25.10.10

yeni: geriatri servisi

bir hastalık: yakalanma oranı yüzde yüz, ölüm oranı yüzde yüz. beynin esnekliğini sağlayan kasların önce sertleşmesi, ardından kilitlenmesiyle başlıyor. gözler görme yetisini büyük oranda kaybediyor - çeperden başlıyor bulutlanma, ortada, iğne deliği kadar bir boşluk kalıyor en sonunda, bazen o bile kalmıyor. yutkunma güçlüğü çekiliyor önce, ardından hiçbir şey geçmez oluyor, beslenemeyen sindirim sistemi sonunda akışı ters yüz ediyor: kıçtan besleniyor hasta, ağzından sıçıyor - yeter ki organizma biraz daha tutunsun dünyaya. belki bu yüzden, tırnaklar inanılmaz bir hızla uzuyor, dökülüyor, yeniden çıkıyor. yaralar kapanmak bilmiyor, kan bir kez akmaya başladı mı durmuyor. anlaşılır nedenlerden ötürü, bir aşamadan sonra yalnızca birbirleriyle görüşüyor bu hastalığa yakalananlar, bir de onlara hiçbir şeyleri yokmuş gibi davranan hastabakıcılarla - doktorlar servise neredeyse hiç uğramıyor, umut yok çünkü hiçbiri için. nihayet öldüklerinde dayanması imkansız bir koku salıyorlar - hastalığın başından beri içlerinde biriken çürümenin patlaması bu.

13.10.10

tarihteki en berbat sınav kağıtları - 2

tarih haziran 1990, yer boğaziçi, ders htr 402, hoca rıdvan akın.
soru: 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti / Türkiye Toplumsal Formasyonu’nun yakın tarihi, bugünü ve yakın geleceği konusunda bir deneme yazınız. Yazınıza bir başlık koyunuz. Sınav süresi 60 dakikadır. Her türlü kaynak kullanımı serbesttir.
cevap:
Her Türlü Kaynağın Serbest Kullanımı Bağlamında Çemişkezek Anıtsal Çöplüğü İçin Sonuçlandırıcı Bir Taslak

