4.4.14
s.o.s. - bir film öyküsü
Birinci Perde
1.
Dişlerimi fırçalarken, aynanın kenarındaki mindyfo’ya bakıyorum – üç kişi var fotoğrafta, başlarının üzerinde renkli, acayip şekilli ışıklar. Onlarla fotoğrafçı arasında bir adam, kenardan kadraja girip kameraya bakmış. Kimseninkine benzemiyor bakışı. Çok solgun bir yüz. Çok güzel.
2.
Evden çıkıyorum. Şoförüm Doğukan kapının önünde bekliyor, “Günaydın Emine Hanım,” diyor gülümseyerek. Doğukan’ın yanından geçip şoför koltuğuna oturuyorum, Doğukan arkaya. Ben anayolda giderken o da koltuk başlığındaki ekrandan haberleri izlemeye başlıyor, sesini de açıyor ben de duyabileyim diye. Mindy satışları bir ayda on milyon adedi aşmış. remindy.me sitesinin üye sayısı sekiz milyonu geçmiş. Haber, sağolsun, bilmeyen kaldıysa diye özet bilgi geçiyor: Mindy, beyin dalgalarını saptayabilen, özel bir yazılım sayesinde beyin aktivitesini farklı renk ve biçimlerde ışık haleleriyle, bir hologram gibi gösteren Polaroid türü bir fotoğraf makinesi. Mindy ile çekilen fotoğraflar da (mindyfo) otomatik olarak remindy.me sitesine yüklenip paylaşılıyor. Sunucu ilginç mindyfo’ları ekrana getiriyor. Ardından, zeki sanılan bazı ünlülerin sönük halelerini gösteren “skandal” nitelikli “mindyfo-pas” fotoğraflarından da örnekler veriyor. Sonra başka bir konuya geçiyor.
3.
Şirkete geliyoruz – “Google”ı andıran bir kampüs burası. Girişin sağındaki çimenlik alana yerleştirilmiş retro tabelada “SYMAZE” yazıyor, altındaysa “for better dreams”. Doğukan kapıyı açıyor. Binaya giriyorum; asansörü beklerken sekreterim Abdullah’ı arıyorum: “Günaydın. Çıkıyorum şimdi. Bana Büşra’yla Salih’i çağırır mısın?”
4.
Çantamdan bir mindyfo çıkarıp sehpanın üzerinden onlara uzatıyorum. Banyo aynamdaki fotoğraf bu. Hiçbir şey dememe gerek kalmadan meseleyi anlıyorlar. “Bu adamın niye halesi yok?” diye soruyor Büşra. “Nereden geldi bu?” diyor Salih. “Ben çektim,” diyorum, “Akaretler’de. Bu üçü bizim kızlar, ama bu adam yoktu orada. Fotoğraf çıktıktan sonra hepimiz çok şaşırdık zaten.”
Kısa bir sessizlik. “Adamın görüntüsü de ortamdan farklı,” diyor Salih, mindyfo’ya biraz daha baktıktan sonra. “Başka bir düzlemde sanki. Başka bir yerin ışığını almış.”
“Flaş çok yakın olduğu için de öyle görünüyor olabilir,” diye itiraz ediyor Büşra.
“Halesiz başka mindyfo gördünüz mü hiç?” diye soruyorum. Görmemişler. “remindy.me’yi bir tarayın bakalım, ne çıkacak.”
5.
Bir süre sonra dayanamayıp onların odasına gidiyorum. Toplam altı kişiler. remindy.me’nin veritabanı fazla büyük, tek tek resimleri taramaları olanaksız, ama bilgi teknolojisi bölümünde onlara yardımcı olabilecek bir yazılım olabilir. Büşra onlarla konuşuyor. Yüz tanıma programını deneyeceklerini aktarıyor. On dakika kadar sonra bilgisayarına birşeyler düşüyor. “Haydaa!”yı duyunca başına gidiyoruz biz de Salih’le. Ekranında, benim adama çok benzeyen iki fotoğraf var.
“Biri Bolu’da çekilmiş bu fotoğrafların, biri Erzurum’da.”
“Tarihleri farklı gerçi,” diyor Salih, “Çok gezen biri belki.”
Büşra bir şey demeden Salih’e bakıyor.
6.
Şile yolu üzerinde, tenha bir yerde, yola paralel bir sıra ağacın arkasındaki eski ve büyük karavanın önünde arabadan iniyorum, Doğukan yok. Karavanın kapısını, üç kısa - üç uzun - üç kısa vuruyorum. Epey sonra açılıyor kapı – sıska, iri gözlü, saçları sıfır tıraşlı, ben yaşlarda bir adam. Mücahit bu.
“Geliyor musun benimle?” diye soruyor destursuz.
“Hayrola?”
“Sevkiyat geldi, dağıtmam lazım.”
Mırın kırın ediyorum faydası olmadığını bildiğim halde. Az sonra Mücahit karavanıyla önde, ben arabayla arkada, yola koyuluyoruz. Günün geri kalanında, Mücahit’in yurtdışından kaçak getirttiği gri sincapları, onlarcasını, Şile ormanlarının çeşitli yerlerine bırakıyoruz. Son kafes de boşaldığında güneş iyice alçalmış. Ormanın içi serin. Mücahit bana su uzatıyor. Arabaya yaslanıp dinleniyoruz. Cebimdeki mindyfo’ları çıkarıp ona gösteriyorum. Hepsinde soluk renkli, halesiz insanlar görülüyor. Meseleyi anlatıyorum. Bu insanların neden halesiz olduğunu çözemediğimizi. Mindyfo’ların çekildiği yerde olmadıklarını bildiğimizi, ama nerede olduklarını bilmediğimizi. Mindy’lerin bunları nasıl yakaladığı konusunda da hiçbir fikrimizin olmadığını. Mücahit’in kafası başka türlü çalışır.
Mücahit uzun uzun bakıyor mindyfo’lara. Sonra, bir anlığına gülüyor.
“Casper kızım bunlar,” diyor. Anlamıyorum.
“Eskiden televizyonda gösterilirdi ya, çizgi film, Sevimli Hayalet Casper. Hayalet makinesi yapmışsın sen!”
