30.5.11

şapkaya muhalefet (türkçe okunduğu gibi yazılmasın)

ama şapka devrimine davet. şöyle ki:

türkçe yazımda "şapka" kullanmakta direnenler olduğunu ilenerek görüyorum. buradaki "ilke"yi, daha doğrusu önermeyi ortaya koyalım önce: "türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir." dolayısıyla türkçe yazım, okunuşla ilgili tüm bilgiyi eksiksiz içermek durumundadır. pratikte bu, yumuşatılarak ve uzatılarak okunan sesli harfler için bir işaret gerekliliği doğurmuş, bu işaret de meşhur "şapka" olmuştur*. (ayrıca burada teknik olarak bir hata da vardır: türkçede yumuşatılan sesli harf yoktur, "lakin" ve kağıt" gibi sözcüklerde "yumuşatılanlar", k ve l harfleridir, çünkü türkçede iki k ve iki l vardır. inanmayanlar "akik" ve "akık"taki k'leri karşılaştırabilir, "olağanüstü hal"deki ikinci l'ye bakabilir.) ilke olarak bunu kabul ettiğimizi varsayalım. bu durumda aşağıdaki yazım biçimleri doğru ve geçerli olmak zorundadır:

lâtin
lâdin
izolâsyon
korelâsyon
ukalâ
lâle
lâme
lâf
klâsik
lâstik
plâstik
silâh
lâga lûga
lâmba
işgâl etmek
tâdilât
adâlet
ifâde
tâtil
zamânında
karârımız
hâtırâlar
defâ
fâiz
zâten
gâzi
bâzı
imzâ
iddiâ
hayâlet
hâyır
âdî
vâli
sâde
yâni
istifâ
hazîran
nîsan
kânun (ama yumuşak değil, uzun!)
mutlakâ (keza)
kazâ
mûsevî
türkiye'nin rûhu
îtirâz
hükûmet

vs vs.

bugün bunların hiçbirini şapkalı yazmıyoruz, demek ki şapka devrimi ufak ufak kanımıza girmeye başlamış, ama yazmamız gerekirdi. tutarlı olmaya kalkıştığımızda, yazımız bir kastamonu mitingi kadar şapkalı hale gelecektir efendiler! burada bazı uyanıklar, batı dillerinden gelen sözcüklerin şapkadan muaf tutulması gerektiğini öne sürerek, durumu hiç değilse biraz kurtarmaya çalışır, bazıları da uzatmalara değil, yalnızca yumuşatmalara şapka konmasının, hatta yalnızca yumuşak a'lara konmasının yeterli olacağını ileri sürer. ikisi de geçersiz çabalardır, çünkü ikisinin de temel "ilke"yle, yani okunduğu gibi yazılma ilkesiyle hiçbir ilgisi yoktur (ve harfler arasında böyle bir kayırmacılığın nedenini açıklamak imkansızdır).

şapkaların tahakkümünden kurtulmak isteyenler için burada iki çözüm seçeneği vardır: ya türkçeyi gerçekten şapkasız yazıldığı gibi okutmak, yani bütün yumuşaklıkları ve uzatmaları lağvetmek (sert ve staccato bir dil denemesi...), ya da türkçenin okunduğu gibi yazılan bir dil olduğu iddiasından vazgeçip, sözlüklere efendi gibi fonetik okunuşları koymak. doğru yazmak çok kolaylaşacaktır böylece; doğru konuşmak isteyen de açıp sözlüğe bakacaktır. bir sözcüğün nasıl yazılacağı konusunda (kimi zaman aynı kuruma ait) sözlük ve kılavuzlar da yıllar içinde birbirleriyle ve kendileriyle defalarca çelişmeyecektir. tutarlılığı ve sadeliği artırılmış bir dil, okunduğu gibi yazılırlığı artırılırken sadeliği azaltılmış bir dilden iyidir.

bu devrime şapka çıkarılmaz mı?


*ama burada durmak yalnızca bir tercih meselesidir. madem okunduğu gibi yazılacak bir dil istiyorsunuz, vurguları da yazımda belirteceksiniz: "Bodrum'daki evin bodrumunda" nasıl okunur, millet nereden bilecek, eğer zaten bilmiyorsa?

