21.7.11

paul baba

istanbul festivali biletleri için sabahın köründe, akm önünde rezervasyon kuyruğuna girdiğimiz yıllarda, iksv'ye bir mektup yollamıştım, daha doğrusu bir form doldurmuştum galiba, "kimleri istanbul'da görmek istersiniz?" minvalli. saydığım sekiz müzisyenden yedisi sonraki birkaç yıl içinde geldi; gelmeyen tek bir isim vardı: paul simon.

paul simon'ı almanya'daki çocukluğumdan, yani 1970'lerin başlarından hatırlıyorum - doğrudan kendisini ya da art garfunkel'ı değilse de, "el condor pasa"yı ve onun o yıllarda çok meşhur olan james last orkestrası versiyonunu. paul simon'la kafayı yemem liseye adım atmama ve ilkokul sonunda elimden bıraktığım gitarın tozunu alıp yeniden kurcalamaya başlamama denk gelir. okul kütüphanesinde ve müzik hocamızın elinde simon şarkılarının nota kitapları vardı, bunlardan bir yığın fotokopi çektirip çalışmaya başladım. yine kütüphanede bir-iki kaset buldum, ama bunlar beni kesmedi. o yıllarda ailemle izmit'te oturuyorduk, izmit'in de istiklal caddesi kıvamındaki merkezi olan fethiye caddesi'nde, plaktan kaset çeken bir "stüdyo mozart" vardı, orayı taciz ettim, ama birşey çıkmadı. fakat şöyle bir güzellik oldu: model united nations toplantıları için okul ekibiyle birlikte lahey'e gittim, plakların göbeğine düşmüş gibi oldum ve simon-garfunkel'ların çoğunu, başta central park konseri olmak üzere topladım. konserin iki plağını stüdyo mozart'ta kasete çektirdim. artık hazırdım.

yatakhane arkadaşlarımın önemli bir kısmı da (mesela umur hatipoğlu, cem mutlu, kanat emiroğlu, erdoğan abacı...) benim bu paul simon merakımı paylaştığı için, konserin tamamını, şarkıların sırasıyla, seyircilerin bağırışları ve simon-garfunkel'ın konuşmalarıyla, hatta enstrüman sololarıyla tam tekmil ezberlememiz zor olmadı. iş öyle bir noktaya vardı ki, mesela "sound of silence"ın değişik versiyonları arasındaki farkları bilir ve akademik tartışmalar yapar hale geldik.

gitar cephesinde de, çalmayı ilk öğrendiğim parçalar haliyle paul simon besteleri oldu. ilk üç parça "the boxer", "me and julio down by the schoolyard" ve tabii "sound of silence"tı.

"graceland" albümü çıkana dek, bütün paul simon şarkılarını, tamamını ezbere biliyordum, hepsini çalamasam da. "graceland"i ilk dinlediğim akşamı çok iyi hatırlıyorum - kasetle birlikte eve geldim (artık istanbul'da, erenköy'de oturuyorduk, ben de mühendislik öğrencisiydim; kız arkadaşım, paul'le art arasında "eşcinsel" bir münasebet olduğunu benden yeni öğrenmiş olmanın yıkımını yaşıyor ve bunu onlara hiç yakıştıramıyordu), hemen odama çekilip dinlemeye koyuldum. üst üste üç kez dinledim ve sinirden ağlamaya başladım, "paul bunu neden yaptın!" cümlesini kurduğumu da itiraf edeyim. parçaları ne kadar sevmediğimi anlatmam zor. fakat dinlemeyi de sürdürdüm sonraki günlerde. herhalde yirmi beşinci dinleyişimde filan, ışık yeniden doğdu: bu albümü de seviyordum artık!

sonraki yıllarda paul simon'la ilişkim bir parça soğudu. başka tür şeyler dinler oldum, simon'ın parçaları biraz fazla "şekerli" gelmeye başladı, özellikle "the rhythm of the saints"ten sonra yaptıkları. yine de atladığım bir albümü olmadı (toplamalar dışında); ne yaptığını hep takip ettim, ama yeni bir şarkısını ezberlemedim artık.

paul simon'ı canlı görmek için 19 temmuz 2011'e dek beklemem gerekiyormuş demek. aslında neredeyse bu sefer de göremeyecektim, çünkü bizim ufaklığın hafif bir ateşi vardı, esra da onu bırakmak istemiyordu; "ben de gitmem, ne var" dediysem de esra'nın çeşitli tehditleri karşısında çok da fazla direnmeyip açıkhava'nın yolunu tuttum.

paul simon'ın yeni albümü "so beautiful or so what" için turnede olduğunu, konserlerde üç aşağı beş yukarı nasıl bir set çaldığını biliyordum, ama yine de eski parçaların ağırlıklı olmasına sevindim. paul simon artık "paul baba" olmuş, aslında dede olmuş, ama adamda hala iki saat şarkı çalıp söyleyecek derman var, helal olsun. ses tabii epeyce gitmiş, zaten son on beş - yirmi yıldır burnunda et var gibi söylüyor şarkılarını; formunun zirvesindeyken de sesinin "güzel" olduğunu söylemek zordu öte yandan, beste-söz-ses paketi olarak güzeldi paul simon. epeydir konsere gitmiyordum, bu konserde eni konu eğlendim - önümdeki sırada, çaprazımda oturan 50 yaşlarında topluca bir kadın vardı, öyle bir coşkuyla şarkılara eşlik etti, alkışladı, bağırdı, sevdiği şarkılar çıkınca tezahürat yaptı ki, konserin kendisi kadar onun performansı da eğlendirdi beni. seyirciler arasında gençler de gözüme çarptı, ama herhalde anne-babalarının zoruyla gelmişlerdi; çoğunluk 30-60 arasındaydı. nilüfer göle, asaf savaş akat, sedat ergin gibi simalar da oradaydı.

işte böyle. paul babayı da gördük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.