Mindyfo’ları Mücahit’in elinden alıyorum. Benim adamın görüntüsüne takılıyorum yine de, elimde olmadan.
“Öyle deme,” diyorum. Ne dediğimi bilmiyorum.
7.
Halesiz insanların mindyfo’larda belirip durması, kısa süre içinde dünya kamuoyunun da dikkatini çekiyor. Çeşit çeşit şehir efsanesi türüyor. Kanaat önderliğine soyunan birtakım kişiler, televizyonlarda konuyla ilgili ahkam kesiyor. Yaygın söylentilerden birini bir yemekte, arka masadaki turistlerden dinliyorum – bu halesizlerden kimisi polise bildirilmiş, kimisi bildirilmemiş kayıp insanlar.
8.
Sonunda işin içine devlet de giriyor. İstanbul Valiliği’ne çağırılıyoruz, ben ve şirketin CEO’su Nazif Kemal. Adının Abdülkadir olduğunu söyleyen, gerçekten de devlet kılıklı, devlet ağızlı bir adamla konuşuyoruz. Abdülkadir, Symaze’in elindeki halesiz arşivini istiyor Nazif’ten, bana bakmıyor bile. İkimiz de veremeyeceğimizi anlatmaya çalışıyoruz, ama üstü pek de kapalı olmayan tehditlerle, “Beyefendi” makamında Ankara havalarıyla bastırıyor Abdülkadir. Pes ettiğimizde suratına ışıltısız bir gülümseme yıvışıyor.
9.
İş orada bitmiyor tabii. İki gün sonra Symaze, Amerikalılara ve İnterpol’e ayrı ayrı aynı “hizmet”i vermek zorunda bırakılıyor. Ancak her şey o kadar çabuk gelişiyor ki, İnterpol devreye girdiği noktada remindy.me’de bulunan ve kullanıcıların kişisel tercihleriyle gizli tutulan halesiz fotoğraflarının ezici çoğunluğu paylaşıma açılıyor. Tüm dünyaya yayılmış bir sivil arama inisiyatifi başlıyor çünkü. İnanılmaz bir imece. Halesiz fotoğrafları ülkelere, şehirlere göre taranıyor. Halesizleri tanıyan çıktığında görüntüdekileri teşhis ediyor – bunların gerçekten de kayıp insanlar olduğu biliniyor artık. Ürkütücü bir veritabanı çıkmaya başlıyor ortaya.
10.
Bizimkiler ensemde boza pişiriyor. Mindy’yi ben ve ekibim geliştirdiğimiz için, orada olmayan birilerinin fotoğrafının nasıl çekildiğini açıklamak da bana düşüyor haliyle. Üst yönetim toplantısında şirketin CFO’su Mebrure düpedüz yükleniyor bana, ama murahhas üye Taha, beni biraz da beklemediğim iltifatlarla savunuyor. Somut olarak bildiğimiz şeyleri anlatıyorum.
“Bir kere her ülkede görülen yüzler farklı. Daha ilginci, bir ülkedeki yüzler ülkenin her yerinde karşımıza çıkıyor.” On dakika içinde, Arjantin’in dört ayrı şehrinde görüntülenen bir halesizin mindyfo’larını gösteriyorum.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye soruyor halkla ilişkiler müdiresi Rümeysa.
“Bilemiyorum, belki atmosfer olayı gibi bir şeydir,” diyorum, “ama başta sanıldığı kadar çok sayıda halesiz yok galiba, aynı yüzler çok sık tekrar ediyor.”
“Tam sayıyı bugün yarın vereceksiniz herhalde?” – bu da Mebrure.
11.
Taha geliyor odama. Şaşırıyorum – ilk kez oluyor sanırım bu. Biraz Mebrure’yi çekiştiriyor bana, biraz şirket içi politika kupleleri sunuyor, sonra sadede geliyor. Tayland’daki bir arkadaşının mindyfo’larla ilgili çok ilginç bir çalışma yaptığını, yarın kendisine yollayacağını söylüyor, gelir gelmez birlikte incelemeyi teklif ediyor. Benim evimde, onun pişireceği Meksika yemeklerini yerken. Hazırlıksız yakalanıyorum.
“Yedide gelirim,” diyor Taha, kapıdan çıkarken, arkasına dönmeden. Adresimi sormadığını sonra fark ediyorum.
12.
Taha’yla yemek beklediğim gibi son derece sıkıcı geçerken, beklenmedik bir şey oluyor. Salonun bir köşesini eski televizyonculardan David Letterman’ın talk show’u gibi döşedim, çok severim adamı çocukluğumdan beri, nur içinde yatsın. Kendi kendime onun gibi sohbetler yapıp montajlıyorum eğlence olsun diye. Taha da kendisinin mindyfo’larını çekmemi istiyor Letterman’ın konuk koltuğunda otururken. Çekip eline tutuşturuyorum, altmış saniye içinde görüntü ortaya çıksın diye beklerken ben de hızlı bir yasemin çayı yapmaya gidiyorum mutfağa. Taha’nın çığlığı geliyor az sonra.
“Emine çabuk!”
Salona koşuyorum. Elindeki mindyfo’yu bana doğru sallıyor.
Bu o. Benim adam. Oturmuş birşeyler yazıyor büyük bir kağıda. Yanımda Taha’nın olması irkiltici bir durum, gizli sevgilimi kocamın yanında görmek gibi. Kocam olsaydı. Ama Taha gibi bir şey olmazdı herhalde. Bütün bunları o sırada düşünmüyorum tabii. Mindy’mi alıp çekmeye başlıyorum arka arkaya. Film bitiyor. Taha bana bakıyor. Kim olduğunu bir an çıkaramıyorum.
“Artık gidebilir misin?”
“Efendim?”
“Çok fenayım. Midem ağzımda. Yatacağım hemen.”
Kapıya doğru iteklemeye başlıyorum.
“Şu mindyfo’ları görseydim bari.”
Kapıyı kapayıp kilitlediğimde mindyfo’ları elime almaya korkuyorum. Masanın üstüne diziyorum hepsini. Fotoğraf karelerindeki adam, yazmayı bitiriyor, kağıdı kaldırıyor, yazıyı okuyorum:
FOTOĞRAFLAR BİZİ ÖLDÜRÜYOR
Gözleri içimi oyuyor. İskemleye çöküyorum.