bilindiği ve fakat sık sık göz ardı edildiği gibi duvarlara karşı takınılan tutum toplumsal ölçekte ve geniş zaman dilimlerini kapsayacak biçimde bir ayna oluşturur önemli olan aynaya neresinden baktığınızdır çünkü ayna hiçbir zaman aynı şeyi göstermez ve zaten arkasından bakmak da bir tutumdur görülen şey sırdır ve bir sır olarak kalması istenmiyorsa açı değiştirilmesi önemle rica olunur türk toplumunu da işte bu ayna yani duvarlar aracılığıyla ve farklı bir açıdan incelemeye koyulursak ne görürüz pek çok şeyi ama öncelikle şunu
bin dokuz yüz yetmiş üç yılının ekim günlerinden yağışlı ve tek rakamlı olan birinde istanbul edirnekapı dolaylarında yapılan hayvan kırımı özel boyutlara ulaşmıştı surlar yeniden kana bulanıyordu hatırlayacaksınız bizanslılar osmanlılar istanbul’u surlarla donatarak kilit altında tutabileceklerini mutlu mutlu hayal ediyor istanbul ruhunun bu surlara çarpacağını yapışacağını ama asla sınırlarını aşmayacağını düşünüyorlardı ve bunu kanıtlamak için çok hemoglobin harcanmıştı oysa geçen zaman bunun tam tersini kanıtladı bizlere akıtılan kansa kandı yine ancak bu sefer kesilen atlardan alınan kemikler yine yapıştırıcı yapımında kullanılıyorduysa da bu yalnızca bürokratik türkiye’nin modern ve kalitesiz ıvır-zıvır yapıştırımına yönelik talebi karşılayabilmek içindi ancak dikkate asıl değer olan nokta duvarlar ve kandökümü ve uhu yapımı değildi elbette farketmemiz gereken şey içeride tutmak kavramının duvarlarla nasıl işlevselleştirilmeye çalışıldığı ve artık bin dokuz yüz yetmişlere gelindiğinde bazı şeylerin içeride saklı tutulmasının mümkün olmadığının görülmesi nitekim bu dönemin hükümetleri tarihsel bir duvar çelişkisiyle türkiye’yi olabildiğince soyutlayıp kendi yağıyla kavrulma saplantısına düşmüşlerdi hatalarını anladıklarındaysa çok geç olacaktı biraz geriye terakki edelim
cumhuriyetin ilk yıllarında hummalı bir şekilde yaşanan duvar örmece pek çok ustanın türemesine ve açık bir ifade kullanmak gerekirse köşe olmasına yol açmıştı millet meclisinin duvarlı bir yapı olmasının gerektiği düşüncesinin hiç tepki ve muhalefetle karşılaşmamış olması düşündürücüdür daha da hindiselleştirici olanı bu tepkinin cumhuriyetin bugüne kadarki kısmında da dile getirilmemiş olmasıdır yine de aynı yıllarda ankara’nın çılgın diplomat partilerinin yine yüksek duvarlar ardında verildiği ve çöpçülerin grev yapmaları hayal sınırlarına bile giremediği için olacak bu duvarların öbür yani sokağa bakan yanında çöplerin asla birikmediği ve dolayısıyla çirkin bir görüntü oluşturmadığı saptanmıştır oysa toplum bu sırada elbette çöp üretiyordu
halka açık tuvaletlerin duvarlarına yazı yazma sendromu (HATDYYS) olarak adlandırdığımız olgu ancak çok partili dönemde on on beş yıl yaşadıktan sonra toplum gündemindeki sırıtkan yerini almıştır gözlemcilerin gözlediklerine göre bu duvarlara yazılan yazıların içerikleri ile toplumun hangi konulara koşullandırıldığı arasında doğrudan bir orantı vardır ve orantı sabiti 1.78 olarak saptanmıştır örneğin dogmatik ve drajesel politikleşmenin yaygın olduğu ve futbol takımı tutar gibi marksist veya ülkücü olunduğu dönemlerde tuvalet duvarları hangi siyasal görüş yandaşlarının kahrolması gerektiğini belirten sözlerle doluyken seksen sonrası apolitikleşmenin etkisiyle bu konu direkt olarak tenasül organlarının atış poligonu olarak kimlerin hangi pozisyonda ve nasıl sesler çıkartacağını da içerecek anlatımlara dönüşmüştür
türk toplumunun çözümlenmemiş ikilemi ve çelişkisi olan din konusu da duvarlardan nasibini almıştır bastırılmış bir dinselliğin yaşandığı dönemlerde minareler kısa tutulurken çarşafın özgürleştiği zamanlarda mevcut camilere ek minareler yapılması yoluna gidilmiştir bilindiği gibi minare freud psikanaliz terminolojisinde fallik semboldür ve erkek saldırganlığını belirtir ayrıca camiye saygılı olunması duvarlara asılan tabelalarla emredilir bu saygı cami duvarına sırtını ve tek tabanını yaslayıp “düriyemin güğümleri kalaylı” adlı türküyü söylememeyi de kapsar
demokratikleşme süreci içinde türkiye’de karşılaşılan bir başka garip olgu apartman ve evlerin ne kadar küçük bir bahçeye sahip olurlarsa olsunlar hemen ve hatta daha apartman yapımı tamamlanmadan bir bahçe duvarıyla çevrelenmesidir bu duvar genellikle alçak çoğu zaman çirkin ve kimileyin gösterişlidir bu daha çok özgürlüğü hazmedememiş toplumlarda görülür ve bu toplumlarda maden suyu tüketimi çok yüksektir
türk devletinin temel ilkelerinden biri (daha önceki sınavda da belirtmiş olduğum gibi) duvarlara işenmemesidir türk folklorunda böylesi bir eylemi gerçekleştiren insanların taşıma hayvanlarıyla ve özellikle eşekle özdeşleştirildiği fark edilir bilindiği gibi  eşeklerin kemiğinden de uhu yapılmaktadır bu folklorik öğenin kral midas söylencesiyle bir ilişkisi olup olmadığı halen bir araştırma konusudur türk devleti için duvarlara işenmesinin engellenmesi her zaman çok önemli olmuştur bunun çeşitli nedenleri vardır bir kurşuna dizilecek insanlar duvara dizilirler bu duvara daha önce işenmiş olduğunda bu insanların ayakları hem ıslanır hem de kirlenir oysa temizlik imandan gelir ve türk devletinin gayrıresmi dini islamdır ve kurşuna dizme çok zevklidir iki duvarlara işendiğinde ortaya kötü bir koku yayılmakta ve insanlara bu düzende birşeylerin kokuşmuş olduğunu anımsatmaktadır tıpkı hamlet’te olduğu gibi “something is rotten in the state of denmark” üç aslında devlet de duvarlara işemenin çok zevkli  olduğunun farkındadır ama halka bu özgürlüğü verdiğinde astarın çok pahalıya çıkacağını hesapladığından gece geç saatlerde gizlice kendisi işer (nitekim komünizm lazımsa onu da devlet yapar - icabında yani) dört sonuçta duvar türk devletinin bir simgesidir ve her türkün asli  görevi “another brick in the wall” olmaktır ve fakat açılan gediklerin kapatılması eskisi kadar kolay olmuyor ve içeriye gittikçe daha çok şey giriyor dışarı çıkıyor ve işeme eylemi sırasında devletin kazara ıslanma olasılığı (bu gedikler nedeniyle) çok onur kırıcı bulunuyor oysa bugün bilimin ve felsefenin ulaştığı nokta şudur ıslak olmayan bir varoluş düşünülemez

