30.7.11

elem gelmiş cihane

annesi kapıyı açacak mı? ne zamandır açmıyor? ne yapıyor ki açmıyor? jack bunu hep mi yapıyor – olmayacak zamanlarda ağlayarak kapıya gelip ağlamaya mı başlıyor? kapı neden kilitli? jack neden ağlıyor – içeri girememek mi onu korkutan, yoksa büyük çocuklardan dayak mı yemiş? annesi onu duymuyor mu yoksa? ufacık bir karavanın kapısında ağlayan çocuğun sesi, bütün kamp alanında yankılanmıyor mudur? karın bile gizleyemediği döküntülerle kaplı bu alan mı daha sefil, karavanın içi mi? dışarısı kadar soğuk mu içerisi de? içeri girememek değil de, annesinin kapı kilitliyken yaptığı şey mi yoksa jack'i ağlatan? babası nerede, içeride mi o da? yoksa annesiyle babası birlikteyken çok mutlu oluyor da, bu mutluluğa dahil edilmemiş olmak mı koyuyor jack'e? içeride daha mutsuz olacağını bile bile yine de girmek istiyor olabilir mi? fotoğrafçı, jack kadar mutsuz mu?

(tekrar)

26.7.11

anadilinde yaşama hakkı

toplum içi eşitsizlikler, bütün kötülüklerin anasıdır, biliyoruz. bu eşitsizliklerin pek çoğu bir biçimde katlanılır olabilir, bir süreç sonunda düzeleceği umuduyla; katlanması en zor olan, çünkü günlük yaşamdaki varoluşun özünü belirleyen eşitsizlik, dille ilgili olan eşitsizliktir. yabancı bir ülkede, yabancı bir dil içinde yaşamış olanlar bunun ne demek olduğunu hemen anlayacaktır. o dili çok iyi bilseniz de, hatta bazen "sokaktaki adam"dan daha iyi bilseniz de böyledir bu. ama anadilinizin ev-sokak-işyeri-kurum-devlet dili olduğu bir yer vardır, "memleket" dersiniz oraya, insanlar orada kasapla da o dilde konuşur, polisle de, sevgiliyle de, çocuğuyla da; işini de o dilde görür, biyoloji dersini de. o dilde küfreder, sabaha karşı telefon çaldığında o dilde konuşur, o dilde açar içini. burasının, bu "memleket"in varlığı bile bir tesellidir, gitmeseniz de görmeseniz de hesabı. anadilinizin bu şekilde varolabilmesi, sizin bu dilde, bu dille varolabilmeniz engellendiğinde ortaya çıkan eşitsizlik, dediğim gibi başka hiçbir şeye benzemez.

25.7.11

intihal intihardır

intihal nedir, pardon?

bakan ömer dinçer'in vaktiyle, bakan olmadan önce yardımcı doçentiyle birlikte yazdığı çalışmada intihale rastlanmadığını söyleyen yök, şöyle bir rapor yazmış bugünkü radikal'in haberine göre:

“Eserlerin genel karakteri itibarıyle bilimsel kurallara uygun olarak hazırlandığı, fakat bazı usul, gösterim biçimi, ifadelendirme yetersizlikleri olduğu, eserin intihal açısından değil, bilimsel yazım ve alıntı yapma kurallarına uyum kalitesi açısından değerlendirilebileceği, iddia edilen konuların intihal kapsamına girmeyeceği sonuç ve kanaatine varılmıştır.”

türkçesi şu: ömer dinçer başka bir kitaptan alıntı yapmış, kaynak göstermemiş; cümleleri olduğu gibi almış, kendi anlatım biçimiyle yeniden yazmaya bile tenezzül etmemiş ve kaynak göstermemiş. yani başkasının yazdıklarını alıp kendisi yazmış gibi yapmış. yani intihal yapmış. intihal tanım olarak bu zaten: "yaygın bilgi"nin parçası olmayan, özgün bir sözü, fikri vs alıntıladığını göstermezsen intihal yapmış olursun. lisans öğrencisiyken öğretirler adama nasıl alıntı yapacağını. turnitin diye bir program var, veri tabanındaki ve internet arşivlerindeki yazılı belgelerle öğrenci ödevlerini karşılaştırıp intihal varsa saptıyor mesela. kimi durumlarda öğrenciyi okuldan atıyorlar. doçent olmuş adam alıntı yapmasını bilmiyorsa zaten doçentlikten atılmalı; kendi öğrencilerine nasıl öğretecek ki alıntı yapmanın doğru yolunu?

akademik dünyanın en önemli kurallarından biri bu: başkasının fikrini kullanmak serbest, ama fikrin başkasına ait olduğunu belirttiğin sürece. bunu beceremeyenler akademisyenliği bıraksın, romancı olsun ya da blog yazsın.

memleketin her tarafı şike yahu; bize ulusal bir etik kurulu (etik kurul değil bu arada!) lazım.

