28.4.11

kanal tedavisi

aşağıda, bir telaş "buluşlarımdan bazılarını nasıl yaptım" adlı eski bir yazımı iktibas ettim, malum kanal tartışmaları yüzünden; anlayışla karşılanacağını ve gerek olduğunda, olursa, "bu fikri ilk önce cem bulmuştu" deneceğini umuyorum naçizane.

yalnız burada, "yiğidi vur, hakkını yeme" bir durum olduğunu da itiraf etmeliyim tayyip erdoğan bağlamında: mesele bir fikri kimin önce bulduğu değildir ki, onu kimin önce gerçekleştirdiğidir, hatta kimin gerçekleştirilebilecek kadar üzerinde çalışılmış bir proje haline getirebildiğidir. yoksa dedemin vaktiyle dediği gibi, "osur osur ipe diz."

buluşlarımdan bazılarını nasıl yaptım? (iktibas)

Var olan haliyle yaşamdan tatmin olmamak, pek çok şeyin temelindeki sorunu oluşturuyor herhalde. Bazense sorun boyutuna varmayan bir itki görevi gördüğü, bu tatminsizliği daha yapıcı, en azından öneri getirici bir biçime büründürdüğü de oluyor. En azından ben, çocukluğumdan bu yana yapıp durduğum ve bana yakın kişileri bu yakınlık nedeniyle cezalandırmak dışında kullanmadığım buluşlarımı böyle görmeyi yeğliyorum. Buluş dediğim bu şeyler için tırnak işareti (bile) kullanmayacağım - onları ne kadar ciddiye aldığım, gün içinde bile değişebiliyor çünkü.

İlkokuldaydım; annanemin evi okula on beş dakikalık bir yürüme mesafesindeydi ve ben bazı günler okuldan çıkıp ona giderdim. Diğer günler servisle eve döndüğüm için ortaya çıkmayan bir sorun çıkardı bazen: yağmurda ıslanmak. Şemsiye kullanmaktan hoşlanmam; o zamanlarda da hoşlanmazdım - elimde böyle bir sopa tutmak hem garibime giderdi, hem de pek çok başka şey yapabilecek bir eli bu işe vakfetmenin yazık olduğunu düşünürdüm. İlk buluşlarımdan biri buradan çıktı: kafaya takılan bir çembere monte edilmiş bir şemsiye tasarladım; komik bir şapka gibiydi, çapı normal şemsiyelerinkinden küçüktü (çapını büyütünce kontrolü zorlaşıyordu). Rüzgarda kafadan uçmasını engellemek için çene altından bağlanıyordu. Yıllar sonra bir filmde böyle bir şemsiye gördüm ve çok sevindim.

Yine aynı dönemde, yazlık yaşantımı yakından ilgilendiren bir buluş yaptım. Çocukların çoğu gibi ben de bisiklete binmeyi çok seviyordum ve bu etkinliği bir yerden başka bir yere ulaşmanın aracı olarak değil, bizzat kendisi için, yani kendi içinde bir amaç olarak görüyordum. Kışın şehirde bisiklete binmeme izin verilmezdi; zaten bisikletim de kışlık eve getirilmezdi hiç, yazlıkta bırakılırdı her yaz sonu. Dolayısıyla yaz mevsimini sevme nedenlerimden biri, bisikletime binebilmekti. Yine de bisiklet tutkumun koşulsuz ve rakipsiz olduğu söylenemezdi: araba kullanmaktan da çok hoşlanıyordum.

Arabayı gerçekten kullanmıyordum tabii, ama bir yere misafirliğe gittiğimizde ya da ailece dışarıda yemek yediğimizde, genellikle kız kardeşimi de alıp arabaya biner, sürücü koltuğuna oturur, taksicilik oynardım. Bir süre sonra arabada beni çeken şeyin ne olduğunu ayrıştırmayı başardım: direksiyon simidi ve vites. vites konusunu çözmek görece kolay oldu - yıllarca bindiğim sarı bisan'dan sonra bir akşam bakır renkli, üç vitesli bir polo'yla geldi babam. Direksiyon meselesini çözmekse bana kalıyordu: bazen en büyük buluşlar, basit bir "kes-yapıştır"la ortaya çıkıyor. Ne var ki normal gidon yerine, açılı gelen araba direksiyonlu bisiklet fikrim, akranlarım arasında pek rağbet görmedi. Bu konuda bir film yapılmasını hala bekliyorum.

Üniversite yıllarımda, belki okuduğum fakültenin de etkisiyle, daha azimli projelere yöneldiğim anlaşılıyor. "Boğaz türbini" de bunlardan biriydi. Basit bir coğrafya bilgisini çevreci kaygılarla birleştiren bu buluşum,istanbul'a özgü bir enerji kaynağı yaratıyordu. Boğaz'da iki akıntı olduğunu biliyoruz: üstteki akıntı Karadeniz'den Marmara'ya akarken, alttaki akıntı ters yönde, Marmara'dan Karadeniz'e akıyor. Bu iki akıntının arasına, merkezi ölü bölgede kalacak şekilde yerleştirilecek, ama kanatları her iki akıntı tarafından itilecek kadar uzun olacak bir dizi türbin sayesinde, oturduğumuz yerde elektrik üretebilecektik. Bu türbinlerin sayısı ve sıklığı, suların doğal akışını fazla bozmayacak şekilde düzenlenecekti elbette [bkz. suç ve ceza, cem akaş, 1992]. Enerji bakanlığı, büyükşehir belediyesi ya da Tedaş konuyla ilgilenirse çizimlerimi ve hesaplarımı göstermeye hazırım.

Filtre kahvenin Türkiye'de yaygınlaşmasına en çok sevinen insanlardan biriyim herhalde - Nescafé'ye hiçbir zaman ısınamadım. Yine de bir üstünlüğünü teslim etmek zorundayım: hazırlaması çok daha kolay. Elbette bu üstünlüğün öylece, olduğu gibi kalmasına razı olacağım anlamına gelmiyor bu. Doğaya baktığımızda, benzer bir konuda çok güzel bir çözüm görüyoruz: poşet (sallama) çay. Üstelik çay, demlenmesi gereken ve dolayısıyla "instant" çözüme aslında pek yatkın olmayan bir içecekken, kahvenin demlenmesi gerekmiyor, yalnızca yeterli bir "extraction" (sızınım) süresine ihtiyaç var. Poşet kahve fikri işte böyle doğdu. O sıralarda aynı evi paylaştığım Evren Bülay'la bu konuda yoğun araştırma-geliştirme çalışmaları yaptığımızı, hatta bunların video kaydının da bulunduğunu itiraf etmeliyim. Çay poşetlerini boşaltıp içlerini kahveyle dolduruşumuzu, suya atılan poşetlerin kaçak yapmasını, telve dolu fincanlardan kamera önünde afiyetle kahve içişimizi seyretmek isteyenler olabileceğini düşünmüştük herhalde. Buradaki en büyük problem ambalajdı, çünkü kahvenin kokusu kaçıyordu. Sonunda her poşetin hava geçirmeyen keseciklere konduğu, bu keseciklerin de konserve benzeri şık kutulara yerleştirildiği bir tasarım yaptık. Banka kredisi alıp kendimiz mi üretime geçelim, yoksa fikri Jacobs ya da Nestlé'ye mi satalım bilemedik, bu buluş da öylece kaldı. Sonra geçenlerde bir gün, sanırım Migros'ta buna benzer birşey gördüm, ama yakından bakmaya içim elvermedi.

