görüşünde ağzını çok beyaz ve çok tatlı tükürükle doldurup yavaşça deliğe tükürmek ve onu sıcak, dantelsi sıvıyla doldurmak için karşı konmaz bir arzu duyuyordu. Bunu birçok kere yapmıştı ayrıca, ama şimdi bunun sırası değildi, o yüzden iplik yumağını bulmak için döndü ve önce bazı uzaklıkları ölçüp, ipliği çeşitli uzunluklarda kesmeye başladı. İlk iplik parçasını (çünkü alından avizeye giden parça, hesaba katılamayacak eski bir yemin gibiydi)     ‘nın sol ayağının baş parmağına bağladı; bu parça baş parmaktan tuvalet kapısının tokmağına uzanıyordu. İkinci iplik parçasını ikinci parmağa ve yine kapı tokmağına bağladı; üçüncüsünü üçüncü parmağa ve kapı tokmağına; dördüncüsünü dördüncü parmağa ve meşe şifoniyerin üstündeki bolluk sembolü biçimindeki, üç parçaya ayrılmış oymaya bağladı; beşinci iplikse serçe parmağından, avizenin başka bir kristal prizmasına çekildi. Bütün bunlar yatağın sol tarafında oluyordu.

     , memnun bir halde bir başka iplik parçasını     ‘nın sol dizine yapıştırdı ve otel avlusuna bakan pencerenin çerçevesinin üst kısmına çekti. Tam o anda dev bir kurt sineği açık penceren içeri girip     ‘nın bedeni üzerinde vızıldamaya başladı.     sinekle hiç ilgilenmeden      ‘nın kasığına, sol bacağının üst kısmına ve oradan yine pencere çerçevesinin üst kısmına başka bir iplik yapıştırdı. Karar vermeden önce bir süre düşündü, sonra Secotine tüpünü alıp     ‘ın göbek deliğine, doldurana kadar sıktı. Hemen altı ipliği buraya yapıştırdı ve bunları avizeden sarkan beş kristal prizmaya ve pencere çerçevesine uzattı. Bu yeterli gelmeyince deliğe sekiz iplik daha yapıştırdı, bunları da yedi prizmaya ve pencere çerçevesine yapıştırdı. İki adım geri çekilen (yatak, pencere ve     ‘nın bedeninden pencere çerçevesine uzanan ipliklerin arasında biraz sıkışmış gibiydi)     , bitirdiği işe beğeni dolu bir ifadeyle baktı ve yeterince iyi buldu. Bir sigara daha çıkarıp dudaklarını yakmaya başlamış olan izmaritle yaktı. Birden bir yarım düzine iplik daha kesip bunlardan birini     ‘nın sol meme ucuna, bir tanesini sol koltukaltının kıllarına, bir tanesini kulak memesine, bir tanesini ağzının sol kenarına, bir tanesini de sol gözünün kenarına yapıştırdı. İlk üçünü avizenin kristal prizmalarına çekti, diğerleriniyse pencerenin çerçevesine, ama çok zorlandı çünkü hiç hareket edecek yer kalmamıştı neredeyse. Bunu yaptıktan sonra sol elin her bir parmağına ve aynı taraftaki dirseğe ve omuza iplikler yapıştırdı. Ardından Secotine’in ağzını, bu iş için yapılmış iğneyle kapattı, pantalonunun kıç cebinde büyük bir dikkatle taşıdığı tuvalet kağıdıyla jileti sardı ve her ikisini iplik yumağıyla birlikte, sözü edilen giysinin sol cebine koydu. Hayret verici derecede gergin gözüken ipliklere dokunmamak için büyük bir özen göstererek eğildi, yatağın altına girdi ve tamamen tüy ve tozla kaplı bir şekilde öbür taraftan çıktı. Sokağa bakan pencerenin önünde silkelendi, iş gereçlerini bir kez daha çıkardı, kestiği iplik parçalarını     ‘nın bedeninin sağ tarafında çeşitli yerlere yapıştırdı, genelde sol tarafla bakışımlı olmasına dikkat etti ama arada çeşitlemeler yaptı; örneğin sağ kulak memesine denk gelen iplik, kulak memesiyle tuvalet kapısının tokmağı arasına gerilmişti; sağ gözün kenarından gelen iplik, sokağa bakan pencerenin çerçevesine yapıştırılmıştı. Son olarak (bu işi bitirmek için hiçbir acelesi olmamasına karşın)     oldukça çok sayıda iplik parçası kesip bunlara epeyce bir Secotine sürdükten sonra çılgın bir doğaçlamaya girişti, bunları     ‘nın saçları ve kaşları arasında dağıtıp çoğunu avizenin kristal prizmalarına yapıştırdı, ama yine de bazılarını sokağa bakan pencerenin çerçevesi, tuvalet kapısının tokmağı ve oyulmuş bolluk sembolü için ayırdı.

Tüpü, jileti ve iplik yumağını cebine koyduktan sonra yatağın altına giren      , tuvaletin kapısına gelene kadar yerde süründü. Kapı tokmağına ulaşan ipliklere dokunmamak için çok yavaş bir şekilde ayağa kalkıp yapıtına memnuniyetle baktı. Pencerelerden sarımsı, oldukça pis bir ışık geliyordu, örneğin karşıdaki boyası dökülen duvarın yansıması gibi; suratında keyifli bir ifadeyle birşeyler emen bir bebek resminin kalıntıları duruyordu duvarda hala; ama boya şeritler halinde dökülmüştü ve bebeğin ağız yerine morumsu bir yarası vardı, alttaki oldukça kekeme harflerle övülen ürün için pek de iyi bir reklam sayılmazdı bu. Sokak korkunç dardı ve bir taraftaki pencereler öbür taraftan en fazla bir buçuk metre uzaktaydı. O sırada     ‘nınkisi dışında tek bir pencere açık değildi, ama     o saatte büyük olasılıkla orada olmazdı, ya da uyuyor olurdu. Sinek    ‘ı çok sinirlendirmeye başladı, sineği pencereden kışkışlamak isterdi, ama bunu yapabilmek için yatağın ayak ucuna ilerlemesi ve elini avizenin hizasında sallaması gerekecekti, bu da o yöne çekilmiş çok sayıdaki iplik yüzünden imkansızdı.

“Çok sıcak,” diye düşündü     , alnını elinin tersiyle silerek. “Gerçekten korkunç sıcak.”

Aslında panjurları indirmeyi isterdi, ama iplikler arasında ilerlemenin güçlüğünden tümüyle bağımsız olarak,      ‘nın bedenini tam bir netlikle görmesi için gerekli olan ışık gelmezdi o zaman.      ‘nın çıplaklığı, fondan keskin bir şekilde ayrılıyordu, sırtüstü yatakta yattığı için değil, siyah iplikler her yerden toplanıp onun üstüne düşüyormuş gibi gözüktüğü için. O kadar gergin olmasalar yaratacakları toplam etki tümüyle karman çorman olurdu, bu yüzden     kendini el becerisinden ötürü kutladı, her ne kadar doğal olarak zor beğenen ruh hali yüzünden, pencere çerçevesinden sağ gözün kenarına giden ipliğin biraz gevşek olduğunu fark etmek zorunda kaldıysa da. Bir an için     ‘nın hareket ettiğini, gerilimlerin genel dengesini değiştirdiğini düşündü, ama ipliklerin tümüne bakması, bu olasılığı reddetmesi için yeterli oldu. Ayrıca     ‘nın kahvesine koyduğu uyku ilacı miktarı,     ‘nın gözlerini kırpmasına bile izin vermezdi.      en gevşek ipliğin oraya kayarak gidip gerginleştirmeyi düşündü, ama büyük olasılıkla onunla pencere çerçevesinde birleşen ipliklerden bazılarını bozacaktı. Sonuç olarak işin iyi olduğuna ve biraz dinlenip bir sigara daha içebileceğine karar verdi.