22.7.11

çocuklara masallar

erkek kardeşim benden 13 yaş küçük; yani o üç-dört yaşındayken ben ona masal uydurabilecek yaştaydım. bundan 25 yıl öncesinden söz ediyorum! o zamanlardan hayal meyal anımsadığım bir masal var, afrika'dan yola çıkıp avustralya'ya giden ve burada kangru kardeşle tanışan zürafa kardeş hakkında. aradan yıllar geçip kendi çocuğum olunca, ona da her akşam masal uydururken buldum kendimi. sonra bunlardan bazıları daha girift, başı-ortası-sonu olan masallar haline geldi. dedim ki ben bunları yazayım bari; bu çocuk bu uydurmacaları seviyorsa belki başkaları da sever.

efenim geldik bugüne... bumba dağın arkasını merak ediyor, bu uydurmacalardan yayımlanmış olan ilki. can çocuk'tan taze taze çıktı. aslında evden kaçan kız çocuğu hikayesi, ama dünyanın kötülükleriyle karşılaşıyor mu, hayır. öyle naif bir çizgisi var, diğer uydurmacaların da öyle. devamı gelecek gibi görünüyor.

21.7.11

paul baba

istanbul festivali biletleri için sabahın köründe, akm önünde rezervasyon kuyruğuna girdiğimiz yıllarda, iksv'ye bir mektup yollamıştım, daha doğrusu bir form doldurmuştum galiba, "kimleri istanbul'da görmek istersiniz?" minvalli. saydığım sekiz müzisyenden yedisi sonraki birkaç yıl içinde geldi; gelmeyen tek bir isim vardı: paul simon.

paul simon'ı almanya'daki çocukluğumdan, yani 1970'lerin başlarından hatırlıyorum - doğrudan kendisini ya da art garfunkel'ı değilse de, "el condor pasa"yı ve onun o yıllarda çok meşhur olan james last orkestrası versiyonunu. paul simon'la kafayı yemem liseye adım atmama ve ilkokul sonunda elimden bıraktığım gitarın tozunu alıp yeniden kurcalamaya başlamama denk gelir. okul kütüphanesinde ve müzik hocamızın elinde simon şarkılarının nota kitapları vardı, bunlardan bir yığın fotokopi çektirip çalışmaya başladım. yine kütüphanede bir-iki kaset buldum, ama bunlar beni kesmedi. o yıllarda ailemle izmit'te oturuyorduk, izmit'in de istiklal caddesi kıvamındaki merkezi olan fethiye caddesi'nde, plaktan kaset çeken bir "stüdyo mozart" vardı, orayı taciz ettim, ama birşey çıkmadı. fakat şöyle bir güzellik oldu: model united nations toplantıları için okul ekibiyle birlikte lahey'e gittim, plakların göbeğine düşmüş gibi oldum ve simon-garfunkel'ların çoğunu, başta central park konseri olmak üzere topladım. konserin iki plağını stüdyo mozart'ta kasete çektirdim. artık hazırdım.

yatakhane arkadaşlarımın önemli bir kısmı da (mesela umur hatipoğlu, cem mutlu, kanat emiroğlu, erdoğan abacı...) benim bu paul simon merakımı paylaştığı için, konserin tamamını, şarkıların sırasıyla, seyircilerin bağırışları ve simon-garfunkel'ın konuşmalarıyla, hatta enstrüman sololarıyla tam tekmil ezberlememiz zor olmadı. iş öyle bir noktaya vardı ki, mesela "sound of silence"ın değişik versiyonları arasındaki farkları bilir ve akademik tartışmalar yapar hale geldik.

gitar cephesinde de, çalmayı ilk öğrendiğim parçalar haliyle paul simon besteleri oldu. ilk üç parça "the boxer", "me and julio down by the schoolyard" ve tabii "sound of silence"tı.