"Subnet" buluşum bir Cuma günü akşamüstü YKY'de, Akşam gazetesinin internet sayfasını bilgisayarıma indirip, haberleri başlıkları ve içerikleriyle yayınevi dedikodularına uyarladığımda ortaya çıktı. Bir tür sınırlı, dönüştürülmüş internet olarak özetleyebilirim subneti - gerçek internetin içindeki dar bir alanı kullandığı için "sub". Şöyle işliyor: gerçek sayfaları alıyorsunuz, gerçek linkler kullanıyorsunuz, ama içerikleri projenize göre değiştiriyorsunuz. Ne kadar çok sayıda değişik siteyi işin içine katarsanız o kadar iyi, çünkü o oranda gerçek internete benziyor subnet. "Uydurma sanal evren" diye birşey olabilirse, subnet işte o. Bir tür labirent olarak da bakılabilir, eğer subnetin içine, internete çıkışı sağlayacak bir kapı konmuşsa.

Hıçkırık ilacını içgüdüsel olarak bulduğumu sanıyordum, ama buluşum sandığım şeyin zaten bilinen bir yöntem olduğu konusunda uyarılar aldım; pek inanmadım ama ısrarlı da olmadım. Nefes tutmakla, korkutulmakla filan geçmiyorsa hıçkırığınız, bir çay kaşığı limon suyuyla bu sorunu bir dakikanın altında çözebiliyorsunuz. ekşi mandalina da aynı işi görüyor - bir dilimi yavaş yavaş yemeniz yeterli.

Geçen gün yaptığım buluşu aktarıp bitireyim artık. Sizden iyi olmasın, Zeynep Ögel iki hafta önce arabasını değiştirdi, tam otomatik vitesli bir Fransız arabasından, yarı-otomatik vitesli bir Alman arabasına geçti ve eskiden başına gelmeyen birşeyden yakınmaya başladı: araba yokuşlarda kayıyordu. Düz vitesli arabalarda da sıkıntı yaratan bir durumdur ya bu, frenden ayağınızı çekip yavaş yavaş gaza basmanız, aynı anda debriyajdan da ayağınızı hafifçe çekmeniz gerekir ve eğer yokuş yukarı giderken durmuşsanız, bu esnada arabanız geriye doğru kayabilir. Çözümü basit: NSCS - "no-slip clutch system." Elektronik ve hatta mekanik yollarla çalışabilen bu sistem, tekerleklerin durmasıyla devreye giriyor ve fren pedalını basılı olduğu noktada kilitliyor, ayağınızı kaldırdığınızda basılı kalıyor; gaza dokunduğunuz anda (daha doğrusu debriyajdan ayağınızı kaldırmaya başladığınız anda) ise kilit açılıyor, böylece telaş etmenize gerek kalmıyor, usta bir şoför olarak arkanızdaki taksicinin takdirini kazanıyorsunuz.

Amerikalıların böyle durumlarda söylediği bir laf vardır: "don't give up your daytime job" ("çalıştığın işten ayrılma"); Türklerse boş bakkalların meşgaleleri konusunu gündeme getirir.

www.cemakas.com, 9 Kasım 2004

26.4.11

bakışımlı üzüm kararması

harikalar diyarında gezinen bir alis edasıyla, enginarın kalbini, enginarın resmini arayışını yazmak istemiş ressam, olur a, iyi de olur hatta. ortaya ne çıkmış peki? zorla, zorlanarak doldurulmuş 48 sayfa (ellerini yağlı boyaya daldırmalar filan), sedalı olmasa da edalı; eşi beyefendinin günlüklerini andırır parçalar bir de - kafeye oturdum da, şarap söyledim de, başka şarap geldi de, şarap berbat çıktı da...

"yediğin içtiğin senin olsun" kültürü tabii çok demode ve kısıtlayıcı, ama "yeme-içme kültürü" derken de bunu mu kastediyorduk?

24.4.11

kategorik fizik

kant, "kategorik imperatif"iyle fiziğin newton'u gibiydi; bir kuralın kural olabilmesi için herkese uygulanabilmesini talep etmesi, günlük yaşamda karşılaşılan çoğu ahlak sorusu için gayet iyi sonuçlar veren bir ilkeydi, tıpkı newton'un fizik kuralları gibi. buna karşın nietzsche, bazı koşullarda genel kuralların çöktüğünü ve çok farklı bir ahlak zeminin ortaya çıktığını söylemesiyle, heisenberg'in kuantum fiziğiyle getirdiğini getirdi bir açıdan bakıldığında. (teşbihsevenler konfederasyonu 2. uluslararası kongresi'nden)

22.4.11

mülk adaletsizliğin temelidir

uğur üngör'ün yeni bir kitabı çıkıyormuş mehmet polatel'le birlikte: confiscation and destruction: the young turk seizure of armenian property. 1915-16'dan sonra, ortadan yok olan ermenilerin topraklarının, evlerinin, çiftliklerinin, iş yerlerinin, mallarının vs başına neler geldiğini biliyorduk (bir kısmı yağmalandı, bir kısmına devlet el koydu, el konulanların bir kısmı buraya yerleştirilen "has" türklere dağıtıldı ve sermaye yapıldı, bir kısmından -herhalde kaymağından- ittihatçılar ve asker nemalandı. mesela  "tehcir" sonrasında kasapyan ailesinin ankara'daki bağ evine konan bulgurluzadeler, atatürk'ün burayı çok beğendiğini görünce 4500 liraya kendisine bırakmış, böylece türkiye cumhuriyeti cumhurbaşkanının rahatça oturabileceği çankaya köşkü ortaya çıkmıştı), ama bilmediğimiz, en azından benim bilmediğim bir yanı daha varmış bu işin. kitaba göre bu operasyon gayet planlı bir şekilde yapılmış, bütün bu mal-mülkün hiçbir zaman sahiplerine geri verilmesi düşünülmediği gibi, bunun için gerekli bütün yasal önlemler de en başından itibaren alınmış. "24 nisan, ulusal kalkınma bayramı olarak kutlansın," demeye getiriyor neredeyse üngör ve burada acı bir ironiye de işaret ediyor: el konulanlardan elde edilen gelirin bir kısmının, bizzat "tehcir" operasyonunda kulanıldığını, yani "ermenilerin kendi yok edilişlerinin finansmanını üstlendiğini" söylüyor.

