28.12.14

masumiyet müzesi'yle süleymaniye arasındaki fark



kutsal kitaplar, dünyanın en önemli edebi metinleri - hem metin olarak öyleler, hem de siyasal, toplumsal, psikolojik etkileri açısından. edebiyat eleştirisi de keza bu metinleri yorumlama çabasından ortaya çıktı tarihsel olarak. masumiyet müzesi ve goethe evi ile süleymaniye ve notre dame arasındaki fark da bir tür farkı değil, çap farkı aslında.




dilimde bir tuhaflık



üçü de devletin en üst makamındaydı, üçü de despot olmakla suçlanmıştı, üçüne de hakaret etmek vatan hainliğiyle bir tutuluyordu; fakat asıl tuhafı, üçüncüsü, kendini birinciyle ikincinin melezi/sentezi sanıyordu.

ve üçüncüsünden söz ederken geçmiş zaman kipi kullanmanın acayip bir kafası vardı.

demek devrim gerçekten de dilde başlıyordu.






25.12.14

hayat bilgisi 1 yaşında



hayat bilgisi'ni geçen yıl bu zamanlarda kurduk. kültür endüstrisi - kültür - yaşama kültürü alanlarında, ilginç dersler olsun, ne dediğini bilen insanlar tarafından verilsin bu dersler, katılanlar da hem mesleki bilgi, hem de "bunu bilmeden olmaz" denebilecek kapsamdaki bilgiyi edinebilsinler istedik. bu derslere başlangıçta atölye demedik, "atölye" lafı bana hep makrame çağrıştırıyor çünkü, hala da demiyoruz aslında, ama google'da herkes "sanat tarihi atölyesi," "yazarlık atölyesi" diye arattığı için internetteki metinlerde mecburen geçiriyoruz bu sözcüğü (burada da böylece geçirmiş oldum!).

bu bir yılda toplam beş dönem yaptık. ilk dönem öğrenci sayımız epey azdı, epey moralimiz bozuldu aslında, ama sonra toparlandı, iyi bir iş yaptığımızı, yapmaya değer bir iş yaptığımızı, doğru dürüst yaptığımızı hissetmeye başladık. yayıncılık ve sanat tarihi odaklı bir okul olarak yola çıktık; bu odağı kaybetmedik, ama etrafını epey ördük. 2015'in ilk dönem dersleri arasında kozmoloji, genetik, lacan ve psikanaliz var örneğin. hem fizik, hem ortadoğu tarihi, hem de sihirbazlık dersi alabileceğiniz çok fazla yer yok!

mekanın eli yüzü düzgün, rahat, sıcak bir yer olmasına uğraştık; bu konuda koordinatörümüz edibe buğra en büyük paya sahip kuşkusuz - kahvesi, çayı, tuzlu ve tatlı atıştırmalıklarıyla ders aralarında onun masasının etrafında toplaşıp laflamayı, edibe hanım'ın arşivcilik hikayelerini dinlemeyi hocalar da, öğrenciler de, biz de seviyoruz.

bakalım bu ikinci yıl nasıl geçecek - macera dolu türkiye!

http://hayatbilgisi.co






20.12.14

egomda bir tuhaflık



orhan bey, kusura bakmazsanız dostça bir tavsiyede bulunmak istiyorum: ne olur kitaplarınızın başına ansiklopedi maddesi gibi bir cv/özgeçmiş koymayın. siz bizim en başarılı, en uluslararası yazarımızsınız, hakikaten gerek yok "bunu yaptım, bunu da yaptım" demenize. wikipedia'ya, vikipedi'ye ekleyin buradakileri, isteyen bakar. "orhan pamuk, 1952'de istanbul'da doğdu. ilk romanı 1982'de yayımlandı. istanbul ve new york'ta yaşıyor,"* deseniz yetmez mi? kitaplarınızın listesi de ayrıca veriliyor zaten arka sayfada.

bir de o künye sayfasındaki "kapak fikri: orhan pamuk", "fotoğraf üzeri yazılar: orhan pamuk" nedir öyle. yapmayın allahaşkına.

 sevgiyle.