(alınan not: pekiyi)

11.10.10

seçilmiş anlar

şakir eczacıbaşı'yla ancak ömrünün son yılında tanışabildim, bülent erkmen sayesinde. yarım yüzyıllık bir fotoğrafçıydı şakir bey, bu süre boyunca estetik anlayışını geliştirmiş, tanımlamış, "şakir eczacıbaşı fotoğrafı" denebilecek bir kıvamı yakalamıştı; yayımladığı yıllık fotoğraf seçkileri de bu estetiğin payandalarından biriydi bence. beğenmeyenleri vardı, hiç değilse bir fotoğrafını çok beğenenler çoğunluktaydı. şakir bey, fotoğrafçılığını özetleyecek, en iyi yapıtlarını bir araya getirecek, "geriye bunu bırakıyorum" diyebileceği bir kitap istiyordu. tasarımını bülent erkmen üstlenecekti; kitaba bir de editör lazımdı, yalnızca binlerce fotoğraf arasından, elbette öznel, ama temsil edici bir seçme yapmanın ötesinde, kitabın konseptini yaratmasını da bekliyordu editörden. başka fotoğrafçıların, fotoğrafla ilişkisi bilinen yazarların adı geçmişti, ama şakir bey, kuşkusuz bülent erkmen'in tavsiyesiyle, bu zorlu görevi bana verdi.

görevin zorluğu çeşitli nedenlerden kaynaklanıyordu. bir kere ciddi ölçüde ilerlemişti şakir bey'in hastalığı; hiç konuşulmasa bile, o da, biz de biliyorduk zaman yitirmemek gerektiğini. yapılmayı bekleyen iş az buz değildi sonra; bir sanatçının yapıtlarına dalıp, büyük harfle "yapıt"ı oluşturmak, belki de bunu sanatçının tercihlerine rağmen yapmak söz konusuydu. son olarak, uyarmışlardı beni: aksi bir ihtiyardı şakir bey, çabuk tepesi atardı, dediğim dedikti.