"ermeni sorunu"nun çözümsüzlük kaynaklarından biri olan bu mal-mülk meselesi hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenlere duyurulur. uğur üngör'ün çok tartışılacak kitabının tanıtımı için yazdığı yazıyı da aşağıdaki linkte bulabilirsiniz (yazıya dikkatimi çeken burcu gürsel'e teşekkür ederim):

http://www.armenianweekly.com/2011/04/22/confiscation-and-colonization-the-young-turk-seizure-of-armenian-property/

20.4.11

1924 anayasası'ndan bir kuple

MADDE 77.- Matbûat, kanûn dairesinde serbesttir ve neşredilmeden evvel teftiş, muayeneye tâbi değildir.

18.4.11

hangi tarafa?

[daha önce almanca olarak die horen'da yayımlanan, bu ay da sıcak nal'da yer alan öykü.]


Bir gariplik hissederek uyandı Meltem: tren durmuştu.

Bir an, nerede olduğunu çıkaramadı.

 İstanbul Sirkeci’den binmişlerdi Thessaloniki-Selanik trenine, rahat ve temiz kompartmanlarına yerleşmişlerdi Onur’la, onun yanında getirdiği dizüstü bilgisayarda Gwyneth Paltrow’un Sliding Doors’unu izlemişlerdi.

Camı indirmiş, perdeleri kapamış sevişirlerken, bunu nedense oldum olası yapmak istediğini fark etmişti; sonra biraz kitap okumuşlar, uykuya dalmışlardı.

Perdeyi aralayıp baktı; küçük bir istasyon binası görünüyordu, Yunanca yazıyordu üstünde, demek sınırı geçmişlerdi; ardından memur seslerinin “pasaport” sözcüğünü yinelediğini duyunca karar verdi: Yunan tarafındaki ilk istasyondaydılar.

Sevgilisi yarımağız uyandı, pasaportundaki fotoğrafına benzeyecek kadar; tren yeniden hareket ettiğinde çoktan uyumuştu bile.

Ama bir gariplik vardı: İstanbul’dan yola çıktıklarında pencereden görünenler sağdan sola kayıyordu, oysa şimdi ağaçlar, ufak evler, elektrik direkleri ve kırlar pencerenin sağladığı görüş alanına soldan giriyor, sağdan çıkıyordu.

Geri dönmüş olamayız, diye düşündü Meltem. Geri mi dönüyorlardı?

* * *

Uyku tutmayınca kalktı Necmiye, “İsmet Paşa” vapurunun tıklım tıklım dolu güvertesinde dirseklerini dayayacak bir yer aradı, sonunda birilerinin arasına sıkışıp ilerideki ışıklara baktı.

            Kilkis-Kılkış’ın köyünden kalkmış, üç parça eşyasıyla birlikte Thessaloniki-Selanik’e inmiş, onu yeni anavatanına götürecek bu külüstür vapura güç bela binmişti.

Kök saldığı yerden sökülen bir ağaç ne yaparsa onu yapacaktı İzmit’e vardığında: torununun kızı bir gün kalksın ve önce ailesinin nereden geldiğini görmek için, sonra da çok sevdiği ve kendisini orada çok iyi hissettiği için, sevgilisiyle birlikte Yunanistan’ı defalarca gezsin diye yeniden salacaktı budanmış köklerini.

Şimdi, denizin kör karanlığında gördüğü ışıklar, onu uğurlayan Thessaloniki-Selanik limanının değilse, onu buyur eden yeni memleketinin ışıkları olmalıydı.

* * *

Lamba bile değildi tavandan sarkan, çıplak bir ampuldü yalnızca, ama kahveyi aydınlatmaya yetmeyen ışığı yine de Ali’nin gözüne girmeyi başarıyordu.

            Onyıllar sonra, kızının kızı Sevim ağzını bozmadan onun adını anamayacaktı, ama Ali’nin dumanlı kafasında bununla ilgili kaygılara yer yoktu şimdi: Mübadele’de ona verilen arsadan kalan son parçayı sattığı Çingenenin getireceği bir kasa şarabı ve Kavala-Kavala’da hep gittiği küçük mahalle meyhanesinin sahibi tombul kadını düşünüyordu.

* * *

Osman Bey, Thessaloniki-Selanik’te bankerlik yaptığı binanın karşısındaki meyhaneye bir kez olsun gitmemişti; kimi akşamlar konağına dönerken önünden geçtiği ve içi çektiği olurdu ama.

            “İsmet Paşa” vapuruna on dokuz teneke dolusu altınla binmişti, tenekelerin üstünü de zeytinyağıyla kapatmıştı, açması gerekirse altınlar görünmesin diye.

            Şimdi, İstanbul Aksaray’daki evinin bahçesinde, Onur’un babası olacak Mustafa’nın da aralarında bulunduğu üç torununu, artık azalmaya yüz tutmuş bu altınların ufak bir kısmıyla sünnet ettirirken aklında o meyhane değil, kendi çocukluğunda Thessaloniki-Selanik’in pazar yerinde portakal tezgahının başında meyve satmaya çalışması vardı.

* * *

Kavala-Kavala’da, artık Türk mahallesi olarak bilinen Eski Şehir’in dar ve dik sokaklarından birinde, birden durdu Meltem: tanıdık bir koku - Pazar sabahları büyük babaannesi Necmiye’nin közlediği biberlerin kokusu; tanıdık bir ses - saklambaç ebesinin, arkadaşlarını aramaya çıkmadan önce, gözleri yarı açık söylediği Türkçe tekerleme: “önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe.”

* * *

Evleneli çok olmamıştı, ama Necmiye hemen hamile kalmış, daha ne olduğunu anlayamadan, önce bir oğulları, hemen ardından da bir kızları olmuştu. Mehmet, bekçilik yaptığı Hereke Dokuma Fabrikası’nın deniz kıyısındaki arazisinde dolaşırken, bunun son yürüyüşü olduğunu, sabahın erken saatlerinde nöbetini tamamlayıp eve döndükten sonra dalacağı uykudan uyanmayacağını, Necmiye’ye Kilkis-Kılkış’ta verdiği sözü, onu asla yalnız bırakmama sözünü bozmak zorunda kalacağını bilmiyordu.

            Bilseydi, yemek saati saklambaç oynayan çocuklarına bir daha hiçbir zaman kızma şansının olmayacağına da üzülecekti belki.

* * *

“Yavaş kullanacaktın, söz vermiştin,” diyerek somurttu Meltem, Xanti-İskeçe’de arabalarıyla turlarlarken.

            İstanbul’dan arabayla çıkmışlardı bu kez, Athina-Atina’ya kadar inip feribotla Kos-İstanköy’e, oradan Bodrum’a geçecekler, ardından Ege boyunca kıyın kıyın kuzeye çıkıp İstanbul’a döneceklerdi.