İkinci Perde
13.
Symaze olarak bir açıklama yapmak zorunda olduğumuz anlaşılınca, Nazif Kemal beni de yanına alıp bir basın toplantısı düzenliyor. Nazif lafı ustaca yuvarlıyor, ama ben, ne olup bittiğini bizim de tam bilmediğimizi itiraf ediyorum, bu konuda yeterince araştırma yapmadığımızı söylüyorum. Vicdanım mı konuşuyor, kalbim mi, ben de bilmiyorum.
Ertesi günkü gazeteler bu lafa odaklanıyor tabii. Yönetim Kurulu da acil toplanıyor, Mebrure beni evire çevre dövsün diye. Pişman olmadığımı söylüyorum; makinanın yan etkilerini gerçekten bilmiyoruz, milyonlarca insan hep birlikte toplu katliam yapıyor da olabiliriz. Ama Yönetim Kurulu bununla ilgilenmiyor bile - “Önceden düşünecektiniz, artık susacaksınız.”
14.
Mücahit’e gidiyorum yine. Bu kez Çamlıca tepesine çıkıyoruz bir geceyarısı, eski televizyon kulesinin çevresine sincap yerleştirmeye. Bu yerleri neye göre saptadığını soruyorum Mücahit’e, ama tabii ki bir açıklama alamıyorum. Bütün dünyada televizyon kuleleri onyıllardır işlevsiz, çünkü artık hiçbir yerde “havadan” yayın yapılmıyor, optik kablo ve uydu kullanılıyor, eski internetin yerini alan libernet yayınları da öyle. Mücahit bir ara durup bana dönüyor, “Sence bunlar bir aradayken beyinleri daha mı çok çalışıyordur?” diye soruyor. Ben de merak ediyorum; sincapların toplu halde mindyfo’larını çekmeye başlıyorum. Bir dakika sonra bir de bakıyoruz ki dört-beş tane halesiz var fotoğraflarda. Mücahit paniğe kapılıyor, bir türlü sakinleştiremiyorum onu; karavana koşup kaçıyor, arkasına bakmadan. Ben de evin yolunu tutuyorum.
15.
Bu arada remindy.me’de, fotoğraftaki adamın kimliği ortaya çıkıyor: Recep, 32 yaşında, 29 yaşındayken ortadan kaybolmuş.
16.
Recep’in ailesini buluyorum, Adapazarı’nda yaşıyorlar. Ziyaretlerine gidiyorum. Kendi hallerinde insanlar; Recep’i bulmaya çalıştığımı anlatıyorum, ama pek umursamıyor gibiler. Onun hakkında bana anlatacak fazla bir şey de bulamıyorlar, Ankara’daki bir sosyal medya ajansının ortağı olduğunu, evlenip boşandığını, bir çocuğu olduğunu öğreniyorum; bir de şunu: Recep’i ilk gördüğüm yer, iki yaşındaki çocuğunun kaza geçirip öldüğü yerin çok yakını. Recep olaydan iki ay sonra kaybolmuş. Karısı? “O da sonra çok ilaç yuttu,” diyor Recep’in annesi, sehpanın üstündeki danteli düzelterek.
17.
Yeniden Akaretler’e gidiyorum onların yanından ayrıldıktan sonra, yolun ortasında mindyfo’lar çekiyorum, “Recep!” diye bağırınıyorum bir işe yaramayacağını bile bile.
18.
Symaze toplantısı: Nazif Kemal’e, Mindy’nin flaşı üzerinde daha fazla çalışmamız gerektiğini, aklımıza gelmeyen bir radyasyon türü yayıyor olabileceğini söylüyorum. Mebrure lafa karışıyor, bu yan etki hikayesine hiç inanmadığını, boş laflarımın şirkete ciddi zarar verdiğini söylüyor. Patlıyorum. Öfkeden elim ayağım titreyerek ortalığı birbirine katıyorum, insanların şaşkınlıkla beni izlediğini göz ucuyla görüyorum. İşin doğrusu, oradaki kimse yan etki meselesini pek umursamıyor.
19.
Toplantı dağıldıktan sonra Nazif Kemal’in odasına gidiyorum. Nazif önemli bir görüşme yapıyor, kapıda bekliyorum. Ben bir şey diyemeden Nazif anlatmaya başlıyor. Başbakan aramış, yeni haberi iletmiş: ilk halesiz yakalanmış. Frankfurt’ta iki kişi, bir yıldır kayıp olan ve halesiz fotoğrafları remindy.me’de bulunan bir arkadaşlarını görmüşler, yanına gitmişler; halesiz, onları görünce kaçmaya çalışmış ama yakalamışlar. Bunun üzerine halesiz kendi arkadaşlarına silah çekerek ateş etmiş ve ikisini de öldürmüş, ardından bir kurşun da kendine sıkmış. Hemen hastaneye kaldırılmış, hayati tehlikesi varmış. Başbakan, benim de MİT’ten bir ekiple hemen Almanya’ya gitmemi istiyormuş.
20.
Frankfurt’a indiğimizde adamın öldüğünü öğreniyoruz, ama yine de gidiyoruz hastaneye. Ölmeden önce çekilen mindyfo’larına bakıyorum – solgun da olsa halesi olduğu görülüyor, o durumdaki her insanın ancak o kadar halesi olur bence. Adamın nereden geldiği, nasıl geldiği bir muamma; görgü tanıklarının ifadesine göre, adam tabancayı kendi kafasına dayamadan önce “Biz ruhu olanlarız. Siz ruhsuzların dünyasından kendimizi korumaya çalıştık. Kendi dünyamızı kurup oraya atladık. Ama fotoğraflarınız bizi öldürüyor,” demiş.
21.