"graceland" albümü çıkana dek, bütün paul simon şarkılarını, tamamını ezbere biliyordum, hepsini çalamasam da. "graceland"i ilk dinlediğim akşamı çok iyi hatırlıyorum - kasetle birlikte eve geldim (artık istanbul'da, erenköy'de oturuyorduk, ben de mühendislik öğrencisiydim; kız arkadaşım, paul'le art arasında "eşcinsel" bir münasebet olduğunu benden yeni öğrenmiş olmanın yıkımını yaşıyor ve bunu onlara hiç yakıştıramıyordu), hemen odama çekilip dinlemeye koyuldum. üst üste üç kez dinledim ve sinirden ağlamaya başladım, "paul bunu neden yaptın!" cümlesini kurduğumu da itiraf edeyim. parçaları ne kadar sevmediğimi anlatmam zor. fakat dinlemeyi de sürdürdüm sonraki günlerde. herhalde yirmi beşinci dinleyişimde filan, ışık yeniden doğdu: bu albümü de seviyordum artık!

sonraki yıllarda paul simon'la ilişkim bir parça soğudu. başka tür şeyler dinler oldum, simon'ın parçaları biraz fazla "şekerli" gelmeye başladı, özellikle "the rhythm of the saints"ten sonra yaptıkları. yine de atladığım bir albümü olmadı (toplamalar dışında); ne yaptığını hep takip ettim, ama yeni bir şarkısını ezberlemedim artık.

paul simon'ı canlı görmek için 19 temmuz 2011'e dek beklemem gerekiyormuş demek. aslında neredeyse bu sefer de göremeyecektim, çünkü bizim ufaklığın hafif bir ateşi vardı, esra da onu bırakmak istemiyordu; "ben de gitmem, ne var" dediysem de esra'nın çeşitli tehditleri karşısında çok da fazla direnmeyip açıkhava'nın yolunu tuttum.

paul simon'ın yeni albümü "so beautiful or so what" için turnede olduğunu, konserlerde üç aşağı beş yukarı nasıl bir set çaldığını biliyordum, ama yine de eski parçaların ağırlıklı olmasına sevindim. paul simon artık "paul baba" olmuş, aslında dede olmuş, ama adamda hala iki saat şarkı çalıp söyleyecek derman var, helal olsun. ses tabii epeyce gitmiş, zaten son on beş - yirmi yıldır burnunda et var gibi söylüyor şarkılarını; formunun zirvesindeyken de sesinin "güzel" olduğunu söylemek zordu öte yandan, beste-söz-ses paketi olarak güzeldi paul simon. epeydir konsere gitmiyordum, bu konserde eni konu eğlendim - önümdeki sırada, çaprazımda oturan 50 yaşlarında topluca bir kadın vardı, öyle bir coşkuyla şarkılara eşlik etti, alkışladı, bağırdı, sevdiği şarkılar çıkınca tezahürat yaptı ki, konserin kendisi kadar onun performansı da eğlendirdi beni. seyirciler arasında gençler de gözüme çarptı, ama herhalde anne-babalarının zoruyla gelmişlerdi; çoğunluk 30-60 arasındaydı. nilüfer göle, asaf savaş akat, sedat ergin gibi simalar da oradaydı.

işte böyle. paul babayı da gördük.

20.7.11

ernesto mestre - a professional note

last july i was looking for an editor for one of my novels in english, and michael mcirvin from pro writing and editing suggested ernesto mestre. this is the letter i received from ernesto:

My name is Ernesto Mestre.  I am a freelance editor and novelist and have been referred to you by Michael McIrvin of Pro Writing and Editing.  I have received the excerpt from your book and am currently working on a brief sample edit to give you a sense of what I can do to strengthen your work and get it in the best shape for submission for agents and publishers.  I will have it for you by tonight.  Looking over it briefly, it looks like very engaging material, and I have received your follow up letter to Michael about the language issues...