            Çok da hızlı gitmiyordu Onur, ama evlenmelerinden sonra, özellikle de hamile kaldığından beri Meltem bir sürü şeyden korkmaya başlamıştı, Onur da zorlamamaya çalışıyordu; zaten bilmediği yerlerde, bilmediği yollarda hız yapmayı sevmezdi, yanlış yolda olduğunu anladığında birden durup dönmesi gerekebilirdi.

            Şimdi olduğu gibi: arkalarındaki arabanın şoförü, Türkçe “Eşek İstanbullu!” diye bağırınca, bir Anadolu kentinde hissetti kendini Meltem, elinde olmadan güldü.

* * *

Henüz Atatürk olmasa da çoktandır Atatürk muamelesi gören ve öyle davranan Mustafa Kemal’in karşısına çıkarıldığında Nimet iki gözü iki çeşme ağlamaya başlayınca, Ali’nin eli ayağına dolandı, kızı yüzünden Büyük Önder’den azar işiteceğini düşünüp yerin dibine girdi.

            Hemşerisinin neden ağladığını soran Mustafa Kemal’e, okula gitmek istediğini ama babasının göndermediğini anlattı Nimet; getirtilen gazeteyi güzelce okuyarak, okula gitmeyi çoktan hak ettiğini kanıtladı.

            Mustafa Kemal, Maarif Müdürü’nü çağırtıp Nimet’in ikinci sınıftan okula başlatılması talimatını verirken herkes bir yandan da Ali’ye bakıyordu,  Ali’yse hala ayağında paralanmamış Thessaloniki-Selanik yapımı damatlık ayakkabılarına.

* * *

Yağmura tutulmuşlardı, ama yine de yürüyorlardı - Thessaloniki-Selanik’in sokakları yağmurda İstanbul Erenköy gibi kokuyordu.

            Bir köşeyi döndüklerinde, bir film setine düşmüş gibi oldular: kapısı açık bir kiliseden ışık ve neşe akıyordu dışarı, o sırada beyazlara bürünmüş gelin geçti yanlarından, içinde enikonu bir kalabalığın beklediği kilisenin basamaklarını yanındakilerle birlikte olabildiğince hızlı çıktı.

            Kavala-Kavala’da apartmanlarla dolu bir sokağın ortasında karşılarına çıkan, meyveleri hala üstünde duran portakal ağacından sonra Meltem’i en çok mutlu eden sürpriz bu oldu tüm gezide.

* * *

Necmiye, söndürülene kadar bütün evi küle çeviren yangının ertesinde, tepeden Dokuma Fabrikası’nın ışıklarına bakarken, Selanik’in Fransızlar ve Bulgarlar tarafından nasıl yakıldığını, kentin üstüne zeplinle nasıl benzin döküldüğünü hatırladı; bunu iki çocuğuna ne zaman anlatacağını düşünürken aklına geldi: alev alev yanan Adliye’nin hemen yanında, bir Türk bankere ait olan konak, tüm kenti bir günde yok eden yangından nasıl da kurtulmuştu.

* * *

Bu kez üç kişiydiler - yeni yeni cümle kurmaya başlayan ve adı sorulduğunda “Kaaniko” diyen oğulları da vardı “Dostluk Treni”ndeki kompartmanlarında.

            O da, Onur da kısık kısık horlayarak uyuyordu şimdi; Selanik gezisi ikisini de yormuştu.

            Meltem de yorgundu gerçi, ama uyumamak için direniyordu; trenin hangi aşamada ve neden yön değiştirdiğini, değiştirmiş gibi yaptığını, değiştirip değiştirmediğini bu sefer anlamaya kararlıydı.




13.4.11

"bomba gibi bir kitap yazıyorum!"

patlatılmak üzere hazırlanmakta olan bir bombayla, okunmak üzere yazılmakta olan bir kitap arasındaki farkı bilecek bir başbakanımız (ve tabii hukuk sistemimimiz) ne zaman olacak bizim? eskiden, "düşünce suçu" lafını kullananları düzeltirdim, "'ifade suçu' demek istiyorsunuz herhalde," diye; artık onu da yapamayacağım.

12.4.11

editörlük - tanı, seyir, tedavi

[notos dergisi son sayısında bir editörlük dosyası hazırladı, ben de birşeyler yazdım, aşağıda bulacaksınız. dosyada ilginç yazılar var, konuyla ilgilenenlere dergiyi tavsiye ederim.]

Editörlüğün bir bilim olduğunun iddia edildiğini hiç duymadım, ama zanaat olduğunu söyleyenler olmuştur  – doğruluk payı yok değil, ama bence her şeyden önce bir hastalık. “Sigara bağımlılık yapmaz, ben yirmi yıldır kullanıyorum, hiçbir şey yapmadı” cümlesindeki gibi bir hastalık – hasta olduğunuzu anladığınızda artık çok geç oluyor.
İşin ilginci, editörler de bu tıbbi metafora pek teşne, ama tersinden – onlara bakacak olursanız “metni iyileştirmek”le uğraşıyorlar, “sakatlıklarını gideriyorlar”, “aksamadan yürümesini sağlıyorlar.” (Bunu ben de yapıyorum.)

Sevimsiz bir yanı var editörlüğün – birilerine, “o öyle yapılmaz, şöyle yapılır” deme konumu nasıl sevimli olabilir ki? Sonuçta yazarla editör arasında bir insan ilişkisi söz konusu, yapılan işten ve metnin kendisinden bağımsız olarak da bu ikilinin uyumu/uyumsuzluğu belirleyici olabiliyor kimi zaman. Kimi yazarla, beraber çıkılmış bir keşif yolculuğu olabiliyor, kimi yazarlaysa daha birinci dakikadan bir itişmeye, güç oyununa dönüşebiliyor. Bir de tabii birilerinin uğraşa didine, kendinden vere vere yazdığı bir metni, daha ilk sayfasından reddetme ve bundan pişmanlık duymama konumu var, bu sevimsizlikten aşağıda biraz daha genişçe söz edeceğim.

Editörlük nankör bir iş – “çok iyi yazılmış” kitaplar vardır, ama “bu kitap çok iyi edit edilmiş” denir mi? Türkçesi bile bozuk cümlenin, baksanıza.
Yaklaşık yirmi yıldır editörlük yapıyorum, hiç zararını görmedim diyemem. Bunun bir hastalık olduğunu ve benim de bu hastalığı (artık kimden geçtiyse) kapmış olduğumu, sokakta huzurla yürüyemez hale gelince anladım ilkin – tabelalarda tashih, ilanlarda Türkçe ve mantık hataları (“ikili pozisyonlarda sertliğin maç bileti burada!” - hatayı bulun!) otomatik olarak batmaya başlayınca, “persenk” yerine “pelesenk” diyenlere* istemdışı bir şekilde vurma arzusu duyar olunca yani. Ama sonrası da varmış ve çok daha acıymış – “okuma keyfi” denen ruh haline kaptırmak yıllar içinde o kadar zorlaştı ki, masum okurluk günlerimi özlemle anıp hayıflanıyorum artık. Notaları saymaktan müziği dinleyememek gibi birşey.