 *bu biyografiyi kullanmak isterseniz lütfen buyrun kullanın. künyede adımı vermeniz gerekmez!



15.12.14

aşk sözlüğü - ham meyveler*




Üstümden başımdan sular damlayarak sunum salonuna daldığımda, bu gün tamamlanmadan Umut’la tanışacağımı ve hayatımın herhalde en heyecan verici döneminin başlayacağını bilmiyordum; epey geç kalmış olduğumun farkındaydım tabii, ama Aydın Hoca da sanki sunumları filan izlemiyormuş da benim ne zaman geleceğimi kafasına takmış gibi, ben içeri adımımı attığım sırada kapıya bakıyordu, gözlerini bile kırpmadan “Tam zamanında geldin Deniz, ben de bu font kullanımı hakkında ne düşündüğünü soracaktım,” dedi.
               “Hocam dakka bir gol bir, gözünüzü seveyim, nasıl yağmur yağıyor dışarıda biliyor musunuz?” dedim tüm içten arsızlığımla. Daha yirmi iki dakika öncesine kadar yatağımda derin bir uykunun keyfini çıkarmakta olduğumu bir bakışta anlamış olan Murat Hoca, elindeki kahve fincanını gösterdi “ister misin?” kaş-gözüyle, “içersem kusarım hocam, siz keyfinize bakın, sağolun,” demeye getirdim ben de, elimi göğsümle midem arası bir yere koyup başımı hafifçe yana eğmek suretiyle.
               Bizim tasarım bölümünün bence fena olmayan bir uygulaması vardı; üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerine açık bir derste, gerçek dünyadan bir tasarım projesi getirirlerdi, dersi alanlar da kendi tasarım ofisleri varmış da müşteri gelmiş gibi “brief” alır, taslak hazırlar, sunum yaparlardı, hem sınıfa ve hocalara, hem de müşterinin kendisine. Bu yıl Murat Hoca, yeni kurulmakta olan bir yayınevi getirmişti – üç yazar tarafından –Hale Sunca, Volkan Tözer ve Gökhan Eslen- bir yazar kooperatifi olan Kurgu Kolektifi (Ku-Ko). Fikir ilginçti aslında – piyasa için değil, edebiyat için edebiyat yapan yazarların, eski kitaplarını basacak yayınevi bulamamasından hareketle bu üç yazar, kendilerinin kurduğu ve oybirliğiyle yeni üye alacakları Ku-Ko’da, baskısı tükenen kitapların yanı sıra, üye yazarların yeni kitaplarını da yayımlayacaklardı; editörlük, düzelti, tasarım, dağıtım gibi işleri bizzat kendileri yürütecek ya da gönüllülere parasız olarak yaptıracaklardı; yeni kurulan vakıf üniversitelerinden biri olan Yunus Emre Üniversitesi de basım maliyetlerini üstlenmeyi kabul etmişti. Tasarım öğrencileri olarak biz de Ku-Ko’nun bütün kurumsal kimlik işlerini yapacaktık; bunun için Gökhan Eslen dönem başında gelip bize “brief” vermiş, nasıl bir yayınevi olacaklarını, neler basacaklarını, nasıl bir imaj peşinde olduklarını, gelecekteki projelerini (internet sitesi, cep telefonundan satış, kitapevi, yarışmalar, seçkiler vs) anlatmıştı.
               Eslen benim en sevdiğim, en saygı duyduğum genç kuşak yazarlardan biriydi, diğer ikisini de beğenirdim, bu kolektif işi beni epey heyecanlandırmıştı sonuçta, hatta işimi beğenirlerse Ku-Ko’nun tasarım işlerini gönüllü olarak (yani bedavaya) yapmak istiyordum. Sunum için de bayağı uğraşmıştım: logo, antetli kağıt, zarf, kartvizit, kapak tasarımları, internet sitesi taslağı, kitapevi vitrini, paket kağıdı, kitap ayracı, poşet – son iki gecedir uyumuyordum, en sonunda sunum sabahı erken saatlerde bayılmışım. Neyse ki ev Beşiktaş’taydı, okula yakındı, ev arkadaşım Kaan da nasılsa erken kalkmış, nasılsa benim sabah sunumum olduğunu hatırlamış ve –işte bunu anlamak çok zordu ve insanın kadere inanası geliyordu- beni uyandırmayı bir şekilde başarmıştı. Bütün bu özverili ve insanüstü gayretimin karşılığıysa Aydın Hoca’nın pozlarıyla muhatap olmaktı işte.