Sekiz dakika sonra izmariti pencereden sokağa fırlatıp, olduğu yerden ayrılmadan giysilerini çıkardı. Uzun, ince bedeni bir gravürden çıkmış gibiydi (     bunu sık sık söylerdi). Her ne kadar     onu göremese de,     anlaşmış oldukları işareti yaptı ve bir otuz saniye boyunca yanıt bekledi. Sonra yatağa yanaşmaya başladı, yavaş yavaş, sonsuz bir özenle, tuvalet kapısının tokmağına giden ipliklere değmemeye çalışıyordu. Bunu yapabilmek için her gerektiğinde eğilip kalkıyordu, sonunda yatağın tam ayak ucuna geldi,     ‘nın iki ayağı ve kendi bedeninin oluşturduğu üçgeni kapattı.     gözlerini açıp ona bakmaya başlayana kadar bir süre bekledi.      ‘nın onu gördüğünden emin olunca (çünkü bazen bilinçsizlik durumu uyandıktan birkaç dakika sonrasına kadar devam ediyordu) bir parmağını kaldırdı ve ipliklerden birini işaret etti.      ‘nın gözleri iplikler boyunca gidip geldi, kaşlarından ve gözlerinin kenarlarından çıkanlardan başladılar ve tüm bedenini boylu boyunca taradılar. Avizenin kristal prizmalarına uzanıp çıkış noktalarına geri geldiler; yeniden başlayıp avluya bakan pencereye uzandılar, sonra dönüp bir dizde ya da meme ucunda duraladılar; sokağa bakan pencereye giden siyah yolu izleyip yeniden kasığa ya da ayak parmaklarına döndüler.     kollarını kavuşturmuş bekliyordu,     ‘nun mavi dönem resimlerinden çıkmış gibiydi tam.

    iplikleri gözden geçirmeyi bitirince, iç geçirmeye benzer birşey göğsünü şişirdi ve dudaklarını kabarttı. Dikkatli bir şekilde sağ kolunu oynattı, ama avizenin kristal prizmalarının şıngırdadığını duyunca durdu. Kurt sineği ağır ağır uçuyordu, ipliklerin arasından kayıyor,     ‘nın karnının etrafında dönüyordu, tam     ‘nın     kabartısına konacaktı ki tavana doğru yükseldi ve kartonpiyerlerden birine yapıştı.     ve     onun uçuşunu yorgun bir ilgiyle izledi; sineğin tavana tamamen orada kalmak niyetiyle konduğundan emin olana kadar da birbirlerine bakmadılar.

     bir dizini yatağğın kenarına koydu, başını eğdi ve onu kıpırdamadan izleyen     ‘ya doğru eğilmeye başladı. Öbür diz de yatağın kenarında belirdi, gövdeyse yatay bir şekilde ilerliyordu, ellerden biri, tam     ‘nın bacaklarının arasından döşeği kavramaya çalıştı. İpliklerle çevriliydi, ama hareketleri öyle ince hesaplanmıştı ki dizlerinden birini kaldırıp döşeğe koyduğunda tek bir tanesine dokunmadı bile: ardından ikinci diz, öbür elle birlikte geldi,      dizlerinin üstünde,      ‘nın bacakları arasında bir yay gibi gerilmiş duruyordu, hızlı hızlı nefes alıyordu çünkü manevrası yavaş ve zor olmuştu, baldırları ağrıyordu, hala yatağın kenarında duruyordu.

     başını kaldırıp     ‘ya baktı. İkisi de terliyordu, ama     saydam ter damlacıklarının oluşturduğu ince bir ağla sarılıyken,      ‘nın hem yüzü, hem de omuzları tere batmıştı, oysa göğüsleri ve karnı kuruydu.

“Birisi işareti yapıyor, ama öbürü bulutlarla oynuyor,” dedi     .

“Bulutlar da bir yanıttır,” dedi     .

“Başkasının lafı.”

“Tam sana layık.”

     bekledi.

“Sonunda becerdin,” dedi     . “Aylardır beni bunun için hazırlıyordun. Önce bana boktan şeyler ezberleyip okumayı, bir Tibet kadını gibi dans etmeyi, bir Eskimo gibi yemek yemeyi, bir köpek gibi sevişmeyi öğretme saplantınla. Sonra beni tırnaklarımı kesmeye zorladın, dolu yağdığı o gün beni sokağa attın, kızılötesi bir lambası olan tahta bir kutunun içine kilitledin, bir pul albümü aldın bana. Bunlar hiçbir şeydi.”

“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun,” dedi     , o kadar alçak bir sesle söyledi ki bunu,      şaşırmışçasına gözlerini açtı. “Benim aşkım bu yumruğun içinde sıkı sıkı tutuluyor, paramparça ediliyor, kırılıp dökülüyor, vınlayan bir top haline gelene kadar, cebimden çıkarıp yakmak için, dövmelerle bezemek için bedeninin yanına koyabileceğim portatif bir yıldız haline gelene kadar. Sana işaret yaptığımda hiç yanıt vermiyorsun, yıldız bacaklarımı kızartıyor, kaburgalarımın üzerinden Sargasso Denizindeki bir fırtına gibi geçiyor, Kraken’in yüzdüğü, binlerce denizanasının gecenin içinde yavaşça döndüğü, fosfor ve plankton banyosunda çifleştiği o varolmayıştaki bir fırtına gibi.”

“Bütün bunlar da benim suçum, öyle mi?”

“İplikleri oynatacaksın,” dedi     . “Ağzını oynattığında iki ipliğin konumu değişiyor.”

“Nedir bu iplikler?” dedi     .

“Ne demek nedir bu iplikler?” dedi     . “Yarım saat uğraştım, her tarafım tüy, toz oldu. Yatağın altını hiç süpürmüyorsun. Daha da beteri, odayı süpürüp pisliği yatağın altına saklıyorsun. Şimdi keşfettim bunu. Benim aşkım da böyle, biraraya gelen, birleşen, kaynaşan, birbirine yapışan ufak tefek parçalar gibi. Ama ben terliyorum, pislik terlemiyor.”

“Sanki yüz yıl uyumuş gibiyim,” dedi     . “Ne kadar uyudum,     ?”

“Yüz yıl,” dedi     .

“Çokmuş, yüz yıl.”

“Uyanık kalan için, evet.”

“Korkunç sıkılmışsındır.”

“Kesinlikle,” dedi     . “Sen uyuduğunda dünyayı da yanında götürüyorsun, bense perspektif çizgilerinin kestiği bir tür hiçlikte kalıyorum. Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor.”

O yüzden böyle oyunlar oyu,nuyorsun,” dedi     , ipliklere bakarak.

“Bu oyun değil,” dedi     . “Çırılçıplak birbirine bakmak.”

“Yemin ediyorum,” dedi     . “Galiba işareti görmedim.”

“Tabii ki gördün.”

“Görseydim yanıt verirdim. Seninle uyanık olmayı tercih ederim.”