Öte yandan, her metin kendine özgü heyecanlar, sorunlar, meydan okumalar barındırıyor, bağımlılık yaratan, insanı hasta eden ve tedaviden kaçıran da bu - her metinde hem kendini sınamak, hem de yeni birşeyler öğrenmek, hemen her kuralın istisnası olabildiğini yaşayarak görmek, ama neyin gerçekten istisna olduğunu doğru saptayabilme becerisi geliştirdiğini fark etmek (vehmetmek)…
Editörlük denen illet, yalnız metinle kurulan ilişkiyle sınırlı değil, “gerçek hayat”ta da izdüşümleri var elbette – size ya da sevdiklerinize ters gelebilir, ama sonuçta bir “ürün” söz konusu, yani kıvırmadan söyleyecek olursak birileri bu “iş”ten para kazanmak istiyor – yazar ve/veya yayınevi ve/veya dağıtımcı ve/veya kitapevi. Editörlük, çeşitli biçimlerde bu beklentiyle ilgili de birşeyler yapmayı kapsıyor. Çeşitli tatsız yanları var bunun da, ama itiraf etmek gerekirse zevkli yanları da var.

Zaten sonunda insanın, daha doğrusu editörün geldiği ve kalmayı seçtiğini göğsünü gere gere iddia ettiği nokta da bu oluyor galiba – “herşeye rağmen” bu hastalığın keyfini çıkarmayı öğrenmiş oluyorlar, tedaviyi reddediyorlar (“sigara bırakılmaz, ara verilir” gibi birşey sanırım).
Bu girizgahtan sonra afaki lafları bırakayım ve kendi editörlük deneyimimden yola çıkarak birkaç somut örnek üzerinden konuşayım istiyorum.

 Editörün üvey kardeşleri – çeviri redaktörleri ve düzeltmenler
Başladığımda kimse bana editörlüğün nasıl yapılacağını söylememişti, zaten editörden çok çeviri redaksiyonu, düzelti ve son okuma (aynen “son ütü” gibi bir şeydir)yaparak başlamıştım, ama orada bile insanın öğrenmesi gereken yığınla şey var.
Çeviri redaktörlerinin en sevdiği yakınma biçimi şudur - “bu adamın/kadının çevirisini düzelteceğime baştan çevirseydim çoktan bitmişti.” Aslında doğrudur da – kötü çeviriyi düzeltmek kadar insanın asabını bozan şey azdır; kötü çevirmenin bozuk dil kavrayışına kendinizi kaptırma tehlikesi de vardır ayrıca, kötü çeviriyi okuya okuya bir aşamadan sonra size normal, doğru, en azından olabilir gelmeye başlar.

Ama iyi bir çevirmenin de çevirisini kontrol etmek gerekir. İşin incelikli kısmı da burada başlar. Başlarda kimsenin gözünün yaşına bakmazdım – “şöyle demek varken böyle denir mi?” diyerek dümdüz giderdim, gebertir ve geberirdim. Zaman içinde, böyle yaşanmayacağını anladım, hakikaten çekilecek nane değildi, ama onun da ötesinde, yanlış yaptığımı fark ettim. Yazarın kimliği olduğu gibi, çevirmenin de kimliği vardı – bazen bu sanatsal boyutlara ulaşabiliyordu (“Tomris Uyar çevirisi” örneğinde olduğu gibi), ama oraya kadar çıkmadığında bile, iyi bir profesyonelin kendi içinde tutarlı bir bütünlük oluşturmaya çalışarak kurduğu bir çevirmenlik yaklaşımı söz konusu olabiliyordu. Buna dokunmamak gerektiğini öğrendim. O noktadan sonra “maddi hata” dediğim şeyleri düzeltir, “çevirmen tercihi” dediğim şeyleri (yani “ben onu öyle çevirmezdim” dediğim şeyleri) bırakır oldum. Çeviri redaktörünün, çevirmen olmaya kalkışmaması gerekir – ortada bir çevirmen zaten vardır çünkü[1].

Düzeltmenlikse hakir görülmüş çok önemli bir iştir ve ben hiçbir zaman becerememişimdir. Düzeltisini üstlenip katlettiğim çok kitap vardır, hatta bir kitabı, artık hangi kafayla, ne yaparken okuduysam, o kadar düzeltememiştim ki (ve sağolsun yazarı da o kadar çok yazım hatası yapmıştı ki) kitap yeniden basılmak zorunda kalmıştı (doğru dürüst bir düzeltmen elden geçirdikten sonra tabii). Bizde sıfır hatalı kitap çok çok azdır hala (Memet Fuat bir sıfır hata efsanesidir bilindiği gibi); teselli olur mu bilmem, ama Amerika ve İngiltere’de de kitaplarda hata çıkıyor artık, eski “copy editor”lar, “proofreader”lar onlarda da kalmadı. Bizim buradaki fazladan derdimiz, Türkçenin yazım ve dilbilgisi kurallarının pek çok konuda belirsiz, esnek ve zaman içinde değişken olması. Kesme işaretinin kullanımı konusunda o kadar çok kavga çıkmıştır ki! “Şey”leri birleşik mi yazanlardansınız, ayrı mı – herşey, birşey, hiçbir şey, birşeyler konusunda tavrınız net mi? Ben ilkokuldayken “pantalon fantazisi” derdi yazım kılavuzları, şimdi “pantolon fantezisi” diyorlar (ve Word de otomatik düzeltiyor!). Buna ek olarak, “biçem kılavuzu” hiç olmadı bizde, “Chicago Manual of Style” türü bir başvuru kaynağından yoksun olduğumuz için, bizde cümleye bağlaçla başlanır, “ve”den önce virgül konur, özne-yüklem uyumsuzlukları gırla gider, kimsenin kılı kıpırdamaz; “karar vermek”le “karar almak” arasındaki farkı kimse umursamaz; “geliyor” yerine “gelmekte” demeyi marifet sananlar vardır; akademisyenlerin çoğu dipnot nasıl verilir bilmez. Doğa boşluğu sevmediği için de, kimi zaman yayınevleri, kimi zaman da bizzat yazarlar, kendilerine göre bir kurallar manzumesi oluşturmuştur – İletişim’in uygulamasıyla YKY’nin uygulaması farklıdır örneğin; Bilge Karasu ikisinden de farklıdır, ama orada “Bilge Karasu kanunları” ağır basar, “kırmağa çalıştım” düzeltilmez, öyle kalır.
Toparlayacak olursak – iyi düzeltmen, metni değil harf ve işaretleri okuyan kişidir; metni okumaya, okuduğunu anlamaya başladığı anda işi bitmiş demektir, çünkü bu beyin denen meret, yanlışın yerine kendiliğinden doğrusunu koymakta, anlamın peşine takılıp yazım hatasını atlamakta ustadır.