               “Evet Deniz Bey, font kullanımı diyordunuz,” dedi Aydın Hoca, konuya kesin dönüş yaparak. Salonun arkalarına geçip paltomu çıkarmadan, önümdeki katana Ayşe’yi siper almaya çalışmamın fayda edeceğini ben de ummamıştım aslında; bu ancak Aydın Hoca’yı dört yıldır tanımayan bir çaylağın yapacağı bir safdillik olurdu. Sunum sırası Oğuz’daydı, tumturaklı konuşmaya, boktan işler yapıp eski ustaları kaynak göstermeye, bokunda mutlaka boncuk bulmaya bayılırdı Oğuz, onun konuşmasını duyan birinin hipnotizmaya inanmaması imkansızdı.
               Ku-Ko için Oğuz’un kullandığı font ITC Avant Garde Gothic’ti ve bence tamamen fontun adında avangart lafı geçiyor diye, yayınevine yağ çekmek amacıyla seçmişti, çünkü tırnaksız bir fonttur bu, oysa Oğuz tırnaksız fontlardan –Helvetica’dan bile- nefret ederdi, bunu da bölümde bilmeyen yoktu çünkü bu nefretini bir manifesto haline getirip poster yapmış ve okulun duvarlarına yapıştırarak gözümüze sokmakta beis görmemişti.
               “Valla hocam Avant Garde Gothic iyidir,” dedim oturduğum yerden, “ama ben ev kedilerinin tırnaklarının kesilmesine karşıyım – tırmalamayan bir Oğuz’a aşina değiliz.” Herkes dönüp bana baktı – tamam, gıcık görünen bir laf etmiş olabilirim, ama gıcıklık olsun diye söylemedim, ayrıca gayet gülümseyerek ve “sevimli” kategorisinde bir edayla konuştum, yeminle. Belki afyonumun henüz patlamamış olması ve suratımın zombi makyajı yapılmış gibi durması insanlarda bu izlenimi yaratmış olabilir, bilemiyorum.
               Ne var ki Oğuz hiç bu yola sapmadı, lafımın altında iğne-ima aramadı; suratında çalıştığı yerden soru gelmiş bir otuzbircinin titrek sırıtışı vardı.
               “Arkadaşımız haklı,” diye başladı (“arkadaşımız” ne yahu, kim kime “arkadaşımız” diyor artık, devlet televizyası münazara programı mı bu?) “bu kurumdaki insanların önemli bir kısmı benim tırnaklı fontlar konusundaki hassasiyetimi yakından takip edegeldiği için, Ku-Ko projesinde bu fontu kullanmış olmamın arkasındaki saikleri merak edecektir; açıklayayım. Bir tasarımcı için tasarım ilkeleri, onun namusudur, bunu hep söylerim; ama sonuç itibariyle tasarımın varoluş nedeni tasarımcıların ilke ve kaprislerine değil, kullanıcıların ve müşterilerin ihtiyaçlarına hizmet etmektir. Böyle ilerici, uçbeyi üç yazarın bir araya gelerek yarattığı ve Türk edebiyatına mutlaka müthiş bir canlılık getirecek olan bu oluşumun fontu, elbette onların karakterini yansıtacak avangart özelliklere sahip olmalıydı. Fontun adındaki gotik sözcüğü de, bu oluşumun, muhafazakar ve değişime, yeniye direnen odakların hissedeceği korkuyu yansıttığı için son derece yerinde göründü bana.”
               Bu zırvalar Gökhan Eslen’i çileden çıkarmak üzereydi herhalde, ama adam tam bir beyefendiydi – biraz “gay” bir tanımlama oldu, düzeltiyorum, çok sıkı bir herifti, hiç renk vermeden dinlemeyi sürdürüyordu. Oğuz’un sunumunun geri kalan kısmını ben dinlemedim; üstümdeki ıslak montu çıkardım, arkama yaslandım, hafif kaykıldım, gözlerimi kapadım ve ruhumun, hızlı gidip köşebaşında bekleyen bedenime yetişmesini beklemeye başladım.
               “Deniz Bey, buyrun, sizi alalım,” diyerek beni çağıran Aydın Hoca’nın suratındaki gülümseme iyiye alamet olamazdı; nitekim ben sunum malzemelerini masanın üstüne yerleştirirken, “Beş dakikan var, Gökhan Bey’in çok zamanını aldık bugün, sunumlar çok sarktı,” demesiyle niyeti anlaşıldı: beni elçabukluğu marifetiyle ekarte edecekti. Ben bu heriften nefret ediyordum çünkü geçerli nedenlerim vardı (kız arkadaşımla yatmış olması gibi), ama o benden niye nefret ediyordu ki? Murat Hoca’ya baktım, “ben ne yapayım?” dercesine gözlerini kaçırıp ayakkabısının bağcığını incelemeye başladı.