İstanbul’a döndükten sonra ofisimde, televizyona bakıyorum. Dünyanın çeşitli yerlerinde sokak gösterileri, televizyon mikrofonlarına konuşan öfkeli insanlar: Önce sevdiklerini yitirdiği için üzülmüş, ardından onların bir yerlerde bir şekilde hala yaşadığını öğrendiği için sevinmiş insanlar, şimdi o sevdikleri tarafından “ruhsuz” olarak adlandırılmayı hazmedemiyor. Gidenlerin burnu büyüklüğüne ve bencilliğine dayanamıyorlar. Ama en çok, başka bir dünyaya çekilip, bizim dünyamızda kimseye görünmeden dolaşıyor olmalarından nefret ediyorlar sanırım, mahremiyetleri yok olduğu için.
22.
Annem arıyor, “Çok fenayım,” diyor, ayrıntı vermiyor. Mecburen kalkıp ona gidiyorum. Haberleri dinlemiş olduğunu anlıyorum.
“Ben sana hep demiyor muyum, babanın ruhunu hissediyorum, o hala burada diye? Bak, doğruymuş,” diyor.
“Babam buz gibi intihar etti anne, bununla ne ilgisi var, saçma sapan konuşma allahaşkına,” diyorum çay demlerken.
Mutfakta oturuyoruz. Masada üç iskemle var. Üçüncüsüne çantamı koymama izin vermiyor.
“Baban intihar edecek adam değildi,” diyor. Yirmi üç yıldır aynı şeyi söylüyor.
23.
Nazif Kemal’e gidiyorum, Recep’i anlatıyorum, Almanya’daki adamın söyledikleriyle birleştirince ortaya bir yığın soru çıkıyor – nerede bunlar hakikaten? Mindy’ler onlara tam olarak ne yapıyor? Nasıl yapıyor? Almanya’daki adam nasıl ortaya çıktı?
24.
Evde, gecenin bir saati, televizyonda tuhaf bir çekimi izliyorum bir haber programında: Norveç’te, bir televizyon kulesinin karşısına, tüm kuleyi görecek kadar uzağa yerleştirilmiş bir kameradan geliyor görüntüler. Kulenin tepesinde biri görülüyor hayal meyal, sonra atlıyor, ama tam yere çarpacakken kayboluyor. Resmen yok oluyor yani. Aklıma Çamlıca’da çektiğim mindyfo’lar geliyor. Büşra’yı arıyorum o saatte, Salih’i ara, bütün dünyaya ait verileri analiz edin, halesizlerin en yoğun görüldüğü yerlerle televizyon kulelerinin yerleri arasında bir korelasyon var mı bulun diyorum. Bir şey olduğunu biliyorum.
25.
Ertesi sabah, gözleri kan çanağı asistanlarım bana raporlarını getiriyor – bildiğim şeyi doğrulatmış oluyorum: Gerçekten de halesizler, bütün dünyada televizyon vericileri etrafında öbekleniyor. Bunun ne anlama geldiğini düşünüyorum bütün gün.
26.
Akşam eve geliyorum, kapıyı açıp giriyorum, kapamak için döndüğümde Recep’i karşımda görüp çığlığı basıyorum. Recep sakin sakin içeri giriyor, kanepeye oturuyor, bir bardak su rica ediyor, tıpış tıpış getiriyorum. Hiçbir şey diyemeden karşısına oturuyorum, ama halimizin komikliğini beynim arkada kaydediyor yine de. Hikayenin aslını anlatıyor: Ruhu olanlar, birkaç yıldır bu ruhsuz dünyadan ve onun ruhsuz insanlarından kaçmaya başlamış. Televizyon kulelerinden atlıyorlarmış gerçekten de, bir tür geçit mekanizması. O tarafta biz görünmüyormuşuz, ama nesnelerin çoğu ortakmış. Normal dünyanın bire bir üstüne oturan, ama bu dünyadan görülmeyen-dokunulamayan bir dünya. Bir tür ruh dünyası gerçekten de. Oradan buraya geçmeyi sağlayan çok derin kuyular varmış ayrıca, kulelerin tersi gibi. İlk kim gitmiş, nereden biliyormuş nasıl gideceğini, diye merak ediyorum. Rastlantıyla olduğunu, aslında intihar etmeye çalışan ruhluların kuleden atlayıp kendilerini başka bir dünyada bulduklarını, bir süre sonra da oradaki kuyuları keşfedip geri geldiklerini anlatıyor.
Recep buraya çok acil bir görevle gelmiş: Halesizlerin dünyasının bizim tarafımızdan yok edilmesini engellemek. Bunu nasıl yapacağını henüz bilmiyor. Yardım etmem için beni ikna etmesi gerekeceğini düşündüğü için bana gelmiş. Buna hiç gerek olmadığını anlatmaya çalışıyorum ona. Kolay güvenen bir tip değil belli ki. Çok yorgun görünüyor. Kanepeyi hazırlıyorum. Sabaha kadar gözüme uyku girmiyor sonra.
27.
Doğukan’ın telefonuyla kalkıyorum yataktan: Dünyanın çeşitli yerlerinde halk televizyon kulelerine saldırıyormuş, çoğu yerde ordu müdahale etmek zorunda kalmış ve kulelerin çevresinde güvenlik kordonu oluşturmuşlar. Niye saldırdıklarını sormuyorum, yanıtı bildiğim için; asıl merak ettiğim, insanlar bu bilgiye nasıl ulaşmış? Doğukan arabada televizyonun sesini açıyor benim için: Önceki akşam bizim Taha, Büşraların raporunu basına açıklamakla kalmamış, Symaze’e ulaştırılan, varlığını bilmediğim bir video kaydını da paylaşmış. Arabayı hemen kenara çekip Doğukan’ın yanına geçiyorum: Kayıtta bir halesiz, dünyadaki ruhlulara sesleniyor ve onların dünyasına davet ederek, geçişi nasıl yapabileceklerini, kulelerden nasıl atlamaları gerektiğini anlatıyor.
28.
Doğruca Taha’nın yanına gidiyorum. Buz gibi davranıyor bana, videonun nereden geldiğini de söylemiyor. Kös kös onun yanından çıktığımda ofis çalışanlarının büyük ekranın başına toplanmış olduğunu görüp oraya seğirtiyorum: Silahlı bir grup, halesizlerin dünyasına karşı bir intihar saldırısına girişmiş. Londra’daki televizyon kulesinden atlamışlar karşı tarafa geçebilmek için, ama tabii feci şekilde can vermişler kulenin dibinde. Halesizlere saldırmak isteyenlerin en büyük silahı hala Mindy’nin kendisi. Mor flaşının halesizleri öldürdüğü öğrenildiğinden beri, bunu bir silah olarak kullanma fikri yaygınlaşıyor. Düpedüz soykırım; müsebbibi de benim.