Neyin kitap olabileceğine karar veren kişi olarak editör

Yayınevleri, küçük yayınevleri bile, yazan, yazar olmak isteyen insanların dosyalarının altında kalmamak için uğraş veriyor artık – bu her yerde böyle tabii, sadece Türkiye’de değil. Anglosakson yayıncılık endüstrisinden farklı olarak bizde, yazar adayıyla yayıncı arasında aracı bir kurum yok (“literary agent” denen ve bizde “yazar ajanı” adı altında var olmaya çalışan kurum). Aslında bunun çok uzun boylu bir sakıncası yok; sadece gelen dosyaları okumakla yükümlü editörün ya da “lektör”ün verimli çalışmayı öğrenmesini, birinci sayfadan dosya reddetme refleksini geliştirmesini gerektiriyor. Acımasızca mı? Öyle belki, ama yayıncılığın gerçeği bu, çünkü işin asıl zor kısmı, bu ilk elekten geçemeyenleri eledikten sonra başlıyor, o yüzden iki cümleyi doğru kuramayan, temel yazım ve dilbilgisi kurallarına bile hakim olmayan, yavan ve basmakalıp ifadelerle anlatı devşirmeye çalışanlar (ki bunlar başvuru dosyalarının ezici çoğunluğunu oluşturur) için ağlayacak kimseyi bulamazsınız.

“Uzun zamandır bu kadar iyi bir kitap okumamıştım” – bir editörün bu cümleyi kurduğu çok nadirdir ve çalışma hayatı boyunca unutamayacağı, dönüp dönüp anlatacağı anılardan biridir. Postadan bir dosya çıkar, adı sanı bilinmeyen, Anadolu’nun bir köşesinde memurluk ya da esnaflık yapan biri, nasıl olduğunu kestiremediğiniz bir şekilde müthiş bir yazınsal beğeni ve biçem geliştirmiş, süzmüş, varlığının özünü bunun içine katmış ve ortaya çıkan metni size yollamıştır. Piyasadaki romanlara benzemez, beklenmedik bir soy kütüğüne yaslanmıştır, dili bile kendine özgüdür. Editörlüğün en ışıltılı anlarından biridir bu, ayağınıza gelmiş bir keşfin mutluluğudur.
Ama, dediğim gibi, genelde olan bu değildir. Buna karşın, postadan çıkan dosyaların bir kısmı “olabilir” diyeceğiniz düzeydedir, o ayarda çok sayıda kitap basılmaktadır zaten, bu da onların arasında şöyle bir görünüp kaybolacaktır büyük olasılıkla, beğenenleri, beğenmeyenleri olacaktır, yer yerinden oynamasa da birilerinin okuma ihtiyacına yanıt verecektir. Üzerinde çalışılırsa çok daha iyi bir kitap olma potansiyeli barındıran dosyalar da vardır, bu da biraz sonra değineceğim, editörlük çalışmasının temelini oluşturan süreci başlatır.
Editör, “bu dosya kitap olur” dedikten sonra, elini taşın altına koymak zorunda – orta ve büyük yayınevlerinin çoğunda artık bir yayın kurulu düzeni oturdu, dolayısıyla dosya okuyan editörler, yayımlanmaya uygun buldukları kitap konusunda yayınevi içinde birilerini ikna etmek durumunda. Bu da kitabın neden iyi bir kitap, yazarın neden iyi bir yazar olduğunun dışında, bu ikisinin neden bu yayınevine uygun olduğunu, diğer aday kitaplardan neden daha uygun olduğunu iyi anlatmayı gerektiriyor. Pek çok etmen işin içine giriyor burada – satış şansı, önceki satışlar, prestij, eski kitapların kalitesi, yazılması planlanan kitaplar, “gündem”e uygunluk, (varsa) yayınevinin politik duruşuyla uyum vs. Çevrilecek kitapların seçiminde de aynı şey geçerli elbette.

Kitabın nasıl bir kitap olacağına karar veren kişi olarak editör
Editörlük mesleğinin ağababalarının yetiştiği Anglosakson yayıncılık endüstrisi, tam da bu aşamada, yazar-editör işbirliği alanında geniş bir deneyim birikimi oluşturmuş durumda; hatta “ah nerde o eski editörler” diye yakınacak aşamaya bile gelmişler; bizim yayınevlerindeyse böyle bir çalışma türü kurumsallaşma fırsatı bulamadı. Bir editörün katkısının gerekliliğine inanan yazarlar, bu editörleri hep yayınevlerinin dışından bulmak, ücretini de cebinden ödemek zorunda kaldı. Yayınevleri, yazarlarıyla böyle bir çalışmaya girebilecek editörler yetiştirmeye önem vermedi, yazarlarına böyle bir yatırım yapmayı da gerekli görmedi – çünkü neresinden bakarsanız bakın, zaman ve emek yatırımı bu. Ama 3-5 bin satacak bir kitap için değer mi? Diyelim ki değmez; peki 50 bin satacak bir kitap için değmez mi? Bu kitaplarda da, yazım ve dilbilgisi kapsamında bir editörlük çalışmasının ötesine çok ender geçiliyor ne yazık ki.

Bir paragraf için şapka değiştirmeme izin verilirse: Bu biraz da biz yazarların sorunu bence. Kendimize fazla inanıyoruz. Kendi aklımıza ve kalemimize fazla güveniyoruz. Yazdıklarımızın, “bittii!” dediğimiz metinlerimizin üstünde başkasının söz sahibi olması fikri, bir başkasıyla birlikte çalışarak daha iyi hale getirebileceği düşüncesi kanımıza dokunuyor. Bu dokunulmazlığı kendimize ne zaman, nasıl yakıştırmışız emin değilim, ama en gencimizde,  en deneyimsizimizde bile var bu; şımartılmış çocuklar gibiyiz, metnimiz hakkında birisi yapıcı bir öneri getirdiğinde, “koşulsuz sevgi”miz elimizden alınmış gibi tepki gösteriyoruz. Yayınevleri, kalifiye editörler yetiştirmek ve onlara çalışma alanı açmak konusunda mesai harcamak zorunda, ama biz de burada sonuçta bizim için birilerinin çalıştığını, kafa patlattığını görmek ve bunun için teşekkür etmek zorundayız.
Dediğim gibi, yazar-editör ilişkisi, bir insan ilişkisi ve yüzde yüz güvene dayanıyor. Bu ilişki, son sözün yazarda olduğu bir zeminde kurulursa, güveni sağlamak daha kolay oluyor tabii. Bu haliyle editör, zayıf bulduğu yanları ve hataları saptamakla, yazara birtakım öneriler getirmekle yükümlü kişi oluyor, yazar işine geleni kullanıyor, işine gelmeyeni kullanmıyor. Bence bu, parlak genç editörlerin başlayacağı nokta olmalı. Eleştirel ve ticari başarılarla bezenmiş, onyıllarla ölçülen bir birikime sahip editörler söz konusu olduğunda da yayınevleri, hem böyle editörleri olduğu için gurur duymalı, hem de editörün arkasında durmalı, editörün sözünün daha da fazla ağırlık taşımasına katkıda bulunmalı.