Here are some of my credentials:

B.A. English Literature,  Tulane University
Ph.D. Renaissance Literature, New York University
Professor of Fiction and Latin American Literature, Sarah Lawrence College & Brooklyn College

Novels
The Lazarus Rumba
The Second Death of Única Aveyano
Sacrificio (forthcoming)

Translations from Spanish
The Last Masquerade, a novel by Antonio Orlando Rodriguez
Malinche, a novel by Laura Esquivel
Our Lady of the Night, a novel by Mayra Santos-Febres
Call Me Brooklyn, a novel by Eduardo Lago (forthcoming)
No Time for Heroes, a novel by Laura Restrepo (forthcoming)

Fellowships
New York Foundation for the Arts Fellowship in Fiction
John Simon Guggenheim Fellowship in Fiction

You will hear from me soon, and I hope that we can work together, and that I can be of help in taking the next step in bringing your work to readers.

***

this sounded fine, and the sample edit he did was very good, so i wired him half of the sum we agreed upon, and ernesto mestre got to work. after a negligible delay, he handed in the first half of the manuscript, again having done a good job. so i wired him the remaining half of the payment, and began waiting for the finished manuscript. which should have come after a month. which never came. it's been a year to the day - in the interim, he wrote me a couple of emails to the effect that he was working on the manuscript, that he was having a series of personal problems, that he was almost finished with the work, etc. he used to answer my queries, but then that was gone as well. i finally asked him to wire back the second payment, and since then ernesto mestre is nowhere to be found.

this is not just about money: i had felt a certain comradery develop between us, and had trusted ernesto mestre professionally with my work. now i feel betrayed on both accounts. being in the same line of business myself, i have decided to make this public - in order to help prevent ernesto mestre's possible betrayal of others.

16.7.11

temsil hakkı mı, federal devlet mi?

türkiye'deki liberal cumhuriyetçilerin (yani bireysel özgürlüklere bağlı, ama "cumhuriyet'in kazanımları"nı da gözden çıkarmaya yanaşmayacak muhafazakarların), kürt sorununa şöyle yaklaşması gerekir diye düşünüyorum, onlar adına düşünmeme kızmazlarsa:

aslolan insan haklarıdır, bireysel haklardır, ama cinsiyet ayrımcılığının yapıldığı bir yerde kadın haklarını savunmak gereklidir; öte yandan, amaç kadın-erkek eşitliği ve toplumsal temelde "cinsiyet körlüğü" yaratmaksa (yani bir insana baktığımızda onun toplum içinde olabileceği şeyleri belirleyen unsurlar arasında cinsiyetini görmezden gelmeyi başaracaksak), bu hak savunusunun karşıtlıkları, giderek düşmanlıkları daha da vurgulayıp kalıcı hale getirmemesi için de çaba göstermek gerekir. aynı şey milliyetçilik için de geçerli olmalıdır - başkalarının pahasına kendi aidiyetini yüceltme girdabına girmediği sürece milliyetçilik ("ötekinin milliyetçiliği") belki katlanılır birşey olabilir, ama bir etnik grup, tam da bu temelde ayrıma tabi tutuluyorsa etnik hakların savunulması gerekir, ta ki toplumsal temelde "etnik körlük" yaratılana kadar. burada da karşıtlıkları, düşmanlıkları daha kalıcı hale getirmemek önemlidir, eğer toplumsal bir ayrışmadan medet umulmuyorsa, eğer birlikte yaşamak isteniyorsa.

bir etnik grubun, bir etnik "azınlığın" (sayısal bir azınlık olma durumundan söz ediyorum, x antlaşması'yla yapılmış siyasal haklar tanımından değil) hakları, kategorik olarak nelerdir peki? burada izlenebilecek iki ana yol olabilir - birincisi, genel siyasal yapının içinde temsil hakkının sağlanması, ikincisiyse federal bir yapıda kendi kendini yönetme ve özerklik hakkının sağlanması. uzun vadede, eğer amaç birlikte yaşamaksa, ikinci seçenekten gitmek hata olabilir - birlikte yaşayamadığı için birbirinden ayrı duranların seçeceği bu yol, ülkenin genel yapısının sürdürülmesini sağlayabilir elbette, ama toplumun ayrışmasını engelleyemeyeceği gibi, "etnik körlük" yaratma hedefini de baltalar. birinci seçenekse, paradoksal şekilde, ulaşılmaya çalışılan körlüğün tam tersine bir tutum izlemeyi, etnik kimliği çok daha görünür/duyulur kılıp gerektiğinde kotalar kullanarak temsil edilmesini sağlamayı gerektirebilir. bu da incelikli yaklaşımlar gerektiren bir seçenektir, azı ilaçken, fazlası zehre dönüşebilir. burada yalnızca bireysel hakların tanınması değil, etnik kimlikten doğan toplumsal (siyasal ve ekonomik) hakların da temsiliyet sistemi aracılığıyla garanti altına alınması gerekebilir, en azından "etnik körlük" yerleşene kadar.