               Doğrudan konuya girmeli, en büyük silahımı hemen kullanıp öldürücü darbeyi vurmalıydım; Gökhan Eslen, geri kalanları görmeyi kendisi isteyecekti zaten. Adam Türk edebiyatının olgun Messi’siydi, kilosuna dikkat eden ve kokain kullanmayan Maradona’sıydı, kitaplarını okuduğunuzda adamın zekasına hayran kalmakla kalmıyor, edebiyatı ve insanları ne kadar iyi tanıdığına her sayfada tanık olup öpmek istiyordunuz – “gay” olmayan bir biçimde tabii. Gökhan Eslen’in yazmakla yetinmeyip, kendisi gibi yazarları örgütlemesi, yetişmekte olan genç yazarların önünü açması ve düpedüz piyasaya meydan okuması herhalde son yirmi otuz yılın en önemli gelişmesiydi bu alanda ve bu coğrafyada, bunu da ancak Gökhan Eslen becerebilirdi.
               A3 boyutunda çıkışını aldığım logoyu tahtanın önüne koydum, yana çekildim ve bir beş saniye kadar hiçbir şey söylemedim. Logo bir ünlem işaretinden oluşuyordu, ünlemin sopa kısmının içinde “Ku” ve “Ko” heceleri alt alta yazılmıştı, “K” harflerini birer göz gibi yapmıştım, “u” ve “o” harflerini de gözbebeği gibi kullanmıştım; ünlemin noktasının içindeyse, gagasını sonuna dek açmış, gözleri pörtlemiş bir guguk kuşu vardı, kuko, guguk, hoş bir espri bence. Ünlemin kendisi de Kolektif’in ne kadar dikkat çekici bir girişim olduğuna dikkat çekiyordu haliyle. Logonun güzelliği, retro oluşundaydı, edebiyatın yitirdiği değerlere örtük bir gönderme yapıyordu. Bunları Gökhan Eslen’in anladığı bakışlarından belliydi, ama bizim davarların da kendilerini davar gibi hissetmemeleri için kısa bir açıklama yaptım, sonra diğer malları tahtanın önüne dizmeye başladım.
               “Çok sağolun,” dedi birisi, dönüp baktım, Gökhan Eslen’di bu, “ama gerçekten gitmem lazım, eğlenceli bir iş olmuş ama biz sanırım Oğuz Bey’in çizgisinde birşey arıyorduk; herkes çok emek vermiş, kafa yormuş, hepinize teşekkür ederim, endüstriyle üniversite işbirliğine artık inanıyorum!”
               Oturduğu yerden kalkmıştı zaten, hocalarla el sıkıştı, Oğuz’la ayrıca el sıkışıp kartını verdi, “Yenisi sizin elinizden çıkacak inşallah!” demeyi de ihmal etmedi, sonra da çıkıp gitti. Biz bize kalınca jürideki hocalar sazı ellerine aldı tabii, sokarım sazınıza modundan el salladım kendilerine, bundan sonraki hayatlarında başarılar dileyerek.
               Eslen olayı bende ciddi hazımsızlık yaptı; akşam eve gittiğimde hala karnım ağrıyordu; suratımdaki ülserli ifade, salondaki kanepede sarmaşık pozisyonunda oturmuş Haneke filmi izleyen Kaan’la Maya’nın dikkatinden kaçmadı, kendilerine minnet duymamak elimde değildi, ben olsam Haneke filminden başımı kaldırıp suratıma bakmazdım kesinlikle.
               “Nooldu be?” diye sordu Kaan, kumandanın “pause” düğmesine basarak.
               “Yok birşey, ne olsun?” dedim, mutfağa devam ettim, buzdolabını açtım.
               “Bir filin buzdolabına girdiği nerden anlaşılır?” diye sevimli sevimli sordu Maya içeriden.
               “Tereyağımız olsaydı ayak izinden anlardık, ama şu halde ancak küflü salça konservesinden anlayabileceğiz herhalde,” dedim.
               “Bunun birşeysi var,” dedi Maya endişeli bir sesle.