29.
Recep benimle yaşıyor, tanınıp yakalanmamak için mümkün olduğunca az çıkıyor dışarı, bu da “misyon”uyla ilgili bir şey yapma olanağını epeyce kısıtlıyor tabii. Bu arada, dünyada geçirdiği her gün, Recep’in biraz daha solmasına, ışıltısını kaybetmesine yol açıyor. Ruhu ölüyor adamın, göz göre göre.
30.
Bir çözüm yolu bulduğumu düşünüyorum. Mindy için yeni geliştirdiğim güncellemeyi bir gece piyasaya sürüyorum ve on binlerce insanın anında güncellemeyi indirmesini ekrandan izledikten sonra Symaze’den çıkıyorum. Recep’i Boğaz’da yürüyüşe götürüyorum. O gece ne yaptığını anlatıyorum ona: Yeni güncelleme, indirildiği bütün Mindy’leri göçertecek, çalışmaz hale getirecek.
31.
Ertesi gün Symaze’de ortalık birbirine giriyor – güncellemenin nereden çıktığı bilinmiyor, bir hacker saldırısı olduğu düşünülüyor, ben de bir şey demiyorum elbette. Günün sonunda Nazif Kemal’i kovuyorlar ne yazık ki; Taha’nın itirazlarına rağmen beni seçiyorlar yerine. Görevim öncelikle virüsü temizlemek ve Mindy’leri yeniden çalışır hale getirmek, hem de hemen. Sonra da halesizleri öldürmeden görünür kılacak ve geri gelmelerini sağlayacak bir yöntem bulmak. Acayip bir bütçem var, ama büyük de bir kamuoyu baskısı altındayım, çabuk olmam isteniyor. Yani işim, yapmak istediğimin tam tersi. Recep anlattıklarımı dinliyor; bir şey dememesi beni üzüyor çok.
32.
Bazı ülkeler, TV kulelerinin yıkımına başlıyor. Sayıları artıyor. Yakında tek bir kule kalmayacak. Recep’e bunu söylemeye halim yok.
33.
Taha’nın Mebrure’yle birlik olup, bana karşı birlikte birşeyler yapmaya kalkacaklarını öğreniyorum.
Bunun üzerine, en iyi savunma ilkesi uyarınca ilk hamlemi yapıyorum, Yönetim Kurulu’na diyorum ki, Mindy’leri geri alalım, her getirene Mindyset verelim – Mindy’nin başlık modeli bu, geliştirmek üzereyim, artık fotoğraf çekmeye gerek kalmayacak, başlığın vizöründen baktığınızda direkt göreceksiniz. Kurul bu buluşa bayılıyorsa da, Mindy’leri bedava geri alma fikrine yanaşmıyor, %30 depozito saymaya karar veriyor. Ama bu başlıkların çalışmasını sağlamak için televizyon kulelerine ihtiyacım var, diyorum, yıkılmalarını engellemek ve çalışır hale getirmek zorundayız. Başka bir deyişle Symaze’in bu kuleleri satın alması lazım. Dev bir yatırım demek bu. Böyle bir başlık filan yok tabii, zaman kazandıracak bir başlık üretmeyi planlıyorum; televizyon kulesine de ihtiyacım yok aslında, yalnızca geçitleri sağlama almaya çalışıyorum. Başlığın üstünde bir kamera olacak, buradan aldığı görüntüyü eski TV yayınlarında kullanılan türden bir filtreden geçirip yine başlığın vizörüne aktaracak. Yani aslında tamamen sahte olacak. Asıl geliştirmeye çalıştığım başlık ise, doğrudan beyin dalgalarını biçimlendirerek halesizler için televizyon kulelerinden atlamanın yerine geçecek. Ama geliştiremezsem de elimde TV kuleleri olacak B planı olarak.
Yönetim Kurulu’nun kafası çalışan bir-iki üyesi, başlığın prototipini çalışır görmeden kule alımına girişmenin salaklık olacağını söylüyor tabii. Ben de prototipi denemek için kuleye ihtiyacım olduğunu söyleyip bastırıyorum. Çamlıca’dakini almaya karar veriyorlar şimdilik. Bu biraz zaman kazandırıyor bana, yeni bir geçiş yolu bulmak için. Eğer bulamazsam da, foyam ortaya çıkmadan önce (günlerim değil, saatlerim olacak bu durumda) Recep’le birlikte Çamlıca kulesinden atlayıp karşı tarafa geçeceğim – onu atlamaya ikna edebilirsem tabii. Kendi adıma endişem yok: Ruhum olduğunu biliyorum.
34.
Bu arada Recep’i yaşatmaya çalışıyorum, dünyada ona mutluluk verecek şeyler arıyorum. Ama şehir yaşamının hiçbir yönü ona iyi gelmiyor. Doğada biraz rahat ettiğini, nefesinin düzeldiğini fark edince onu Mücahit’le tanıştırıyorum, sincaplara bakmaya birlikte gidiyoruz.
Sincapları beslerlerken Recep diyor ki: Kendimi kurtarmak için kuleden atlayamam, çünkü daha sonra gelmek isteyecek ruhlu insanlara, kullanabilecekleri bir geçiş kapısı bırakmak zorundayım. Bu çok daha önemli. Buna kafam basmıyor – burada yaşayamayacaksa, tabii ki karşı dünyaya geçecek, bunda tartışılacak ne olabilir ki?
Oysa ruh, “ben”den fazla bir şey demek.
Recep diyor ki Mücahit mesela, sonradan gelebileceklerden biri. Kıskançlıkla dinliyorum bunu.
Recep, geçiş yollarının güvenliğini sağlamakla yükümlü olan Bekçileri anlatıyor. Kendilerini bu işe adamış, ruhsuzların arasında yaşamayı kabullenmiş ruhlular. Bunlardan bazılarıyla tanıştırıyor beni. Çoğu sefil halde insanlar.