29.5.11

yanlış durak?

notos'un oğuz atay dosyalı son sayısı çıktı, "ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" repliğinin 2000. kullanımıyla. durağa erken gelen yolcunun, gelmek bilmeyen otobüsü bekleyişi... fakat hakikaten atay için yeni bir replik bulmak lazım artık. oğuz atay okuyucusunu hala bekleyen bir yazar mı? sanmıyorum. 1990'dan bu yana genç yazarların arasında atay'ı severek, hatta bayılarak okumamış kimse tanımıyorum (vardır herhalde, azdır ama). yazmayan genç okurlar (ki istatistiksel olarak gözardı edilebilecek küçüklükte bir grup bu) arasında da atay'ın sevildiğini gözlemliyorum - atay'ı, onun istediği gibi mi okuyorlardır bilemem, ama kalıcı yazar, farklı dönemlerde farklı okunabilen yazar değil mi?

21.5.11

[cami] / {cami}





İsmail Pelit, 2009’dan bu yana yayımladığı altı kitabıyla ve ismailpelit.blogspot.com’daki yazılarıyla Türk yazınına sessiz bir bomba gibi düştü. Oysa bunlar, yeni yayımlanan ama hepsinden önce yazılan [cami] / {cami} için bir hazırlık niteliğindeydi.

[cami] / {cami}’nin bugüne kadarki hiçbir romana benzemediği, ilk bakışta anlaşılıyor: karşılıklı iki kişinin eşzamanlı olarak okuması için tasarlanmış bir kitap bu. Karşılıklı iki hikaye, bu şekilde okunduğunda bir örgü oluşturuyor ve bir roman haline geliyor.

[cami] / {cami}’nin bugüne kadarki hiçbir romana benzemediği, kitabı okuduğunuzda da anlaşılıyor: bir yanda ölülerin örülerek gömüldüğü bir kasaba, bir kadının cesedi ve bu örme işlemini yapan ustayla kalfası; bir yandaysa tanımsız bir hastalık yüzünden evinden ve karanlıktan çıkamayan bir kadın, içine acısıyla hapsolduğu gövdesi ve merhum kocasının yaptığı evi.

Bu iki hikayenin birbirine değme noktaları, okuyucu için geniş bir yazınsal hazzın alanını açıyor. Pelit, 2010’lu yılların en önemli metinlerinden biri olacak romanıyla gerçek yazınseveri selamlıyor.

İsmail Pelit,1982’de Ankara’da doğdu. Eylül 93’te,Çorum’da, apartmanın kazan dairesinde, mukavva kutunun içinde rastladığı kitaplardan sonra çocukluğuna dönemeyeceğini anlayan Pelit; o tarihte, hızla, tüm dikkatini edebiyata yöneltti. 99’dan bu yana düzenli olarak yazmayı sürdürüyor. “Anlam”ın nesneyle, insanla ilişkisinin açığa çıktığı durumları, olayları, ilişkileri kollayan bir bilinçle hikayeler, şiirler, romanlar kuruyor.

16.5.11

türk pasaportu (türkiye'de geçmez)

yeni bir belgeselin gururunu yaşıyoruz: türk pasaportu, avrupa'daki türk diplomatların çabalarıyla nazi kamplarına gitmekten kurtulan yahudilerin hikayelerini anlatıyor. bu kişisel kahramanlıklar insanı duygulandırıyor elbette; bu kişilerin temsil ettiği devletin korkaklığı ve acımasızlığı da bir o kadar utandırıyor. türkiye tarihine "struma vapuru hadisesi" olarak geçen olaydan söz ediyorum.
romanya'da yaşayan yahudilerden 769'u, ondokuzuncu yüzyılın ortalarında yapılmış olan, ikinci dünya savaşı dönemindeyse artık nehirde sığır taşımacılığında kullanılan derme çatma bir gemi olan struma'ya doluşup karadeniz'e açılmış, filistin'e gitmeye çalışıyordu.

15 aralık 1941'de istanbul'a geldiler. türkiye cumhuriyeti devleti ne yapacağını şaşırdı; almanya'nın gazabını üzerine çekmek istemiyordu; topu londra'ya atmaya çalıştı (filistin o sırada ingiltere mandası altındaydı), ama ingiltere de yahudiler konusunda daha iyi bir sicile sahip değildi. ingiltere'nin orta doğu'dan sorumlu bakanı lord moyne, struma'ya yardım edilmemesi için bizzat uğraştı, türk hükümetine de vapuru karadeniz'e geri göndermesi için baskı yaptı. iki ayı aşkın bir süre boyunca sarayburnu önünde bekletilen vapur, sonunda romanya'ya geri dönmek üzere yeniden karadeniz'e açılmaya zorlandı. türk yetkililer vapura çıkıp zincirini kesti; vapurun motoru ve telsizi çalışmıyordu, yakıtı yoktu, o nedenle römorkörle türk karasularının dışına çıkarıldı. 24 şubat 1942 sabahı struma, bir sovyet denizaltısı tarafından, istanbul'un yaklaşık altı mil açığında torpillendi; batan gemiden yalnızca bir kişi kurtulabildi, david stoliar. balıkçıların istanbul'a getirdiği stoliar, altı hafta boyunca hapiste tutulduktan sonra, ingiltere'nin de yumuşamasıyla filistin'e gidebildi.