“Açıklamalar arıları emzirmeye hiçbir zaman yetmemiştir,” dedi     .

“Belki de gördüm ve karşılık vermedim, ama bunun nedeni havanın sıcaklığıydı, hem sonra yatmadan önce bulaşıkları yıkamam gerekecekti.”

“Önce bulaşıklar,” dedi      . “Mükemmel bir ilke. Kimbilir kaç bıçaklamanın altında hiçbir hakimin kabul etmeyeceği bu özür yatıyordur. Göğsümü yalamaktansa küçük ve çalışkan bir sümüklüböcek gibi bulaşıkları yalamayı yeğlersin. Dört ya da sekiz şeklinde bir iz bırakırsın. Hatta daha da iyisi, yedi şeklinde bir iz, kutsallıktan sarhoş olmuş bir sayıdır ya. Ama hayır, önce bulaşıkları yalayacağız, Kraliçe Victoria da öyle derdi, Önce bulaşıkları yalayacağız.”

Ama çok pisler,     ,” dedi      . “Mutfakta en son on beş gün önce birşey yıkadık. Kirli tabaklarda yemek yediğimizi fark ettin sen de, böyle devam edemeyiz.”

“İplikleri bozuyorsun,” dedi      .

“Şimdi bana işareti yapsan, şu anda bile...”

Bir ıslık duyuldu, S biçimindi. Sokağa bakan pencereden geliyordu.

     bu,” dedi     . “Beni çağırıyor.”

“Dışarı eğilmeden önce üstüne birşey giy,” dedi     . “Çıplak olduğunu hep unutuyorsun.”

“Ben hep çıplağım. Bunu unutan sensin.”

“İyi öyleyse,” dedi     . “Ama en azından pijamanın altını giy. Peki ben ne kadar böyle kalacağım?”

“Bilmiyorum,” dedi     . “Önce gidip bir      ‘e bakayım, ne istiyor diye.”

“Birşey almak içindir, eminim. Bir sigara, kibrit, öyle birşey.”

“Bağımlılığı var.”

“Ama sen de onu koruyorsun.”

“Eh, normal insanları koruyacaksan....”

“Doğru,” dedi     . “ne e olsa     iyi bir adam. Baksana nasıl ıslık çalıyor. Islık çalışı inanılmaz. Ben denesem ağzım paramparça olurdu.”

     simyacı,” dedi     . “Havayı bir cıva şeridine dönüştürüyor. Kahretsin, kafayı yemiş.”

“Baksana bir ne istiyormuş? Bu ipliklerle pek rahat değilim ben.”

     bir süre sessiz durup      ‘nın sözlerini düşündü.

“Biliyorum,” dedi. “Seni bırakayım da şu bulaşıkları yıka istiyorsun.”

“Vallahi istemiyorum. Burada seninle kalırım. İşareti yaparsan yemin ederim ki...”

“Orospu, orospu, seni orospu,” dedi     . “İşareti yaparsam, öyle mi? Şimdi gelmiş, işareti kullanarak barışmak istiyorsun. İşaretten baba ne, sen uyurken seni nasıl olsa becermişsem? Şimdi bile tek yapmam gereken şey bir yarım metre kaymak, bu nefis kara ağın içinden, bu kadırganın yelken ipleri arasından bir martı gibi geçmek ve bir hamlede içine girip sana çığlık attırmak, çünkü beklemediğin bir anda içine girdiğimde hep çığlık atıyorsun. Sen de istiyorsun, son beş dakikadır kokunu alıyorum ve fena halde istediğini biliyorum, kullanılmış bir eldivene elimi sokar gibi sokabilirim sana, çiftleşme konularında uzman olanlar tarafından önerilen mükemmel nemlik derecesindesin, seni azgın deniz salyangozu seni.”

“Ben uyurken yaptın mı gerçekten?” dedi      .

“En kusursuz şekilde hem de, ama bunu asla anlayamazsın sen,” dedi      , ipliklere derin bir beğeniyle bakarak. “İşaretin, pis mutfağının ve herşeyden çok da senin hayvani arzularının ötesinde. Ses çıkarma, ipleri oynatıyorsun.”

“Lütfen,” dedi     ,”gidip      ne istiyormuş bak, sonra panjurları indirip bana gel. Yemin ediyorum hareket etmeyeceğim, ama çabuk ol.”

     bir kez daha sessizce düşündü       ‘nın sözlerini.

“Belki,” dedi. “Hareket etme. Seni havluyla biraz sileyim mi? Kakım gibi terlemişsin.”

“Kakımlar terlemez,” dedi     .

“Su gibi terlerler hem de,” dedi     .

Barışırken hep kakımlardan söz ederlerdi.

“Şimdi sorun buradan nasıl çıkacağımda,” dedi      . “O kadar çok iplik var ki birine çarpabilirim, geri geri giderken de altıncı hissin ileri giderkenki kadar güçlü olmaz. İnsanın ileri gitmek için yaratılmış olması inanılmaz birşey. Arkadan birer hiçiz. Geri viteste giderken en acarı bile ilk vites değişiminde bir posta kutusuna geçirir. Bana yol göster. Önce şu bacağı çıkarıp şu dizi yatağın kenarına koyacağım.”

“Biraz daha ileriye, sağa doğru,” dedi      .

“Galiba ayağımla bir ipliğe dokunuyorum,” dedi     , arkasına bakıp hareketini düzelterek.

“Şöyle bir değdin, o kadar. Şimdi öbür dizini çıkar, ama yavaş yavaş. Çok güzel görünüyorsun, ter içinde. Pencereden gelen ışık da seni yeşile boyamış gibi. Küflenmiş birşeye benziyorsun, yemin ederim. Hiç bu kadar güzel görünmemiştin bana.”

“İltifat etmeyi kes de yönlendir,” dedi      , hiddetle. “Sence ayağımı yere mi koyayım, yoksa kayarak mı ineyim? Öyle yaparsam inciklerim soyulacak, bu yatağın kenarı çok keskin.”

“Önce sağ ayağını yere koy,” dedi     .”Mesele şu ki yeri göremiyorum; hareket bile edemezken seni nasıl yönlendireceğim?”

“Tamam,” dedi     . “Şimdi yavaşça eğilip geri geri gideceğim, santim santim, tıpkı      ‘ın romanlarındaki gibi.”

“O uğursuz kuşun adını anma,” dedi      .

Bir bataklık timsahı gibi sürünen      , pencere çerçevesine giden ipliklerin altından yavaş yavaş geçti. Bir daha      ‘ya bakmadı, şifoniyerdeki bolluk sembolünü incelemeye verdi kendini, bolluk sembolünden bir ayak parmağına ve      ‘nın saçına ve kaşlarına giden ipliklerin üstesinden gelme sorununa yoğunlaştı. Bu şekilde ipliklerin çoğunun altından geçti, ama sonuncusunun üstünden atladı. Ancak o zaman, eli tokmaktayken dönüp baktı      ‘ya, uyuyor gibiydi. Pencereye gitmek yerine kapının yanında durmakta olduğunu fark etti, buradan ipliklere dokunmadan yatağın başucuna ulaşmak kolaydı. Parmak uçlarında       ‘ya yaklaşıp saçına üflemeye başladı. İplikler titreşti, kristal prizmalar şıngırdadı.

“Buraya gel,” dedi      , çok alçak bir sesle.