35.
Bir Pazar akşamı, televizyondaki haberleri seyredip Çin yemeği yerken Recep kendi dünyasını anlatmaya başlıyor – insanların neler yaptığını, şehirlerin, köylerin, hayatın nasıl olduğunu, tuhaflıkları. Masal dinler gibi dinliyorum – gözlerim yaşarıyor neredeyse. Neden, bilmiyorum.
36.
Çamlıca kulesini satın almak için, sahibiyle görüşmek istiyoruz Symaze olarak. Fethullah, dünyanın en büyük medya patronlarından biri – elinde 100 kadar kule var, bir gün lazım olur diye almış, zaten alıcısı da olmadığı için kelepirmiş.
Randevu ayarlanıyor. Fethullah kuleyi kesinlikle satmıyor ama bize kullandırma konusunda ikna ediyorum, ayrıca dünya genelinde de kule satın alma işine gireceğiz ortaklaşa. Bunun için yeni bir şirket kurulacak, hem alımlar, hem de bakım ve idare için.
37.
Mücahit’e gidip onu Kule Şirketi’nin CEO’su yaptığımı söylüyorum. Mücahit üzerime yürüyor, ama bunun gerekli olduğunu anlatıyorum ona: Böylece halesizlerin kulelere erişimi biraz daha kolay olacak muhtemelen, Mücahit’in gizli görevi, bunu bir şekilde ayarlamak ve kulelerin güvenliğini sağlamak olacak. Ama yine de riskli bir yedek plan bu. Kuleler çok göz önünde. Başlığın çalışması lazım.
38.
Symaze’ın bu yeni ortaklığı ve büyük bir finansman kaynağı bulduğu haberi, şirketi borsada uçuruyor, Mindy’ler yağmaya başlıyor. Hepsinin imhası için emir veriyorum. Herkes Mindyset için sıraya girmiş durumda. Siparişler iki haftada üç milyona vuruyor, daha ortada hiçbir şey yokken.
39.
Yalan başlık çalışmaları ilerliyor, fakat yeni geçit konusunda hiçbir ilerleme yok. Taha ve Mebrure, Mindy’leri imha ettirdiğimi öğreniyor – meselenin basit bir program güncellemesinden ibaret olmadığını sanırım anladılar. Beni yakalamak üzereler. Artık yalnız Recep için değil, kendim için de bulmam gerekiyor bu yeni geçidi.
40.
Bu gerilime sinirlerim daha fazla dayanmıyor. Bir gün bunalıp her şeyi kırıp döküyorum, Büşra’yla Salih’in kalbini kırıyorum ve ortadan kayboluyorum. Delirecek gibiyim. Daha sonra öğreneceğim: Ben o gece eve dönmeyince Recep önce huylanıyor, Mücahit’e gidiyor, orada da olmadığımı görünce acayip endişeleniyor, fellik fellik beni aramaya koyuluyorlar. Recep koca şehirde yalnızca benim onu götürdüğüm yerleri biliyor, Mücahit sırayla bu yerlere götürüyor karavanıyla, Recep de anlatıyor ona, şurada şunu yapmıştık, burada bunu diye.
Çamlıca tepesinde buluyorlar beni tabii. Sincaplar etrafımda koşuşturuyor, dalgalanan kuyruklarıyla birbirlerini kovalayıp ağaçlara tırmanıyorlar. Recep’i karşımda görmek mutlu ediyor beni bir an, ama Recep ölmek üzereymiş gibi görünüyor.
“Kışın bu sincaplar ne yapacak?” diye soruyor Recep, “kış uykusuna yatıyor değil mi bunlar?” “Evet,” diyor Mücahit, “ne biçim rüya görüyorlardır düşünsene, koca kış boyunca, başka bir dünyada yaşamak gibi bir şey.” İrkiliyorum, ne tepki verdiysem, Mücahit’in gözlerinde korku görüyorum. Korkacak bir şey yok oysa; çözümü buldum yalnızca: Uyku.
Eğer doğru frekanstaki dalgaları uyku sırasında beynin doğru yerine verecek bir alet geliştirebilirsem, ruhluların televizyon kulesinden atlamasına benzer bir etki yaratabilirim.
Mücahit, “Ben bu kuleden atlama işi nasıl çalışıyor anlamadım hala,” diyor.
“Aslında çalışmaması lazım,” diyorum. “İşin fiziğine bakarsan, kuleden kim atlarsa atlasın, yere çakılır.”
Recep, “Bütün ruhunla inanırsan, istediğin yerden atlayabilirsin,” diyor.
Mücahit ona dönüp, “Televizyondaki eski filmler gibi konuşuyorsun,” diyor.
41.
Araştırmalarımı gizlice bu konuda yoğunlaştırıyorum. Mindy flaşlarının sağlık üzerindeki potansiyel zararlı etkileri hakkında da üçüncü kişilerin rapor yazmasını ve bunların medyaya düşmesini sağlıyorum, bir gün Mindy’lere dönüş olmaması için. Mebrure her yaptığımı izliyor, farkındayım. Arkamdan laboratuvara giriyor, defterlerimi, bilgisayarımı kurcalıyor, Taha’ya anlatıyor. Fethullah’tan randevu alıp ona da anlatıyorlar, herif iplemiyor, bana kanıt getirin, o zamana kadar da defolun gidin, çekiyor. Bana da kahkahalarla anlatıyor olanları.
42.
Sonunda başlığı deneme aşamasına getirmeyi başarıyorum, kulağa değil, biraz daha üstüne takılıyor. Deneme şansım yok tabii. Üretim yöntemini ve ilkelerini de ayrıntılı olarak kaydediyorum sonrakiler için. Üç tane başlık yapıyorum – biri Recep’in, biri benim, biri de acil bir durumda Mücahit’in kullanması için.
Üçüncü Perde
43.