               Dolapta yiyecek birşeyler olabileceği umuduna neden kapılmış olduğumu sorgulayarak salona döndüm, kanepenin yanındaki koltuğa geçtim.
               “Sonunda herifler üçünü de öldürüp yan eve musallat oluyor,” dedim.
               “Ebenin amı,” dedi Kaan, sinir içinde televizyonu kapatarak.
               “Karnın aç diye mi aksileniyorsun?” diye sordu Maya, “yemeğe çıkacağız biz, sen de gelsene?”
               “Bu adam bu kadar moron olup bu kitapları nasıl yazabilir abi?” dedim ortaya.
               “Kimi şereflendirdin şimdi?” dedi Kaan.
               “Götten Beslen, kim olacak,” dedim; Maya boş boş bakınca Kaan altyazı geçti.
               “Herifin kafası basmadı abi, bön bön baktı logoya, ulan saçlarından duvara japonla yapıştırdığımın lavuğu, sen ömründe öyle logo görecek misin bakalım bir daha, sonra gitti Oğuz dallamasının yaptıklarını seçti, para filan da verirler allah bilir, Aydın ibnesi de bayıldı bu duruma tabii.”
               “Siktiret olm,” dedi Kaan, “bozma moralini, alemin kralı olacaksın sen, T-Rex’i olacaksın, bunlar hep oraya giden yolun basamakları.”
               “Ne diyorsun lan,” dedim, “bırakacağım ben bu okulu, allah hepsinin belasını versin, hocaların da, müşterilerin de, tasarımın da, tasarım yapmaya çalışanın da ta a-“
               “Yavaş dedik,” diye kesti Kaan, “hadi yürüyün çıkalım, birşeyler yiyelim, konsere gelsene bizimle, Umut’u tanıyor musun sen?”
               “Ne konseri, Umut kim, nerden para buldunuz, mevzu ne?”
               “Umut bizim bölümden, büyüyünce Lars von Trier olacak,” dedi Maya.
               “Konstanbul Hikayecileri diye bir grup çalıyor akşam Cemal Reşit Rey’de, Bizans’tan bugüne İstanbul havaları diye özetleyeyim ben sana, bizim hocalardan biri de davul çalıyor,” dedi Kaan.
               “Nasıl yani,” dedim, “adam tarihçi diye tarihi davulları ona mı çaldırıyorlar?”
               “Yok yahu, herif anasının karnındayken bile ritimle tekmeliyormuş, tarihçiliği sonradan olma.”
               “Umut konusuna dönelim bir saniyeliğine öyleyse,” dedim, Maya’nın gözlerine sağ elimin işaret ve orta parmağımı doğrulttum, How I Met Your Mother’dan öğrenmiştim bu hareketi, sonra kendi gözlerimi göstererek “bana bak,” diye tehdit etmeye koyuldum, “yine bana çöp çatmaya kalkıştıysan-“
               “Aman ne çöp çatacağım, çöpün mü kalmış,” diye çıkıştı Maya, “zaten kızın sevgilisi var, ayrıca lezbiyen.”
               “Nasıl, bildiğimiz lezbiyen mi yani?” dedim.
               “Ne o, kulakların dikildi?” dedi Kaan, “Hem yalnızca kulakların da değil galiba.”
               “Bu Kaan’ın eski sevgilisi mi, hani Kaan’dan ayrıldıktan sonra erkeklere tövbe edip lezbiyen olmaya karar veren kız?” diye sordum Maya’ya. Bunu takip eden sert bakışı ve Kaan’ın “dur, herşeyi açıklayabilirim” minvalli gevelemeleri eşliğinde kapıdan çıktık. Çarşıda birşeyler atıştıralım dedik önce, ama sonra Umut Maya’yı aradı, Taksim’deydi Umut, biz de oraya gidip İstiklal’in başındaki Bambi’de tıkınmaya karar verdik.
               Büfeye vardığımızda Umut bizi bekliyordu, sert suratıyla etrafa bakınıyordu, bizi görünce –daha doğrusu Maya’yla Kaan’ı görünce- gülümsedi de ifadesi biraz yumuşadı, ama gözleri hala sert maviydi.
               “Samra’nın yerine Deniz’i getirdik,” diye tanıştırdı bizi Maya; kaşlarını kaldırıp bana baktı Umut, “Merhaba,” dedi – o kadar.
               “Samra’nın yerini dolduramaz tabii,” demek zorunda hissetti kendini Kaan.
               “O niye gelmedi ki?” diye sordu Umut. 
(...)