“Yoo, olmaz,” dedi      , uzaklaşarak. “Sana işaret yaptım, yanıt vermedin.”

“Gel dedim, çabuk buraya gel.”

      kapıya doğru baktı.       güçlükle nefes alıyordu, siyah iplikler kanını emiyordu sanki. Son bir kristal prizmanın billur sesi duyuldu, sonra da öğlen uykusunun sessizliği. Karşı evden korkunç bir ıslık yükseldi, alt kattan da birinin gaz çıkarmasına benzer bir yanıt geldi.

“Şahane bir osuruk yolladılar bizimkine,” dedi      .”Gerçekten hak ediyordu ama.”

“Lütfen buraya gel,” diye yalvardı     . “Seni böyle beklemek çok acı veriyor, ölecek gibi oluyorum. Bu akşam sana kim et pişirecek sonra?”

       kollarını açtı, derin bir nefes aldı ve yatağa atladı, bir kol hareketiyle bütün iplikleri süpürdü. Kristal prizmaların çıkardığı gürültü,    ‘ın yatağın öbür tarafında yere atlamasının sesiyle ve iki eliyle karnını tutan      ‘nın çığlığıyla çakıştı.       ,        ‘ın üstüne düşüp onu ezdiğinde, tüm ağırlığıyla üstüne yüklendiğinde, onu ısırdığında ve –meye başladığında       hala acıyla çığlık atıyordu. “Göbek deliğim çok acıyor,” demeyi başardı     , ama      onu duymuyordu, sözcüklerden çok uzaktaydı. Odanın havası iyiden iyiye Secotine kokmaya başladı, kurt sineği de sallanan avizenin çevresinde uçmaya koyuldu. Siyah iplik parçaları her tarafta böcek bacakları gibi oynuyordu, yatağın kenarından aşağı düşüyor, birbirlerinin üstünden geçiyor ve kopuyorlardı.

İplik parçaları     ‘ın ağzına burnuna girmişti, bir tanesi ensesine dolanmıştı,     ise ellerini neredeyse bilinçsizce hareket ettiriyordu, okşamaları, her tarafından çıkan ipliklerden kurtulmak için umarsızca elini kolunu oynatmasına karışıyordu. Bütün bunlar neredeyse sonsuza kadar sürdü, bolluk sembolü yere düşmüş ve üç yerinden kırılmıştı, parçalardan biri daha büyüktü, diğer ikisi neredeyse aynı boydaydı, bu da altın orana uygundu.


İngilizceden çeviren: Cem Akaş

18.12.23

çağdaş türk edebiyatının kırk odası

bu türden bütün listeler özneldir ve eksiktir elbette, ben bile bambaşka kırk kitapla ikinci bir eşdeğer liste yaparım, ama türk edebiyatı neleri denemiş, nerelere gitmeye çalışmış diye düşünerek yaptığım "çağdaş türk edebiyatının kırk odası" listem aşağıdadır. bu bir en iyi/en sevdiğim kitaplar listesi değil, hangi doğrultuda hangi mesafeler alınmış onu kafamda netleştirmeye çalıştım. meraklısına.


Kemal Bilbaşar – Cemo

Feyyaz Kayacan – Bütün Öyküler

Yaşar Kemal – İnce Memed

Vüs’at O. Bener – Buzul Çağının Virüsü

Leyla Erbil – Tuhaf Bir Kadın

Tomris Uyar – Gecegezen Kızlar

Sevgi Soysal – Tante Rosa

Hulki Aktunç – Bir Çağ Yangını

Yusuf Atılgan – Anayurt Oteli

Ahmet Hamdi Tanpınar – Saatleri Ayarlama Enstitüsü

İhsan Oktay Anar – Puslu Kıtalar Atlası

Bilge Karasu – Gece

Murathan Mungan – Kırk Oda

Füruzan – 47’liler

Adalet Ağaoğlu – Ölmeye Yatmak

Ali Teoman – Uykuda Çocuk Ölümleri

Aslı Erdoğan – Mucizevi Mandarin

İlhami Algör – Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Latife Tekin – Sevgili Arsız Ölüm

Murat Gülsoy – Sevgilinin Geciken Ölümü

Ayfer Tunç – Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

Hikmet Hükümenoğlu – Körburun

Sevim Burak – Yanık Saraylar

Orhan Pamuk – Kara Kitap

Oğuz Atay – Korkuyu Beklerken

Şule Gürbüz – Kambur

Süreyyya Evren – Viyana Nokta

Murat Uyurkulak – Tol

Murat Menteş – Dublörün Dilemması

Ayhan Geçgin – Son Adım

Barış Bıçakçı – Sinek Isırıklarının Müellifi

Mahir Ünsal Eriş – Olduğu Kadar Güzeldik

Afşin Kum – Sıcak Kafa

Şebnem İşigüzel – Ağaçtaki Kız

Perihan Mağden – Haberci Çocuk Cinayetleri

Metin Kaçan – Ağır Roman

İlhan Durusel – Süslü Nesir / Selçuklular İçin Güzel Sözler

Fatih Özgüven – Bir Şey Oldu

Faruk Ulay – Tuhaf İnsanlar Zamanı

19.11.23

neden 7?

(Bir okurumdan gelen "Sevgili Cem Akaş sana 7 isimli kitabını yazdıran motivasyon tam olarak neydi? Bunu benimle paylaşırsan belki kitabı bitirmek için motive olabilirim ben de." mesajına yanıt olarak, "7"yi yazarken beni kurcalayan bazı soruları şöyle sıraladım:)

Bugün bir din kurulsa nasıl kurulur?

Atanan peygamber, dinin saçmalığını farkedip peygamber olmaktan vazgeçerse ne olur?

Kutsal metin nasıl yazılır?

Bir ilişki, iktidar-aşk-seks eksenlerinde nasıl izlenir?

Seksin grafik anlatımı edebiyata nasıl dahil edilebilir?

Zamanın akışı romanda nasıl bozulabilir?

Yazarın kendi kurgusuyla ilişkisi o kurgunun parçası haline getirilebilir mi?

Yardımcı karakter kendisini ana karakter haline getirebilir mi?

Karakterlerin duygu ve düşüncelerini vehmetmeden, yani gerçek hayatta olduğu gibi söz ve davranışlardan çıkarsamak zorunluluğu olursa romanda psikolojik derinlik nasıl sağlanabilir?

Sağlanabilirse bu bizi sinematografik anlatıma ne kadar yaklaştırır?

18.11.23

EEH!

 

Feyyaz Yiğit ve Pınar Sabancı’ya

 

 

Devrimci bir ekip var – Başlarında Mucip ve Su. Mucip siyasal bilimci, Su’ysa devlet ihaleleriyle çok büyümüş bir inşaat şirketinin sahibinin kızı – asıl kafası çalışan ve parayı bulan, insanları, etkinlikleri örgütleyen Su; Mucip onun üniversiteden arkadaşı ama daha çok durmayı, hareket edilecekse öncesinde onu didik etmeyi, mümkünse de hareket edilmeyecek noktaya ulaşmayı seven bir adam, dolayısıyla bu iş için tuhaf bir ikililer. Duru güzel ve sağlıklı görünüyor, Mucip döküntü, kilolu, kirli sakallı. Çok baskıcı bir rejimde yaşadıkları için devrim yapmak elbette yasak, itiraz etmek bile yasak.