Öğreten ve öğrenen kişi olarak editör
Peki, nereden geliyor editörün “bilirkişi”liği, nereden gelebilir, yayınevlerinin bu konuda yapabileceği şeyler nelerdir? Türkiye’de okur az, iyi okur doğal olarak daha az, o yüzden” iyi okur” olarak bilinen insanların, mesela yayınevi yönetebileceği rahatlıkla düşünülür bizde; editörlük yapabileceğiyse haydi haydi düşünülür. Biraz yabancı dili varsa, bu dilde kitap okuyabiliyorsa, o dilin edebiyatına da zaten hakim olduğu varsayılır – eh, daha ne, bir de kıvırcık mı olsun? İşin doğrusu, bence de iyi okur olmayan birinin iyi editör olması imkansız, ama bu gerekli koşul olabilir ancak, yeterli koşul değil. İnsan doğal olarak, eleştirel yapıt çözümlemeleriyle dolu dolu geçen ve son otuz yılın yapıtlarının da geniş olarak ele alındığı dört yıldan sonra, akademisyen olmak istemeyen ve yayıncılık dünyası tarafından kapışılan edebiyat bölümü mezunlarının olduğu bir dünyayı hayal ediyor, sonra da mecburen paralel evrenler arasında geçişin mümkün olduğu bir dünyayı. O dünya, bu dünya değil çünkü. Bugünün koşullarında iyi editör adayları, kendini iyi yetiştirmiş okurlar, yazarlar ve çevirmenler arasından çıkıyor pratikte. Dolayısıyla yayınevleri, “işbaşı eğitim” konusunda iş başa düştüğü için işbaşı yapmak zorundalar. Deneyimli editörlerin birikimlerini paylaştığı, örnek “vaka”lar üzerinden çeşitli yaklaşımların tartışıldığı “yayınevi içi atölyeler” düzenlemek zor değil. Özellikle cümle işçiliği düzleminde işler çabuk yürüyor; yapı/kurguyla ilgili meseleler daha girift, ama tartışması da daha zevkli. Üniversitelerde iki yıllık bir yüksek lisans programı da yapılabilir yayıncılık konusunda; editörlük dışındaki yönlerin de kapsanacağı böyle bir programa gerçekten ihtiyaç var.

Kendini yazar sanmayan kişi olarak editör
Yapı/kurgu ile ilgili çalışan, fikirler/öneriler üreten editörün, bence unutmaması gereken en önemli şey şu: Yazar olan o değil. Metnin zaten bir yazarı var. Çeviri redaktörlüğüyle ilgili söylediğimin aynısını söylediğimin farkındayım, ama bunun farkına varmam çok uzun sürdü. Kurgunun içine girdiğinizde, aklınıza onu daha iyi yapacak müthiş bir fikir geldiğini düşünebiliyorsunuz – işte o itkiye karşı koymak gerekiyor. Yazarın yerine, onun kurgusu için bir şey yazmaya kalkmak hem doğru değil, hem de hemen hep ters tepiyor. Inception’daki gibi: O fikri, yazar kendisi bulmalı. Editör en fazla, nerede yeni bir fikre ihtiyaç olduğunu göstermeli, bir de belki bu fikrin kategorik olarak nasıl birşeye benzemesi gerektiğini anlatmalı – “Burada kahramanın kısıtlanmışlığını gösterecek, görünüşte önemsiz ama onun ruh halini iyi anlatan bir olaya ihtiyaç var,” demek gibi.

Kitabın yakasından düşmeyen kişi olarak editör
Metnin işi bitince editörün işi bitmiyor elbette. Öncelikle yayınevi içinde müttefik kazanmak zorunda, sahiplenip emek verdiği kitabın başarılı olması için. Tasarımcıyla iyi iletişim kurabilmeli örneğin, hem onun yaratıcılığını kışkırtabilmeli, hem de kitapla ilgili bilmesi gerekenleri iyi aktarabilmeli. Bizde yayınevleri, kitaplar için tasarım ve sanat ürünü bütçesi ayırmıyor genelde, yayınevinin kadrolu tasarımcısı belli bir maaş alıyor, ayda kaç kitap çıkıyorsa hepsine kapak yapıyor; parça başı işler için de tasarımcıya verilen paralar genelde çok az, kullanılacak sanat ürünü (fotoğraf, resim, kolaj, her neyse) için ayrı bir bütçe olmuyor, o yüzden bizim kitap kapaklarının büyük bölümü, istock gibi, stok görsel malzemeyi ucuza satan internet sitelerinden alınma malzemenin Photoshop’lanmış haliyle kotarılıyor. Yine de, eldeki olanaklarla yapılabileceklerin en iyisini yapması gerekiyor editörün.

Arka kapak yazısı, bazı yazarların nefret etmesine rağmen, aslında çok önemli. Bir okur kitapçıya girdiğinde, gözünün iliştiği kitaba ortalama dört saniye zaman tanıyor – kapağıyla ilişki kurarsa arkasını çeviriyor – orada okuyacağı şey, onu 20-30 saniye içinde ikna etmek zorunda. Arka kapak yazıları bağlamında çeşitli yaklaşımlar var haliyle – bir uçta helikoper yayınları’nın Levent Yılmaz imzalı, tamamen öznel arka kapakları, bir yandan Ayrıntı’nın, arka kapak alanını kitapla ilgili bir makale sığdıracak şekilde doldurmaya teşne yaklaşımı; yalnızca bir alıntıyla yetinen arka kapaklar, hem alıntı, hem nesnel bilgi, hem de çarpıcı bir cümle vermeye çalışanlar... Yayınevinin bir tarzı oluyor genelde, ama o şablonun içini doldurmak bir angarya olmamalı editör için.
Bunların istisnası var tabii, Salinger en bilineni herhalde – ön kapakta yalnızca kitap ve yazar adının bulunmasını şart koşan Salinger’ın tuzunun kuru olduğu, tuzunu kurutana kadar da bu kuralı kimseye uygulatamadığı söylenebilir öte yandan.

