Deneysel bir yapıtın “sahici” olduğu nasıl anlaşılır, okurun kendisini aldatılmış hissetmemesi için ne yapılabilir?
Sırf deneysel değil, her türlü edebiyat yapıtına (hatta belki sanata) şöyle yaklaşılabilir bence: a)içeriden bakış, b)dışarıdan bakış. İlk bakış, şu soruyu sorar yapıta: “ne yapmak istiyorsun? nasıl yapıyorsun?” Yazarın kendisine koyduğu hedefi tutturup tutturamadığı, doğru bir yapı kurup kuramadığı, kurduğu yapının tutarlılığı, zenginliği, zorluğu gibi kıstaslar kullanılır burada. İkinci bakışın sorusu ise “bu neden önemli?”dir, ne olmuş der yani; yapıttan dışarı çıkar ve diğer yapıtlarla, dünyanın geri kalanıyla karşılaştırır yapıtı, büyük bağlam içinde değerlendirir ve konumlar. Yazarın tutturduğu hedefin matah bir şey olup olmadığına bakar. Yapılmamışı mı yapmıştır, yapılmış olanı farklı ve katma değerli bir şekilde mi yapmıştır, yeni bir yol mu açmıştır, bir çıkmaz sokağa girmiş ve oranın en iyi ürününü mu vermiştir, çıkmaz sokak sanılan bir yerin önünü mü açmıştır, okuyanlar için dönüştürücü bir deneyim, derin bir içgörüm mü sunmuştur vs.
Bu sorulara çeşitli düzeylerde yanıtlar verilebilir; bu düzeyler, açıkçası, deneyime ve bilgiye bağlıdır. Futbol maçı gibi – ne kadar iyi anlarsan o kadar iyi yorumlarsın; ne kadar çok şey bilirsen o kadar çok şey görürsün. Bunun kestirmesi aslında yok – ikinci elden görüşleri tartar ve birini benimseyebilirsin en fazla.
Bu
daha zor bir konu, biraz karışık çünkü.
a)Ben,
beni az sayıda insan okusun diye yazmıyorum; çok sayıda insan okusun diye de yazmıyorum;
yazarken beni kaç kişinin okuyacağını düşünmüyorum. Bence yazma ediminin dışında
kalan bir düşünce bu. Yazarken iyi yazmayı düşünürsün, yapmayı istediğin şey
her neyse onu en iyi şekilde yapabilmeyi, kendin okuduğunda midenin kasılmasına
yol açmayacak bir şey ortaya koymayı istersin. Ortaya çıkan şeyi kaç kişinin okuyacağı,
yayınevinin derdi olmalıdır.
b)Kime neyi kanıtlıyoruz? Bunu neden kanıtlamamız gerekiyor? Picasso’dan manzara resmi yapması istenmiş miydi? Joyce’a, “giriş-gelişme-düğüm-sonuç”lu ve yüz bin satacak bir roman yazmadan Ulysses’in yayımlanmayacağı söylenebilir miydi? Yaratma sürecine tersten, müşteri mantığıyla yaklaşmamak lazım. “Mal” üretenler söz konusu olduğunda doğru bir yaklaşım; “mal” üretmeyenler için değil. Her kitap biraz da maldır elbette, ama bu kitap endüstrisinin problemi, yazarın değil. Bir yandan da sahicilikten söz ediyoruz: Beckett’in Hemingway öyküsü yazmasını istemek, hakaretten öte, adamdan kendisi olmamasını istemek değil mi? Hemingway’i elli milyon kişi okuyor diye, neden norm haline gelsin? Yazarın okura karşı sorumluluğu, evet vardır, ama sonuncu sorumluluğudur (bkz. “kunduracı olarak yazar”).
c)Ben çoksatar yazamam. Yani çoksatar olsun diye başlayacağım şeyi yüzüme gözüme bulaştırırım (kazara çoksatar olursa başka, ama çok düşük olasılık). Stockhausen’dan, çağdaş müziğin en iyi bestecilerinden biri olduğunu kanıtlaması için Madonna tarzında liste başı bir pop şarkısı yapmasını istemenin mantığı yok; ayrıca beceremeyebilir de. O başka o başka.
Bir
yazar nasıl beslenmelidir?
Dengeli.
“Feedback” çok önemli, ama tehlikeleri de yok değil (bkz. vitamin
zehirlenmesi). Aslında sanıldığı gibi işlemiyor olay; kendimden örnek
verecek olursam, yazmış olduğum herhangi bir şey hakkında “establishment”tan,
yani yazar-çizer-eleştirmen-edebiyatçı tayfasından aldığım “feedback” çok
sınırlı. Eşimden dostumdan ve anonim okurdan çok daha fazla dönüş oluyor. Çok şükür
ki İngilizce biliyorum, Anglosakson edebiyatını birinci elden, dünya edebiyatını
da ikinci elden takip edebiliyorum. Dolayısıyla kendimi ölçmekte kullandığım
referans noktaları da bunlar; “yalancı elit”le alışverişim çok sınırlı, beni
zaten görmüyorlar.
Bu, “kimin üzerinde etkin var?” sorusunun da yanıtı tabii – yukarıda sözü geçen “elit”in üzerinde değil elbette. 3-5 bin kişilik bir grup olduğunu düşünüyorum okurumun; ortalığa dökülüp herkes beni okusun diye çırpınan yazarlardan tiksinen, kendisini yaptığı işe verip boşluğa salan sakin insanlara saygı duyan, o boşlukta yapıtlarına rastlamaktan, ele geçirmekten haz alan, oldukça kendine özgü bir edebiyat zevki olan bir grup bu. Benden nefret edenler de aynı gruptan çıkıyor – beni fazla kasıntı, sahte vs. buluyorlar, gözüktüğüm gibi olmadığımı, bu görüntüyü imal ettiğimi, bunu da bir pazarlama taktiği olarak yaptığımı düşünüyorlar. Bunların içinde yazan, yazmaya hazırlanan küçümsenemeyecek bir grup olduğunu da görüyorum. İngilizce yayımlanıyor olsaydım, okur grubum herhalde daha büyük olurdu. Şimdi olmaması, daha sonra olmayacağı anlamına gelmez. Sonradan “keşfedilen” o kadar çok yazar var ki. bunu aceleye getirtemezsin, olacağı zaman, eğer olacaksa, olur.
Sonuç itibariyle: Hesap vermekten bahsediyorsak, bir yazarın hesabı, yazdığı kitaptır,
başka bir şey değil. Her şey oraya girsin diyedir ve her şey de oradadır.
Edebiyatta "sahicilik" meselesini önemsiyorum. Murat Gülsoy da bir yazısında yazarın kendine gerçekten dert edindiği meseleleri işlemediğinde; politik doğruculuk, satışı yükseltmek, moda vb. gereği o meselelere el attığında "sahicilik"ten yediğine değinmişti. Ben de hakikaten bunun okur tarafından bir biçimde hissedildiği kanaatindeyim. Peki, bir yazar ilgi alanlarıyla sınırlıdır, denebilir mi bu sebeple? "Ne yapmak istemiş? Nasıl yapmış?" kısmında isteğin samimi olmamasına karşın sahici bir eser verilebilir mi?
YanıtlaSil