Mucip’le Su, son ana kadar kimsenin anlamayacağı ama o son an geldiğinde herkesin coşkuyla katılıp otoriter Başkan’ı devirmek üzere eylemlere girişeceği bir darbe planı yapıyor. “EEH!” adında bir sağlıklı yaşam platformu kuruyorlar – Enerji, Esneklik, Hareket Platformu bu, ama tabii halkın “yeter artık!” şeklindeki çok yaygın ama sessizliğe mahkum bırakılmış tepkisini de barındırıyor.

EEH çok güçlü bir televizyon ve sosyal medya (ve var olduğu kadarıyla basılı medya) kampanyası yürütüyor ve hep, sağlık ve uzun ömür mucizesinin açıklanacağı “dev gün”e oynuyor. Bu kampanya, otoriter Başkan’ın da ilgisini çekiyor – 80 yaşlarında, iki büklüm, genellikle tek kelimeyle konuşan, mendebur suratlı bir adam bu, sürekli altına işiyor fakat bunun önlemi alınmıyor – “Başkan’ın uğruna ölürüm” diyen çok geniş halk kitlesinin ve öyle görünmek isteyen ya da zorunda kalan daha dar bir kitlenin benimsediği bir hareket haline gelmiş bu. Herkes her yerde işiyor, herkesin pantolonunun önü ıslak, hatta bu leke bir bağlılık simgesi olarak da görselleştirilmiş, amblemi yapılmış, kurt ya da rabia işareti gibi paylaşılıyor. Su’nun babası Başkan’ın yakınına girmeyi başarmış bir iş adamı olduğu için EEH Başkancı medyadan da büyük destek alıyor, ülkenin her köşesine ana haber bültenlerinde bile ulaşıyor.

EEH’in planı, “dev gün”ün akşamı ülkenin doğusundan batısına yedi şehirde, gökyüzünde “EEH!” yazan iha’lar havalandırmak, sonra da bunları başkente, Başkan’ın sarayına yönlendirmek, daha doğrusu yönlendiriyormuş gibi yapıp belli bir süre sonra Ankara’nın çevresinden yeni bir iha takımını uçurmak, böylece hem yolculuk süresini kısaltmak, hem yolda bir kaza olma olasılığını ortadan kaldırmak, hem de iha’ların hızı üzerinden EEH’e hayranlık kazandırmak. Su’nun sosyal medya ekibi, iha’ların gerçekten İstanbul, İzmir, Antalya, Mardin, Ağrı, Artvin, ve Samsun’dan yola çıktığını ve Ankara’ya kadar gerçekten gittiklerini gösteren videolar üretiyorlar.

İha’lar saraya ulaşıp her yanını sardığı anda Mucip, yeri gizli tutulmuş bir hangarda ya da atıl bir fabrikada, epik bir konuşma yapacak ve halkı sokaklara çağıracak, Başkan’dan ancak hep birlikte hareket edilirse kurtulabileceklerini, pantolonuna işeme meselesinin de artık bokunun çıktığını anlatacak, konuşma 81 ilin sokaklarında naklen yayımlanacak. EEH’in kendi kadroları da ülkenin her yanında sokaklarda çeşitli provokasyonlarla halkı ayaklanmaya teşvik edecek. Mucip’le Su, ayaklanma başladıktan sonra yaşatılmayacaklarını biliyorlar, bu yola baş koymuşlar.

Başkan’ın yanından ayırmadığı adamlarından biri olan, Başkan’ın köyden arkadaşı, parayla pulla ilgilenmeyen, tek gözü kör Edibali, başından beri EEH’ten hoşlanmıyor, burun büküyor, hatta bu işin altından başka bir şey çıkacağını Başkan’a söyleyip duruyor ama Başkan pek dinlemiyor. İstihbarat birimleri Ankara çevresinden kalkan iha’ların Saray’a ulaşacak bir rotada ilerlediklerini belirleyince Saray karışıyor. Kimseden izin alınmamış, devletin haberi yok – bu fazlasıyla küstah bir hareket ve izin verilmesi mümkün değil. Edibali söylenip duruyor. Başkan Su’nun babası Haşmet’i aratıyor ama onun da hiçbir şeyden haberi yok, Başkan’ı yatıştırmaya çalışıyor ama Başkan telefonu suratına kapatıyor, mendebur suratından “İndirin!” emri çıkıyor. İha’ların hemen hepsi saraya ulaşamadan güvenlik güçlerince indiriliyor, yalnızca bir tanesi saraya yaklaşabiliyor, onu da ateş etmeden alıyorlar. Başkan “Getirin!” diyor, iha’yı başkanın huzuruna çıkarıyorlar, Başkan sinirleniyor, “İkisini!” diye bağırıyor.

Mucip bu sırada eski fabrikada, konuşmasının hazırlıklarını yapıyor, epey gergin; Su ise ışıkları söndürülmüş lüks bir ofiste, küçük bir ekiple edit ve yayın işleri için hazır bekliyor. Bir hareketlenme oluyor fabrikadaki çekim ekibinde, herkes önce ufak ufak, sonra seri adımlarla fabrikayı terk ediyor gibi. Mucip durumun farkında değil; birisi yanına gelip “Hocam ekipler geliyormuş haberiniz olsun,” diyor, ama Mucip “İyi iyi,” diyerek konuşmasının provasına devam ediyor, kendi yazdıklarını eleştiriyor, “Bu böyle mi söylenir ya, ne biçim laflar ediyorsun Mucip ya, bu ne?” diyerek kendisine yükleniyor.

Bir anda fabrikanın içi çevik kuvvetle doluyor, Mucip ne oluyor diyemeden paketliyorlar, helikoptere tıkıyorlar, Su da aynı şekilde derdest edilip aynı helikoptere bindiriliyor, saraya götürüyorlar. Mucip, Başkan’ın karşısına çıkarıldığında korkudan pantolonuna işiyor ama Başkan bunu bir saygı işareti olarak alıyor ve suratı biraz yumuşuyor. “Anlat,” diyor Mucip’e. Mucip de hiç siyasi devrim meselelerine girmeden, enerji, esneklik ve hareket temelli yeni sağlık mucizesini anlatmaya başlıyor hiçbir şey olmamış gibi, tam inkarla. Edibali bir süre sonra müdahale ediyor, “Yeme bizi lan, ne sağlık mucizesi, bu adamı devirmeye çalışmıyor musun sen?” diyor, Mucip çok şaşırmayı çok güzel beceriyor, gerçek bir rejim yalakası gibi konuşarak Başkan’ı yanına çekiyor. Başkan diyor ki “Buradasın.” Mucip’in saraydan çıkması, dışarıyla görüşmesi, mesajlaşması yasaklanıyor – artık yalnızca Başkan’a hizmet edecek ve sağlık mucizesini onun üstünde uygulayacak. Su bu konuşma sırasında süklüm püklüm, babası yüzünden de utanıyor herhalde, ama en azından Mucip gibi altına işemiyor. Başkan ona dönüp, salondaki bütün eşyaları parça pinçik etmiş köpeğini azarlar gibi, “Git!” diyor.

Böylece Mucip’in yaşamında beklenmedik ve yepyeni bir dönem başlıyor – çeşitli terapiler uyduruyor, bazen Başkan’ın sağlığı iyiye gidecek gibi olduğunda bu gelişme EEH’in faydası olarak yorumlanıyor, bazense Mucip işi batırıyor, foyasının ortaya çıkmasına ramak kalıyor, ama bir şekilde toparlıyor her seferinde.