Bunları çantama koyup şirketten çıkacakken koridorda ışıklar sönüyor. Mebrure’nin karaltısını görüyorum, peşimde. Karanlıkta epey bir kovalamaca oluyor, yetişiyor sonunda, itiş kakışta çantayı elimden alıyor ve kaçmaya başlıyor. Bir ara gözden kaçırıyorum, ama sonunda yakalıyorum. Elimde bir mermer heykelcik, birisinin masasından aldım herhalde, Mebrure’nin kafasına indirmek üzereyim. Mebrure aman diliyor, ağlıyor, yalvarıyor. Bir anda kendime geliyorum, kadını öldürecek halim yok herhalde. Mebrure beni ne çok sevdiğini, benim için endişelendiğini, son zamanlarda çok kötü durumdaymış gibi göründüğümü, bana yardım etmek istediğini filan anlatıyor da anlatıyor. Ona bakakalıyorum: Ne yaptığını gayet iyi anlıyorum, çünkü ben de eskiden Mebrure gibiydim biraz: dalavereci, Bizanslı, milletin ayağını kaydıran bir karı. Mebrure’nin gitmesine izin veriyorum. Hata yaptığımı tahmin ediyorum: Muhtemelen çantamın içindekileri görmüştür, belki başlık üretimine dair notlarımı bile kopyalamıştır iki arada bir derede.
44.
Nitekim: Sonradan öğreneceğim üzere, Mebrure doğruca Fethullah’a gidiyor. Çektiği fotoğrafları gösteriyor, başlığın ne işe yaradığını anlatıyor. Fethullah boş boş bakıyor, ee ne yani? Mebrure de benim bu dünyadan kaçmak için bu buluşu yaptığımı anlatıyor tane tane. “Bir hafta sonra dünyanın en zengin adamları arasına girecek biri, yarın Karayiplere uçak bileti almışsa gizlice, ne yaparsınız? Televizyonda hiç mi eski film izlemediniz?” diye soruyor. Fethullah’ın suratı bombok oluyor.
45.
Bu sırada ben, Recep’i alıp Mücahit’in karavanına gidiyorum, başlıklardan birini ona teslim ediyorum, üretim prensiplerinin dosyalarını da aktarıyorum, olanları anlatıyorum. Televizyon kuleleri planına bir şey olursa bu başlıkların kullanılması gerekeceğini söylüyorum. Mücahit, Bekçi’lerle konuşmaya ve acil durum planı yapmaya gidiyor, biz karavanda kalıyoruz. Recep’e onunla birlikte öbür tarafa geçeceğimi açıklıyorum, ne yapacağımızı anlatıyorum. Recep’te bir tuhaflık var. Başlığın tehlikesi olup olmadığını soruyor. “Senin için yok,” diyorum. O zaman benim bu başlığı kullanmama deli gibi itiraz ediyor, ölmemden korkuyor belli ki. Bu da ruhumun olduğuna inanmadığını gösteriyor. Ağlayacak gibi oluyorum. “O zaman ben de gitmem, burada kalacağım,” diyor. Ama burada kalması, ölmesi demek. Elini tutuyorum: “Ruhum yoksa, niye yaşamak isteyeyim? Birlikte gideceğiz.”
Mücahit’in dar yatağına sıkışarak yatıyoruz. Başlıkları takıyoruz. Recep ikimizin de başlığını çıkarıyor, öpüşüyoruz uzun uzun. Bunun bir veda öpücüğü olduğunu düşündüğünü anlıyorum. Yeniden takıyoruz başlıkları, REM’e geçtiğimizi algılayıp otomatik olarak dalga verecekler, yani önce uyumamız gerek.
46.
Bu esnada Fethullah’ın vurucu timi evime girmiş, ortalığı darmaduman etmiş, bulamayınca merkeze sormuşlar, Fethullah Mebrure’ye sormuş nereye gider bu kaltak diye, o da nereden biliyorsa Mücahit’e gitmiş olabileceğimi söylemiş (daha çok arkadaş edinmeliyim), karavanın yerini bilmiyormuş ama.
Fethullah’ın adamları karavanın kayıtlarını bulmuş emniyetten, GPS’ten yeri saptamışlar. Tim hemen oraya yönelmiş.
47.
Bomboş bir dünya hayal ediyorum, renklerin bile az olduğu, beyaza çalan bir dünya; hafifleyeceğim, uçacağım bir dünya. Uykuya dalıyorum, elim Recep’in elinde. 48.
Zifiri bir karanlıkta uyanıyorum; gözlerimin alışmasını bekliyorum. Bir pencere olduğunu görüyorum önce, bir yatakta yattığımı şaşırarak fark edip kalkıyorum, pencereye yöneliyorum. Kırsaldayım, belki bir çiftlikte; büyük bir çiftlik ya da mandıra gibi bir yer olmalı. Odanın kapısına gidip ışığı açıyorum – sade ama zevkli döşenmiş, butik otel odasına benzeyen bir yer burası, televizyonu ve minibarıyla birlikte. Kapıyı açmak istiyorum, ama kilitli. Recep ortada yok.
Televizyonu açıyorum. Tek bir kanal var, tanıdığım bir kanal da değil, logosu filan yok. Yapım kalitesi olarak da normal televizyon yayınlarının düzeyinde değil, tuhaf bir eskiliği var sanki. Yıllar öncesinin programlarını yayınlayan bir kanal olduğunu düşünüyorum önce, ekrandaki karakterler tanıdık geliyor ama tam da çıkaramıyorum. Sonra Recep’i görüyorum. Donmuş bir şekilde ekrana bakarken kapının açıldığını duyuyorum.
Genç bir kadın bu, güleryüzlü. Hatırımı soruyor, sonra “Sizi bekliyorlar,” diyor. Kimin beklediğini soruyorum ama cevap vermek yerine yine gülümsüyor. Birlikte odadan çıkıyoruz.
49.
Yerin altına iniyoruz asansörle, epey altına. Geldiğimiz yerin büyük bir televizyon stüdyosu olduğunu, daha doğrusu bir dizi irili ufaklı stüdyodan oluşan dev bir stüdyo olduğunu idrak etmem zaman alıyor. Bir oturma odası dekoru görüyorum, bir tür aile komedisi dizisine benziyor ortam, gerçekten de öyle olduğunu görüyorum sonra: Recep, yerli Al Bundy olarak karşımda.