dönemin cumhurbaşkanı ismet inönü, başbakansa refik saydam'dı. saydam şu açıklamayı yaptı: "biz bu hususta elimizden gelen her şeyi yaptık. türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. bizim tuttuğumuz yol budur. kendilerini bu sebepten istanbul'da alıkoyamadık."

argh eek zong ech

"son timsahın kuşsal zembereği" diye bir öykü yazmıştım vaktiyle; bir süredir sokak sanatı ve sokak edebiyatı meselesine kafa yoruyordum, geçen gece birden bu meseleyle daha 1980'lerin sonundayken ilgilenmeye başladığımı hatırladım. öykünün finali şöyleydi:

Kimse konuşmuyordu. Gözler hâlâ Oia'daydı. Ağır hareketlerle kağıdı katlayıp zarfa koydu Oia, uzun sakalını sıvazladı ve ayağa laktı.
"İnsanlar bizi bekliyor. Yarın sabah mesajımızı öğrendiklerinde bu baskı ve soykırım döneminin son günleri başlamış olacak. Karınca-insan olmak, insanlığın kaderi olmaktan çıkacak. Ve unutmayın: yarın bizim de son sabahımız olabilir. Ancak mesaj öğrenildikten, yayıldıktan sonra bunun önemi yok; biz olmasak da, savaşın kıvılcımı düşmüş olacak ve eninde sonunda yangına dönüşecek. Başlayabiliriz."
On dört karaltı, onuncu katta, belirlenmiş odalara girdi ve her biri, duvar büyüklüğünde cama, kendilerine düşen harfi yazdı. Ardından on dört karaltı, Hükümet binasından çıktı ve camdaki yazıya ilk kez bakıp, gözyaşlarıyla onayladı. Herkes gittikten sonra timsahların sonuncusu Oia, küçük bir kapsülü ağzına attı.
Ertesi sabah başkentte, güneşin yumuşak ışığını, camlara dev harflerle yazılmış şu mesaj karşılıyordu:

ARGH EEK ZONG ECH

13.5.11

bir yoshimoto banana vardı...

dolabı karıştırırken bunu buldum, vaktiyle çevirmişim: banana yoshimoto, "k.n.".

 
Sarao Takase hakkında ne biliyordum? Amerika’da yaşamış mutsuz bir Japon yazarı olduğunu, kafası çok bozuk olmadığında da kurgusal metinler yazdığını biliyordum. Kırk sekiz yaşındayken kendi canına kıydığını; ayrıldığı karısından iki çocuğu olduğunu; öykülerinin Amerika’da tek bir cilt halinde yayımlandığını ve birkaç ay boyunca popüler olduğunu da biliyordum.

                Kitabın adı K.N.’ydi. ve içinde doksan yedi öykü vardı. Hepsi oldukça kısa ve dağınık anlatımlıydı, eskizlere benziyorlardı. Takase’nin, uzun bir anlatıyla uğraşacak sabrı yoktu. Eski erkek arkadaşım Shoji sayesinde tanımıştım onu. Sjoji, Takase’nin doksan sekizinci öyküsünü bulmuş, Japoncaya çeviriyordu.

Sıcak bir yaz gecesi kamp ateşinin çevresinde oturup birbirinize ardı ardına hayalet hikayeleri anlatırsanız, yüzüncü hikayeye geldiğinizde mutlaka gizemli birşey olacağını söylerler ya, işte geçen yaz benim başıma gelen de buydu. Bu yüzüncü hikayelerden birini yaşadım; tam da havanın yoğun ve sıcak olduğu, mavi yaz göğünün sizi emecekmiş gibi durduğu bir zamandı. Geçen yaz başıma gelenleri size anlatayım bari.

devamı için tıklayınız.


cemakas.com

yenilendi. 1999'dan beri sekizinci versiyon. meraklısına.

11.5.11

ku-ko: kurgu kolektifi

bir "kolektif" kurmayı düşünüyorum bir süredir, yalnızca birbirinin işini seven yazarların bir araya geleceği, yeni katılacakların oybirliğiyle alınacağı bir kollektif; amaç, üyelerin kitaplarını mümkün mertebe sıfır maliyetle (gönüllü işgücü kullanarak, baskı için sponsor bularak) yayımlamak; üst amaç, "ticari/tüketimsel kitap"ın karşısında "yazınsal kitap"ı korumak ve bir arada bulunmasını sağlayarak bu kitapların ve yazarlarının birbirlerinden güç almasını kolaylaştırmak. kollektifin adı ku-ko, kurgu kolektifi, maskotu da guguk (cuckoo) kuşu tabii. logo eskizi bile hazır!

bos duruyor gorunebilirim ama ne isler yapiyorum dot com.
 