Bu esnada Su tek başına, bütün devrim hazırlıkları boşa çıkmış, angaje edilen insanlar ortada kalmış. Mucip’in hayatı söz konusu, o yüzden Enerji-Esneklik-Hareket saçmalığını sürdürüyor. Zaten halktan da büyük talep var, iha gecesi herkes sokaklara çıkmış iha’ların geçişini görmek için, bir şey çıkmayınca da kafalar karışmış, kızanlar olmuş, sosyal medyada epey tepki toplamış EEH. Su bu süreci çok iyi yönetiyor ve sağlık mucizesini medya kanallarında uzmanlara açıklattırıyor, klinikler açılıyor, halk kuyruklara giriyor.

Bu popülerlik Mucip’e belirgin bir saygınlık da kazandırıyor, Başkan sağlıkla ilgili her şeyi, bütün politikaları ona sorar oluyor, Mucip’in saraydan çıkma yasağı kaldırılıyor, sonunda da Mucip’i sağlık bakanı yapıyor. Zaman içinde Mucip, ülkenin en zengin insanlarından biri haline geliyor. Edibali tek gözü açık ölüyor, ölürken hala Mucip diye sayıklıyor. Bu arada Mucip’le Su yeniden bir araya geliyor ve evleniyorlar, ülkenin en ünlü “power couple”ı oluyorlar.

Fakat Mucip’i rahatsız eden bir şey hep var – Başkan’a bu kadar yakınken, sağlığı Mucip’in elindeyken, ufak bir hareketle onu öldürebilecekken bunu yapmamak, devrime ve halkına ihanet etmiş olmak Mucip’i vicdanen çok rahatsız ediyor. Su’yla bu konuyu hiç konuşmamışlar; bir gece Mucip konuyu açacak gibi oluyor ıkına sıkına, ama Su onu susturuyor, böyle bir şeyin delilik olacağını, böyle bir şeye kalkışsa hem başaramayacağını hem de ikisinin anında öldürüleceğini anlatıyor. Mucip “Doğru,” diyor ama bakışlarından ikna olmadığını görüyoruz. Sofradan kalkıyorlar, ışıklı bir Ankara manzarası karşısında oturmuş içkilerini içerler ve telefonlarına bakarlarken Mucip birden “Nooluyor lan!” diyor, ardından Su da “Hassiktir!” diyor, zaten içeriye Mucip’in sağ kolu gelip haberi veriyor: Başkan ölmüş.

Kaçsak mı, kaçabilir miyiz diye sessizce konuşuyorlar mutfakta, çeşmeden akan suyun arkasına saklanarak. Aşağıda kapının önü ekip araçlarıyla doluyor, tepede helikopter dolaşıyor. O sırada Başkan’ın adamlarından biri geliyor ve Mucip’e kapalı bir zarf uzatıyor, “Başkanımızdan,” diyor. Mucip “Allallah, bana mı, emin misin, Başkan bana niye mektup yazsın ya, ayrıca ben sevmem mektup filan, haydaa,” diye söylenerek zarfı açıyor, mektubu çıkarıyor, söylenmeyi kesip okuyor, sonra hafif dikiliyor, başını kaldırıp Su’ya bakıyor. Jack Hylton ve Orkestrası’ndan “Happy Days Are Here Again” duyuluyor.

SON

sarma (2002)

2006 yılının baharında, Bursa'nın Hisar mahallesinde oturan çocuklar yeni bir oyun oynamaya başlayacak – ilk başta adı olmayacak bu oyunun elbette, bir tür ebelemece oyunu olarak düşünecek bunu çocuklar; tek farkı, ebenin ebelediği oyuncuların da ebe haline gelmesi, yani ebe sayısının sürekli artması, kaçan oyuncuların da sürekli azalması; sona kalan oyuncu oyunu kazanıyor. Okulların kapanması ve çocuklardan bazılarının yazlıklara dağılması nedeniyle oyuna ara verilecek, sonbaharda arkadaşlar yeniden toplandığındaysa ufak bir değişiklik yapılacak: ebelerle ebe olmayanların sayısı eşitlendiği anda, iki takım oluşmuş sayılacak; bu andan itibaren iki takım da birbirini ebeleyebilecek; oyun alanının iki ucunda yere çizgi çekilerek birer “kale” bölgesi belirlenmiş, her takımın elemanları, ebelenmeden karşı takımın “kale”sine ulaşmayı amaçlayacak, bunu yaparken ebelenenler karşı takımın elemanı haline gelecek.

Bir süre sonra, özellikle kalabalık gruplarla oynandığında kimin hangi takımdan olduğunu anımsamanın ve izlemenin zorluğu, yeni bir değişikliği gerekli kılacak: iki takım oluştuktan sonra ebelenenler, karşı takıma geçmek yerine oyundan çıkacak.

Oyunun “sarma” adını alması için yıllarca beklemek gerekecek, çünkü yeni bir değişikliğin sonucunda olacak bu: basit bir ebelemenin ötesinde, bir ya da birden fazla oyuncu, el ele tutuşmuş rakip takım oyuncuları tarafından sarıldığında, oyundan çıkacaklar. Oyun bu haline ulaştığında Bursa sınırlarını aşacak, küçük değişikliklerle farklı yerlerde oynanmaya başlayacak – Manisa versiyonunda kaleler olmayacak örneğin; İstanbul versiyonunda oyun başından itibaren iki takım arasında oynanacak.

2019 yılında bir televizyon programının yerel oyunlara eğilmesi ve turnuvalar düzenlemesi, “sarma”nın yaygınlığını bir anda arttıracak. Yine de gerçek anlamda ulusal bir oyun haline gelmesi, oyun alanının iyice büyümesi ve takımların, kendi renklerinde birer sarma ipiyle sahaya çıkması sonucunda olacak; o aşamadan sonra, oyuncuların el ele tutuşması gerekmeyecek karşı takım oyuncularını oyundan çıkarttırmak için, iple saracaklar.

Bu son derece dinamik, çevikliğe olduğu kadar taktik beceriye ve oyun alanının genelini kollayabilmeye, yalnız kalan ya da öbekleşen rakip oyuncuları görebilmeye dayanan oyun, internette büyük rağbet görecek, takımlar ve onlara bağlı taraftarlar, yerelliğin sınırlarını aşmaya başlayacak. “Sarma”nın Amerika'da ortaya çıkması, buradaki üniversitelerde okuyan Türk öğrencilerine olduğu kadar, bu internet sitelerinin uyandırdığı ilgiye de bağlı olacak. Amerika, “sarma”nın gelişiminde en belirleyici aşamaya ev sahipliği yapacak ve oyun Amerikan üniversitelerinde o kadar benimsenecek ki, Türk kökenleri neredeyse unutulacak: iki cin fikirli Amerikan öğrencisi, 2074 yılında Berkeley Üniversitesi çimenlerinde oynanan bir oyun sırasında, takımların sarma iplerinin iki ucuna birer top bağlayacak, bu sayede ipi sahanın bir noktasından başka bir noktasına fırlatmak ve rakibi gafil avlamak mümkün olacak; zaten hızlı olan oyun, daha da hızlanacak ve zevklenecek, kuralları karmaşıklaşacak.

“Sarma”, ilk kez 2112 İstanbul Olimpiyatlarında, “Bindball” adıyla bir uluslararası turnuva oyunu niteliği kazanacak; maçlar beşer set üzerinden oynanacak; topsuz başlayan bir oyunun böyle top-merkezli bir noktaya gelmiş olması, antropologların ilgisini çekecek.