“Gelebildiğinize çok sevindim,” diyor arkamda bir ses; dönünce Fethullah’la burun buruna geliyorum. “Ne yazık ki uçağım beni bekliyor, ama en kısa zamanda sizinle uzun bir sohbet yapmayı çok isterim.” Yanında Büşra ve Salih’le –ikisi de yere bakıyor tabii- gidiyor sonra.
Çekim bitince Recep yanıma geliyor, ben bir şey diyemeden beni yukarıya, dışarıya çıkarıyor.
50.
Yıldızlı bir gece, serin. “Neresi burası?” diye soruyorum.
“Kırklareli. İğneada tarafında bir çiftlik. Havası çok temiz, değil mi?”
Susuyorum. Boğazını temizleyip devam ediyor.
“Anlatmam gereken bir sürü şey var. Sonunda benden nefret edeceksin, suratımı bile görmek istemeyeceksin herhalde.”
Bunu duyunca, dinleyeceklerimden çok korkuyorum bir an.
Ceketinin iç cebinden küçük bir matara çıkarıyor, kapağını açıp bana uzatıyor.
“Tarçınlı ıhlamur.”
İçemiyorum.
“Mindy’lerin kullanacağı frekansı belirlediğin günü hatırlıyor musun?”
Beklemediğim bir soru bu.
“Evet?”
“İşte o frekans, Fethullah’ın bütün dünyada eski usul yerel televizyon yayını için kullandığı frekans. Burası bir televizyon stüdyosu, fark ettin herhalde; bunun gibi yüz yirmi stüdyo daha var dünyanın her yerinde. Fethullah’ın televizyon kulelerini kullanıyor hepsi, gizlice tabii. Mindy’ler, bizim televizyon yayınlarımızın anlık fotoğraflarını çekiyor aslında, aynı anda çektikleri diğer görüntünün üstüne bindiriyorlar. Asistanların seni o frekansa yönlendirdi, çünkü onlar da bizimkilerden.”
“Ruhu olanlar mı?”
Dalga geçip geçmediğimi anlamak istermişçesine bakıyor bana.
“O da hikaye maalesef. Bunun gibi çiftliklerde yaşayıp kendi dizilerini çeken, dünyanın her yerinde aynı şeyi yapan televizyoncularız biz, o kadar. Eski tip televizyoncu. Kablo-uydu diktasına karşı savaşıyoruz. Glokal yayın gerillası diye düşün. Kendi görüntüleme cihazımızı da geliştireceğiz. Artık insanlar bu boktan dizileri, sahte haberleri, danışıklı dövüşleri, önceden tasarlanmış tartışmaları izlemek zorunda kalmayacak.”
“Devrimcisiniz yani?”
“Sen hepimizden büyük devrimcisin,” diyor Recep. “Sen olmasaydın Fethullah da, biz de kendi kum havuzumuzda oynuyor olacaktık hala.” Dalga mı geçiyor anlamıyorum.
“Benden ne istedin Recep? Ne yaptım sana ben?”
Recep hemen cevap vermiyor.
“Mindy ve remindy.me bizim PR çalışmamızdı, senden başkası yapamazdı. Sonra da onları yıkmak gerekecekti, bunu da biz beceremezdik, ben hiç beceremezdim. Ancak sen yapabilirdin. Symaze o darbeyi alacaktı ki arkasından biz çıkalım. Şimdi Fethullah Symaze’i ucuza alacak, kendi cihazlarımızın üretimini orada yapacağız. Kuleleri de Symaze’le birlikte alıyoruz zaten. Tam senin kafandan çıkacak türden bir şey bu aslında. Birlikte iyi iş yaparız bence.”
Nutkum tutuluyor. “Allah senin belanı versin!” diyerek suratına tokadı oturtuyorum. O kendine gelemeden koşmaya başlıyorum. Çiftliğin çıkışı nerede bilmeden.
51.
Bir süre sonra durmak zorunda kalıyorum nefessizlikten. Bacaklarım kopacak gibi. Beynim zonkluyor. Yere yığılıyorum. Çiftliğin sınırına bile gelmemişim. Recep geliyor az sonra. Yanıma oturuyor. Yeniden vurmaya çalışıyorum, ellerimi tutuyor.
“‘Bizim PR çalışmamız’ dediğin şeye ben iki yılımı verdim. Sonra başıma sen çıktın. Her yerde seni aradım. Adapazarı’na bile gittim. Buralarda öleceksin diye ödüm bokuma karıştı. Seni saklayacağım diye aklım çıktı. Nasıl bir köpeksin sen? Söylesene!”
Soğukkanlılığını koruyor Recep.
“Zamanı değil belki ama, başlığı kafandan çıkarmasaydım şimdi soğuk bir rafta yatıyor olacaktın, hatırlatayım,” diyor. Ellerimi bırakıyor.
Parmağımla omzundan ittiriyorum.
“Bana asla güvenemeyeceğini biliyorsun, değil mi? Acele etmem, doğru fırsatın doğru zamanda gelmesini beklerim, sonra ne sen kalırsın, ne senin Fethullah’ın, biliyorsun değil mi? Bak bakalım ben çıkarıyor muyum senin başından başlığı o zaman.”
“Onu da bırak ben düşüneyim,” diyor. Karanlıkta gülüp gülmediğini tam anlayamıyorum.
Konuşmuyoruz, öylece oturuyoruz orada, o kadar.
52.
Sessizlik tuhaf bir şekilde sakinleştiriyor beni.
“Mindyset beynini kızartacak diye korktun mu peki?” diye soruyorum.
“Yoo, severim ben o eski çılgın bilim adamı filmlerini, onlar gibiydi. Dedim ki, bu kız gidiyorsa ben de giderim.”
“Gidilecek bir yer yokmuş ki?”
“Yaa. Düşün işte.”
Bir şey demeden uzunca bir süre geçiyor yine.
Neden sonra, Recep matarayı uzatıyor yeniden, barış çubuğu gibi.
“Daha sert bir şeyin yok mu?” diyorum.
Göz göze geliyoruz.
“Kahve filan?” diye soruyor.
Yere, çimenlerin üzerine çekiyorum onu, ağırlığını göğüs kafesimde hissediyorum.
“Veya başka bir şey,” diyorum.
S.O.N.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.