*("ham meyveler" adlı, bitmemiş ve bitmeyecek başlangıçlardan oluşan, giderek kabaran dosyadan. bunun şöyle bir hikayesi var: romanı bildiğimiz sözlük formatında yazacaktım, sözlük "aba"dan başlayıp zülküf"te bitecekti, ama her sözcüğün gerçek tanımından çok farklı bir tanımı olacaktı, sözcüklerin örnek cümleleri de romanı oluşturacaktı. roman, kendi dilini geliştiren genç bir çiftin hüzünlü hikayesiydi. önce hikayeyi yazıp sonra sözlük formatına oturtacaktım...)

12.12.14

amerikan okurları aslan cinotri



geçen gün bir tweet'e rastladım. "orhan pamuk'un başyapıtı nasıl 'kara kitap' olabilir ki, amerika'da hiç satmadı, çok yerel bir kitap" diyordu mealen.

amerikan okurları çok güzel insanlar hiç kuşkusuz, çok da kitap okuyorlar, o da güzel, fakat o vasat/vasataltı popüler beğenileri, bütün dünya edebiyatını hızla mahvediyor, çünkü dünyanın başka başka yerlerindeki yazarlar da artık amerikan okuru gibi okurları düşünerek, onların beğeneceği/anlayacağı türden kitaplar yazmaya çalışıyor, yazıyor ve bütün renkleri karıştırdığınızda ortaya çıkan o renk çıkıyor dünya edebiyatında.

kültürel emperyalizm mi demiştiniz? vasatın mutlaklığı demek.