 

16.11.23

blöflü satranç (bluffer’s chess)

oyun boş tahtayla başlar, her oyuncu sırayla istediği taşını tahtada istediği yere (kendi yarı sahasında kalmak koşuluyla) yerleştirir.

 oyuncu şahını yerleştirene kadar taşlarını oynatamaz, ancak şah yerleştirildikten sonra taşlarıyla hamle yapmaya başlayabilir. bunun için rakibin kendi şahını yerleştirmiş olması gerekmez.

 şah yerleştrildikten sonra oyuncu sıra kendisine geldiğinde ister yeni taş yerleştirir, isterse de yerleşmiş taşlardan biriyle hamle yapabilir. taş yerleştirirse oyun sırası rakibine geçer; hem taş yerleştirip hem de hamle yapamaz.

 alınan taşlar rehine sayılır ve oyunun her aşamasında rakibin rehineleriyle takas edilip oyuna yeniden sokulabilir. takas pazarlığa tabidir, sabit bir karşılıklılık kuralı yoktur. rehineler sırayla ve birer birer yerleştirilir; takası talep eden oyuncu ilk taşı yerleştirir. rehinelerin sayısı eşit değilse rakip son taşını yerleştirdikten sonra oyuncu kalan rehinelerinin hepsini bir seferde yerleştirir. takas talebi bir hamle sayılır, hamle sırası rakip oyuncuya geçer.

 iki oyuncunun da bir oyun boyunca birer kere şahların birbirleriyle yer değiştirmesini talep etme hakkı vardır, buna “zed’s dead” hamlesi denir. arka arkaya iki zed’s dead yapılamaz (bir oyuncu yaparsa rakibi aynı hamleyle karşılık veremez). bir oyuncu bu hamleyi yaptığında hamle sırası rakibine geçer. mat durumu ortaya çıkacaksa zed’s dead yapılamaz; zed’s dead yapıldığında şahın tehdit altında olsa bile kaçabilmesi ya da savunulabilmesi gerekir.

(beta versiyonu. deneyim, yorum ve sorularınızı paylaşabilirsiniz.)

16.10.23

2020’lerde yayıncılık ve kültür mirası

amerika'daki yayıncılığa baktığımda, 80'lerde bile büyük yayınevlerinin iyi edebiyat yayıncılığını hala önemli bir şey olarak gördüğünü, editörlük süreçlerine ciddi zaman ve kaynak ayırdıklarını hatırlıyorum. 90'larla birlikte (belki amazon'un da etkisiyle) yayıncılığın çehresi değişmeye başladı, büyük yayınevleri iyi edebiyattan uzaklaştı, satan kitaba daha fazla ağırlık vermeye, editörlük çalışmasını da savsaklamaya başladı. 2000’lerde amerika’da yayımlanmış kitaplarda ciddi gramer hataları ve dizgi yanlışları bulur oldum; 80’lerde neredeyse hiç olmayan bir şeydi bu. bugün artık iyi edebiyat, amerika’da üniversite yayınlarında, kar amacı gütmeyen kuruluşlarda ve bağımsız küçük yayınevlerinde bulunuyor, büyük yayınevleri numunelik birkaç kitap çıkarmakla yetiniyor.

Bu ticarileşme süreci son on yıldır bizde de yaşanmaya başladı. Sayısı hızla artan küçük yayınevleri, iyi edebiyatın kaleleri haline geliyor, yetenekli yeni yazarların çoğunun ilk kitabı bu yayınevleri tarafından yayımlanıyor. bu kitapların hala yayımlanabiliyor olması kuşkusuz çok iyi bir şey, ama büyük yayınevlerinin dağıtım ve tanıtım gücüne sahip olmamaları, büyük kısmının piyasa koşullarına yenilip kısa ömürlü girişimler olarak pistten çıkmaları gibi etmenler nedeniyle kitaplar ortada kalıyor, yayınevinden yayınevine savruluyor, önemli bir kısmı da unutuluyor. diğer yandan okurun iyi edebiyata erişimi kısıtlanıyor, okur kitlesinin büyük kısmı çok satan vasat kitaplarla sınırlı bir okuma deneyimine ve beğenisine mahkum oluyor.

Bu gidişin yönünü değiştirmek mümkün mü bilmiyorum, ama büyük yayınevlerinin yalnızca birer ticari işletme olmadıklarını, geleceğin “kültür mirası”nı üretme merkezleri olduklarını ve bu anlamda kamusal bir görev de üstlendiklerini hatırlamasının herkes için faydalı olduğunu düşünüyorum.

18.5.23

meritokratik kleptokrasi

 kanat'a...


en iyi çalanın yönetime geldiği demokrasi türü. tüm partilerin çalmak için iktidara aday olduğu bir toplumda halk, hırsızlar arasında en iyisini seçmeye yönelebilir. bunun nedeni şöyle özetlenebilir: beceriksiz ya da çapsız kleptokrat, varolan gelir üretimi içinde kendisine avanta yaratmaya çalışacak, yani hazırdaki pastadan pay almak isteyecektir; oysa asıl beceri, pastayı büyütmek ve böylece alınacak payı da kat kat artırmaktadır. ekonomisi büyüyen bir ülkede kleptokrat sınıfın yandaşlarına, yamacındakilere ve nihayetinde az da olsa onların dışındakilere düşen payın büyüyeceğinden hareketle, seçmenin bu seçimi ekonomik açıdan rasyonel addedilebilir. kleptokratların milli gelir artışından %10-15 pay alması genel kabullere uygundur (ve literatürde "mr. ten percent" ya da "mr. fifteen percent" olarak anılırlar); ancak çeşitli ülkelerde çeşitli dönemlerde daha hırslı bir kleptokrat sınıfın yükselişine de tanık olunmuştur. bu doymakbilmezlikleri, genellikle muhalif kleptokratlar tarafından afişe edilir; bu süreçte eğer asapları bozulursa beceriksizlikler yapmaya başlarlar ve sonunda çaldıkları için değil, beceriksizce yaptıkları diğer hatalardan dolayı iktidarı kaybederler. bazıları siyaset sahnesinden tamamen silinebilir, ancak bazılarının ustaca manevralarla geri geldikleri de görülmüştür.

(görülen lüzum üzerine yeniden: https://sefinsalatasi.blogspot.com/2011/12/meritokratik-kleptokrasi.html )

15.5.23

2023 seçimleri: bu sonuçlar gerçek olabilir mi?