5.5.11

prag'ın kalbinde köprü var

Prag!

Vinu Pleiades

Contra



1993′te ilk romanı Postmodern Günlerde Aşk’ı yayımlayarak Yunanistan’ın resmi postmoderncisi unvanını bileğinin hakkıyla kazanan Vinu Pleiades, aradan geçen 18 yıl içinde dört roman daha çıkardı: Yaşamın Sonuna Yürüyen Bir Boştagezerin Aşkları (1994), Tümör Menüsü (1999), Kanlı Şölen (2000) ve son olarak Prag! (2007). Gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Prag!, Pleiades’in romancılığının zirve noktasını oluşturuyor.

Bu saptamayı açacağım elbette, ama önce şunu belirtmekte yarar var: Prag!, lineer bir gelişimin son noktası olarak görülebilir de, görülmeyebilir de - görülmesini haklı gösterecek ölçüde önceki kitapları izliyor, ama görülmemesini de haklı gösterecek kadar onlardan ayrışıyor.

Prag!, dil ve ironi kullanımı açısından önceki kitaplarda görülen yönelimlerin en gelişkin örneğini sunuyor; ama bir yandan da, kurduğu dünya açısından öncekilere hiç benzemiyor ve bir sıçrama gerçekleştiriyor. Bir kere Pleiades hiç yapmadığı birşey yapıyor ve tarihe, Yunan (ve kısmen Osmanlı) tarihine dönüyor; Prag’daki Charles Köprüsü'nün hikayesini anlatmaya koyuluyor. Bu anlatıyı oluşturan “sahne”lerin ya da tabloların bazıları, Pleiades’te alışık olmadığımız ölçüde lirik. Sonunda yine “düz” bir hikaye anlatmış olmuyor Pleiades, bir hikayenin belirli anlarına, yönlerine bakarak, eksik parçalı bir mozaik oluşturuyor ve okuyucudan bu eksik parçaları zihninde tamamlamasını değil, bu bütünü böylece kabullenmesini istiyor. Ben bu tavrı beğeniyorum; Prag!, Pleiades’in kitapları içinde bence bu tavrın en iyi kotarıldığı, en iyi şekilde yazınsallaştırıldığı kitap. Biçimsel oyunlar, ironi ve dil cambazlıkları konusunda Pleiades’in “efendi abi” haline gelmesini de sevinçle karşılıyorum.

Yazarın genel tavrına aşina olan okuyucu, parodi ve pastişin bu kitapta da ağırlıklı bir konumda olmasını bekleyebilir; cunta sonrası döneme, Yunanistan’ın AB’ye girişine, ulusal kimliğinin kuşatılmasına yapılan göndermeler, bu beklentiyi boşa çıkarmıyor. Ben yine de Prag!’ın salt parodi katmanına indirgenemeyeceğini, hatta (yazarın niyetinden bağımsız olarak) asıl öneminin bu katman olmadığını düşünüyorum.

Bir şey daha söylemeden edemeyeceğim: bu kitapta hadi beni rahatsız eden demeyeyim ama kaşlarımı kaldırmama yol açan bir tek şey oldu: Prag!’da neredeyse hiç kadın yok. Denilebilir ki askeri amaçlı bir köprü ve bu köprü etrafında kopan savaşlar söz konusu, “erkek” bir mevzu, kadının işi ne? Hayır efendim; bir kere Prag’daki kadınlar ne oldu? Civar ormanlarda yaşayan çingene kadınlar ne oldu? Alman ordusunun peşine takılıp gelen bir kadın grubu düşünülemez miydi (ki Pleiades istese en alasını düşünürdü)? Kitabın en sonunda ortaya çıkan “Alman güllesi”nin içinde bir kadın figürü hayal meyal seçilebildi, ama Pleiades’in de dediği gibi, “Büyük Alman güllesi, orada şehrin üstünde bırakıldı, ilgilenmediler onunla bir daha. Kadını da, unuttular…” (s.142)

Prag!, çok severek okuduğum bir kitap oldu sonuçta; yalnızca Vinu Pleiades’in yazı macerasını izleyenlerin değil, iyi bir “çağdaş roman” okumak isteyeceklerin de ilgisini çekmeli. Sonra belki İhsan Oktay Anar ve İlhan Durusel’le karşılaştırır, Paviç’le akrabalığı var mı diye düşünürüz.