11.12.14

frequafra


FREQUAFRA

freedom, equality, fraternity.

the new party for the whole world.


free is freed.
less is more.
equal is greater.
all is one.

9.12.14

gerçeğin katili olarak aşırı-gerçekçilik


Bugün şehirler, gerçeğin kurulduğu ve yok edildiği ana mekanlar olarak, insanlığın epistemolojik kurgusu açısından inanılmaz ölçüde dönüştürücü bir rol oynuyor – bunun şimdi farkındayız, ama etkilerini ancak daha sonra bütün boyutlarıyla görebileceğiz. “Herkesin gözü önünde” olanlara tarih boyunca nesnel bir gerçeklik atfetmeye alıştık; şehirler bu anlamda kolay tanıklıkların bulunduğu merkezler oldu. Son 10-15 yıldaysa metropollerden başlayan ve hızla daha küçük ölçekli şehirlere de nüfuz eden bir “saptama harekatı” söz konusu: şehirlerin her yerini saran güvenlik kameralarından söz ediyorum. Artık gerçeklik, yalnızca rastlantısal tanıklarla saptanmıyor, tekrar tekrar dönerek yeniden incelenebilecek kayıtlar halinde saptanıyor. Her edimin, her eylemin bir kaydının olmasını bekler hale geldik bile; yürüyüşümüz bile değişti. Buna son dönemin telefon kayıtlarını da eklemek gerek, günde iki-üç saatini telefonla konuşarak –sokakta, vapurda, asansörde, işte, evde- geçiren insanlar olduğumuz için. Sesli ve görüntülü bu kayıt düzeni, gerçekliğin sarsılmazlaşmasını sağlamıyor öte yandan; tam tersine, bu gerçekliğin inkar edilmesine, kaale alınmamasına, “göz göre göre” yok sayılmasına yarıyor. Bu da şehirli insanın gerçekle ilişkisini son derece sorunlu hale getiriyor, daha da getirecek. Şizofreni, artık “norm” olarak tanımlanabilir hale gelmek üzere.



7.12.14

kimliğine ait olmayanlar



türkiye'de bir kürt, "kürt" olmama, öyle yaftalanmama hakkına sahip mi? bir ermeni, "ermeni" olmama hakkına, alevi "alevi" olmama, yahudi "yahudi" olmama, rum "rum" olmama, eşcinsel "eşcinsel" olmama hakkına sahip mi? etnik, dini, cinsel, yöresel aidiyetler, bireysel kimliklerin önüne geçtiğinde, bireyin yaşama alanını daraltıyorsunuz, kendi olma hakkını elinden alıp, "grubunun üyesi" olmaya mahkum ediyorsunuz. kimlik politikaları, bir yandan bu toplu aidiyetlerin kabul görmesine ve bazı hakların verilmesine yarıyor elbette, ama bir yandan da bireylerin üstüne yapıştırdığı etiketle, alttaki biricik insanı görmeyi zorlaştırıyor, grubun bireylerinin doğal farklılıklarını yok saymaya zorluyor - hem gruptakileri, hem de gruba bakanları. herkesi kendi aidiyetine göre giydirmekten -sokakta yürüdüğünüzde, devlet de, "halk" da sizin kim olduğunuzu değil, "kim" olduğunuzu anlasın istemekten- uzun boylu bir farkı yok bunun.

6.12.14

interstellar's catch-22


towards the end of christopher nolan's film interstellar, the lead character cooper is put into a construct created by five-dimensional humans of the far future so that he can communicate with his daughter murph and tell her about certain quantum data, which will save the last humans (or rather, nasa employees and their families) and let them travel to a safe planet. therein lies the movie's catch-22: cooper needs the humans of the future to communicate with murph, but those humans can only exist if he communicates with her.