 

kılıçdaroğlu’nun ilk turda %51.4’le seçileceğini, mhp’nin oylarının düşeceğini, oğan’ın %2’yi geçemeyeceğini, mecliste hiçbir ittifakın çoğunluk sağlayamayacağını iddia etmiş biri olarak önce şunu söyleyeyim: bu sonuçlar gerçek olabilir mi? 


güzide halkımızı biraz tanıyan herkesin kabul edeceği gibi, evet, olabilir. lakin güzide siyasetimizi takip eden herkesin yine kabul edeceği gibi, olmayabilir de. günün sonunda baktığımız yer ysk verileri; bu verilerin zaman içindeki değişimini ve sahiciliğini istatistiksel olarak denetleyecek bağımsız bir kurum yok, dolayısıyla ysk ne derse o. halbuki kılıçdaroğlu’nun ifadesine göre chp bir buçuk yıldır bu seçimde oy verme işleminin denetlenmesine hazırlanıyordu. bunun ne büyük bir fiyasko olduğunu dün gece hep birlikte izledik. 192 bin sandıkta birer kişi ıslak imzalı tutanağın fotoğrafını çekip merkeze gönderecek, merkez de bu verileri işleyip ysk’dan bağımsız olarak süreç boyunca duyuracaktı, böylece daha sonraki itirazlar için herkesin görebileceği bir gerekçe olacaktı, ysk da elini korkak alıştırmak zorunda kalacaktı. 


oysa yaşanan bu olmadı: tek başına at koşturan ysk, arada saatlerce veri girişi yapmayarak, bu verileri ilk gören taraf olan iktidara büyük bir adaptasyon ve rota belirleme imkanı sundu, kimsenin de gıkı çıkamadı. oğan’a 3 puan, mhp’ye 4 puan katarak chp’nin oyunu düşürmek, bunu da dolaylı yaparak hedef şaşırtmak mümkün müydü? tabii ki. olan bu muydu? bilemem. ama “türk’ün devleti”ni denetlemenin gerekli olduğunu, bunun yetmeyeceğini, denetleyenin de denetlenmesi gerektiğini bilmeyen/ bu denetimi beceremeyen bir siyasi liderin, hayatına lider olarak devam etmemesi gerekir, kimse kusura bakmasın. 


bu hikayede herkesin payına büyük utançlar düşüyor, ama kılıçdaroğlu’na -tüm iyi niyetine ve çabasına rağmen- daha büyük bir pay düşüyor: chp’yi adam edemeden ülkeyi adam etmeye kalktığı ve ülkenin yarısını angaje edip varoluşsal bir bunalıma sürüklediği için.

 

bu sonuçlar nasıl gerçek olabilir? buna da bakmak istiyorum. bana göre iki ayağı var: 1.ideolojik temel, 2.patronaj sistemi. 


milliyetçiliğin, kürt düşmanlığının, islamcılığın ve kadın düşmanlığının hakimiyeti ve -bedeli ne olursa olsun- hakim kılınmasının  zorunlu olduğu inancı birinci ayağı oluşturuyor. “ben müslüman bir ülkede yaşamak istiyorum” talebi, “kürtlerin canı cehenneme” hissiyatıyla birleşince, bunu değiştirmeye yönelik her ihtimalin başı eziliyor. ülkenin yaşadığı sorunlar ne olursa olsun, “eski günahkar döneme dönme” ve “kürtlerin vatandaşlığının kabul edilmesi” korkusu, her türlü “reel” sorunu önemsiz kılıyor. 


ikinci ayaksa akp iktidarının çok geniş bir kitleye, kademeli olarak sağladığı maddi imkanlar. ülke ekonomisine olanlar hep soyut şeyler, pazarda fiyatlar delice artsa bile; çünkü arka kapıdan gelen maddi imkanlar var hep. bu bazıları için profesyonel pozisyon, bazıları için ithalat-ihracat-inşaat gibi faaliyetlerde sağlanan ayrıcalıklar, görmezden gelmeler, bazıları içinse otobüsten atılan oyuncak, eve getirilen kömür, dağıtılan nakit para. bu imkanlardan vazgeçmek çok zor; ideolojik temel de vazgeçmemek için yeterli mazereti zaten sunuyor; yani maddiyatı itiraf etmeden ideolojik nedenlere sığınmak çok kolay. 


bu ikisi birleştiğinde yıkılması çok zor bir kale ortaya çıkıyor. akp’nin başarısı bu. muhalefetin -siyasetçiler ve bireyler olarak- anlamakta/kabul etmekte zorlandığı da bu. iktidar yandaşı insanların “yandaş” olmak için çok geçerli ve kişisel nedenleri var. bunlardan üstün nedenler sunmadıkça bu kalede gedik bile açmak çok zor. bu da cari sistemin kendini pervasızca ağırlaştırmasına imkan sağlıyor.

3.5.23

Kurumsal din nasıl finanse edilmeli

Dinsel hizmetler, pek çok ülkenin nüfusunun büyük kısmı için büyük öneme ve değere sahip. Ama yine pek çok ülkenin nüfusunun bir kısmının hiç kullanmadığı bir hizmet. Kullananlar da farklı dinlerin ve mezheplerin üyesi, yani pek çok ülkede din önemliyse de herkesin üyesi olduğu tek bir din yok. Bu bilgiler ışığında, bir ülkede kurumsal din nasıl finanse edilmeli?

Bugün bu konudaki yaygın kabul gören yaklaşım, bir dinin üyelerinin o dinin kurumsal giderlerini finanse etmesi üzerine kurulu - konut sahiplerinin konut vergisi, taşıt sahiplerinin motorlu taşıtlar vergisi vermesi gibi. Bu finansmanı organize etmenin iki yolu var: 1-din üyelerinin doğrudan din kurumlarına bağış yapması, 2-devletin din üyelerinden vergi toplaması.

ABD gibi bazı ülkelerde devletin din vergisi toplaması anayasaya aykırı. Her din kurumu, kendi giderlerini din üyelerinin bağışlarıyla karşılamak ve bu bağışları kendi toplamak zorunda. Çoğu eyalette bu bağışlar vergiden düşülebiliyor.

Almanya gibi bazı ülkeler bu tercihi din kurumlarına bırakıyor: kurum isterse bağışları kendisi toplayabiliyor ya da devletin bunu vergi olarak toplamasını seçebiliyor. İkinci durumda devlet, topladığı verginin bir kısmını vergi toplama hizmeti bedeli olarak alıkoyuyor. Verginin kimlerden toplanacağıysa bireylerin nüfus müdürlüğüne yaptığı inanç beyanına dayanıyor ve işveren tarafından bordro aşamasında kesiliyor. Dileyen, kayıtlı olduğu dinin artık üyesi olmadığını beyan ederek din vergisi mükellefi olmaktan çıkabiliyor. Almanya'da Katolik Kilisesi'nin geliri 6 milyar euro civarında ve bu tutarı ortaya çıkaran vergi oranının devlet tarafından din üyeleri adına belirleniyor olmasının laiklikle bağdaşmadığı konusu çok tartışılıyor.

İtalya gibi kurumsal dinin daha güçlü olduğu kimi ülkelerdeyse din vergisi zorunlu ancak bireyler, kesilen verginin hangi dine aktarılacağını belirleyebiliyor – Hindu dinini seçmek mümkün örneğin. İtalya gelir vergisinin binde 8'i düzeyinde bir din vergisi topluyor. (Türkiye'de böyle olsaydı din kurumlarına aktarılan toplam bütçe 13 milyar değil 2 milyar tl civarında olurdu, ironik bir biçimde kurumsal dinin siyasallaşmasını engellemek için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da bunun sadece bir kısmına talip olabilirdi.)

Din hizmetlerinin din kurumları tarafından değil devlet tarafından düzenlendiği, devlet bürokrasisindeki din işleri yönetiminin bütçesinin milyarlarca lira olduğu, bunun da tek bir dine ait tek bir mezhep grubunun kurumlarını finanse etmekte kullanıldığı ve üzerinde hiçbir vergi mükellefi kontrolünün/tercihinin olmadığı bir ülkede tartışılacak verimli bir konu olabilirdi bu belki.

 

(daha geniş bilgi için: https://en.wikipedia.org/wiki/Church_tax)