Kapak demişken, kitabın adı aslında tartışma konusu yapılabilmeli, editörün bunu unutmaması gerek. Birkaç örnek sıralayayım, ünlü romanlar ve yazarlarının koyduğu özgün adlarla:
Gurur ve Önyargı (İlk İzlenimler)
Savaş ve Barış (Sonu İyi Biten Herşey İyidir)
Portnoy’un Feryadı (Yahudi Bir Hasta Psikanalize Başlıyor)
Fareler ve İnsanlar (Birşey Oldu)
Postacı Kapıyı iki Kez Çalar (Bar-B-Q)
Muhteşem Gatsby (West Egg Olayı)
Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi (Stephen Hero)
Rüzgar Gibi Geçti (Mee Mee Kara Koyun)

Anlatabildim sanırım.
Tasarımcı dışında, dağıtım/pazarlama ekibini de tavlaması gerekiyor editörün (böyle bir ekip varsa tabii). Kitabı kitapçılara anlatacak olan her kimse, bu kitabın neden özel olduğunu, ama aynı zamanda da daha önceki hangi kitaplara benzediğini, okuyucunun neden ilgisini çekeceğini bilmek ister, bu da her zaman basın duyurusundan öğrenebileceği birşey olmayabilir. Bu ekip, piyasayla birebir ilişki içinde olduğundan, editöre ve tasarımcıya (hatta yayın yönetmenine) değerli ipuçları da verebilir öte yandan, örneğin “yeşil kapaklı kitaplar satmıyor” ya da “arka kapağında ‘iç dünya’ yazan kitaplar okuyucu itiyor” gibi gözlemlerle sizi şaşırtabilirler. Basın duyurusu da ayrıca önemli, çünkü kitapla ilgili kısa tanıtımlar yayımlayan hemen hemen bütün gazete ve dergiler, bu basın bültenlerini aynen kullanarak (en iyi ihtimalle kısaltarak) yapıyorlar bu işi. Her yerde aynı cümlelerin görünecek olması epey can sıkıcı, ama onlar utanmıyorsa siz ne yapacaksınız?

Kitap piyasaya çıktıktan sonra da bitmiyor editörün işi. Kitabına ve yazarına bağlı olarak, yayınevinin tanıtım/halkla ilişkiler bölümüyle işbirliği yapması, kitabın nerelerde geniş olarak haber yapılacağının, söyleşilerin nerede yayımlanacağının, yazarın nasıl fotoğraflarının çekileceğinin kararlarına katılması gerekiyor. Bugün bunlara ek olarak web sitesi, blog, facebook, twitter, youtube’da video gibi ek kanalların da hesaba katılması lazım – bunların içeriğinin de editörün elinden geçmesi gerekir normalde.
Bir de artık yabancı yayın hakları konusu var – Türk yazarlar artan bir biçimde yabancı dillere çevriliyor, bununla iyi kötü uğraşan ajanslar var, destek fonları var, uluslararası fuarlar var – editör, bizzat bu “satış”ı gerçekleştirmekle değilse de, gerçekleştirecek kişilerin eline gerekli tüm kozları vermekle yükümlü.

Kitabı yoktan var eden kişi olarak editör
Bunu da atlamamak gerek. Bir editörlük çalışması türü vardır ki, editörün adını kitabın kapağına yazdırır – “yayına hazırlayan” olur editör, çünkü ortada öyle bir kitap yokken o konsepti bulmuştur, içini doldurmuştur. Bir konu çevresinde çeşitli yazarlardan yazı alınmasıyla oluşturulan derleme kitaplar genellikle bu başlığın altına girer. Baştan savma yapılmaya çok müsait bir kitap türüdür (kitap yazmaya üşenen akademisyenlerin, makalelerini değerlendirmek için kullandığı en popüler yöntemlerden biridir örneğin), özgün ve yeni bir örneğini yapmaksa ciddi mesai ister.

Sonuç olarak editör
dediğiniz kişi, epey bir iş yapan, ciddi sorumlulukları olan, kritik aşamalarda inisiyatif kullanması gereken, hem edebiyat dünyasını hem de kitap piyasasını takip eden, insan ilişkileri konusunda becerikli ama içten olan, ne dediğini bilen, ne yapabileceğini bilen, nerde durması gerektiğini bilen biri. Bütün bunları da onulmaz bir hastalığa yakalanmış olmasına rağmen (veya tam da bu nedenle) yapan biri. Sevelim, koruyalım, üzmeyelim.






* Bu konuda sözlüğe bakıp mesele neymiş diyenler, eğer Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne bakarsa maalesef bir mesele göremeyecek tabii (sanırım Özen Yula ve Nihan Kaya gibi). Daha eski sözlüklere başvuranlarsa, "pelesenk"in bir tür ağaç ve bir tür reçine olduğunu, "persenk"inse dile yapışan laf anlamına geldiğini görecek. Zaman içinde "pelesenk", "persenk"in de anlamını üstlenmiş belli ki, galat-ı meşhur olmuş. İyi; ama itiraz etme hakkı da mı yoktur? Aslında benim bu durumdan memnun olmam gerekir - bir "r" eksik, bir "r" eksiktir. (Keza "kargir"in de zamanla "kagir" haline gelmesini aynı coşkuyla karşılamalıyım sanırım.)

[1] Yine de, çaylak çevirmenler söz konusu olduğunda, “sene”leri yıl, “müddet”leri “süre” yaptığımı itiraf ediyorum.

8.4.11

cumhuriyet semantiği

bayram değil seyran değil, dün gece durduk yerde kafama takıldı: 2. cumhuriyetçilere aslında 4. cumhuriyetçiler demek gerekmez mi? 1961 anayasasıyla 2. cumhuriyet başlamıştı zaten; 3. cumhuriyet de 1982 anayasasıyla başladı; dolayısıyla yeni bir cumhuriyet isteyenler dördüncüyü istiyor olsa gerek, değil mi?

4.4.11

adam olacak çocuk

"Ata'ya Andımız'ı okuyan Çanakkale Ömer Mart İlköğretim Okulu öğrencisi 11 yaşındaki G.Ü. ilginç bir skandala neden oldu. G.Ü., ‘‘Ülküm yükselmek’’ diye devam eden bölümü, ‘‘Ülküm, ananızı s........’’ diye küfürlü okuyunca, diğer öğrenciler ve öğrenciler donup, kaldı." (http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2000/05/20/208083.asp

kızcağız sonradan "valla ağzımdan o laflar nasıl çıktı hiç bilmiyorum" diyerek direksiyonu toplamaya çalışmış tabii (okul yöneticileri de kendisine şefkatle yaklaşıp atatürk sevgisi zerk etmişler iki doz), ama bence sigorta, arabayı perte çıkarmalı. 1933 model ülkü arabayla eğitim dolmuşu yaptığımız yeter. bizim çocukluğumuzda "medeni cesaret" diye birşey vardı, bilmem hala var mıdır bu kavram, ama g.ü. maşallah o yaşında medeni cesaretin "g..ü"ne koymuş afedersiniz. adını öğrensek de başarılarını önümüzdeki yıllarda takip edebilsek...