bu da, kürt vatandaşının kürtlüğünü görmemeyi bir güvenlik tercihi olarak seçen sistemin, kürt vatandaşının kürtlüğünü bir eşitlik tercihi olarak görmemeyi seçebileceği düzeye gelene kadar, kürt vatandaşının kürtlüğünü her yerde görmeyi, görülmesini sağlamayı seçmesi demektir. bunun için geç kalınmış olabilir mi, olabilir.

9.7.11

roman başlığı üretgeci, v 1.0

bugün yeni bir amme hizmetiyle karşınızdayız sayın izleyiciler. diyelim ki bir roman yazdınız ve edebiyat dünyasının tozunu attırmak üzeresiniz, lakin elinizi kolunuzu beklenmedik bir anda bağlayıveren bir handikapınız olduğunu fark ettiniz: başlık bulamıyorsunuz. o zaman bir hiçsiniz. güzel, tuhaf, çarpıcı, ilginç, komik, derinlikli bir başlığınız yoksa kitap yazmanızın bir anlamı da yok. size söylemediler miydi? yazık. fakat işte üzülmeyin: sizler için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak getirttiğimiz roman başlığı üretgeci, üretebileceği toplam 999 başlıkla bu sorunlarınızı kesin olarak çözüyor. üstelik "customizable" - üretgecin çalışma prensiplerine biraz alıştıktan sonra kendi üretgecinizi kendi istediğiniz sözcüklerle tasarlayabilir, bundan sonra yazacağınız tüm kitaplar için birbirinden enfes başlıklar bulabilirsiniz. haydi öyleyse başlayalım!

yapacağınız şey çok basit: aşağıda üç sütunun herbirinden sırasıyla birer sözcük seçip yan yana koyacaksınız. voila! iç gıcıklayıcı başlığınız hazır! cinfikirli yazarlar listesine bir numaradan giriş yaptınız!

tekerleksiz          hava             acentesi
eflatun               teleskop        birliği
gözüpek             kızlar            kamyonu
gizli                    aşklar           tüneli
korkunç              dudak          operasyonu
mesafeli              simitçi          müzesi
cillop                  kasap           sorunsalı
üflemeli              uçuş             rehberi
bildirimsiz           hapishane     günlüğü
kaypak               sevişmeler     cetveli

4.7.11

it's an enigma to me

bugün fenerbahçe-şike haberlerini izliyordum televizyonda, cumhuriyet'in başkanı gözaltında filan, "teknik takip"e alınmışlar, ben de bunu anlamıyorum, yahu memlekette ordu yönetecek komutan kalmadı, savaş çıksa beni çağıracaklar, hala cep telefonu üzerinden gizli saklı işler yapmaya çalışan birileri olabilir mi? ahmaklıktan mı, pervasızlıktan mı olur, eğer oluyorsa? dememe kalmadı, araya reklam girdi: enigma t301tr gelmiş (koç getirtmiş, bu da manidar gelecek midir bazılarına bilmiyorum), "konuşmalarınız dinleniyor mu?" diye soruyor açık açık, enigma konuşmaları kriptolu hale getiriyormuş. herhalde iki tarafın da telefonu enigma olmalı ki işe yarasın. alırsın, dağıtırsın çeteye; hediyesi 3500 liraymış, kullanmayanın kafasını kırarsın, öyle sağlam alet.

başımıza ne geliyorsa ilkellikten geliyor; eskiden doğru dürüst seri cinayeti romanımız yok diye üzülürdük, açıklaması da memlekette doğru dürüst seri cinayeti işlenmemesiydi, kafası kızan, kafasını kızdırana bıçağı saplıyordu, iş bitiyordu; bu mafya-darbe-komplo vs işleri de öyle. olan edebiyatımıza oluyor, ben ona üzülüyorum.