ortaköy sırtlarındaki evinde bir araya gelip çalışmaya başladığımızda, çok farklı bir şakir eczacıbaşı'yla karşılaştım; kitap çalışması boyunca da hep aynı insanı buldum karşımda. kitabın oluşturulması konusunda bana neredeyse açık çek vermişti, bu tutumunu hiç değiştirmedi. kitapla ilgili hemen hemen bütün kararlarda son sözü bana bıraktı (iki konu dışında: biri kitabın ismiydi: "seçilmiş anlar" onun fikriydi; daha önceleri birlikte çalıştığı bir yazardan aldığı önsözü kullanmama kararı da onundu). hep esprili, konuşkan, sıcaktı; son zamanlarda sık sık yorgun düşüyor, hali olmuyordu, ama bernard shaw'dan aktaracağı bir hikaye hep vardı. çok iyi geçindik - onun o yaşta bana gösterdiği yakınlığı ve "sözü bırakma" olgunluğunu hiç unutmayacağım.

şakir bey'i son olarak, iksv'deki odasında gördüm bülent erkmen'le birlikte; "seçilmiş anlar"ın ve "çağrışımlar, tanıklıklar, dostluklar"ın kapaklarını onayladı, fotoğraf yıllığının kapağında hangi fotoğrafın daha iyi duracağını bize sordu. yaşamından, sanatından ve üzerine yazılanlardan yapılmış seçmeleri örerek oluşturduğumuz "seçilmiş anlar" matbaaya gitti.

şakir bey'in ölüm haberi, kitaptan ne yazık ki bir hafta önce geldi. şimdi, üzerinden neredeyse bir yıl geçtiği halde "seçilmiş anlar," hala matbaa deposundan çıkacağı günü bekliyor.

şakir bey'in uzun süre direndikten sonra kabullendiği dijital fotoğraf makinesi de, belki hala evinin salonunda, girişteki yerinde bekliyordur.

8.10.10

romanda yerler

6 ekimde mimar sinan'da verdiğim ufak seminerde, roman kurgusu içinde "yer"in nasıl aktarıldığı ya da sıfırdan yaratıldığı, yer betimlemesinin işlevinin ne olduğu üzerine konuşuyorduk, italo calvino'nun görünmez kentler'inin özellikle şehir planlama bölümlerinde ders kitabı sayılacak kadar yaygın bir biçimde okutulduğunu öğrendim. eniştem müdür olmuş gibi sevindim. ben de kontra olarak faruk ulay'ın beldeler kitabı'nı anımsattım - yky'deyken, yayıncısı olmaktan en fazla gurur duyduğum kitaplardan biriydi. hala bulunuyor mu bilmem, ama aramaya değer.

okuduğunuz bir kitabı eleştiriniz

ben olsam, benim kitaplarım hakkında asla yazmazdım. neme lazım, nerden ne çıkacağı belli olmaz benim gibi tiplerin yazdıklarında. memnuniyetle ifade etmeliyim ki, eleştirmen ve yazarlarımızın büyük çoğunluğu da genel itibariyle bu temkinliliği gösteregeldi. ama kolunda sepet, ormanda dolaşan kırmızı başlıklı kızlar da çıkmıyor değil arada: “aa, mantar!” diye gamsızca dibine koşturdukları şeyin mesela camisiz bir minare olduğunu göremiyorlar. o zaman da “ormanın ortasında minarenin işi ne?” olmuyor sordukları (ve sormaları gereken) soru, “bu mantarlar niye zehirli?” diye soruyorlar en fazla. niye olacak, siz yiyin diye.

7.10.10

"istanbul, constantinopolis

değil," der ya eski şarkı, izmir de selanik değil. yıllar var izmir'e gitmiyorum, işim düştü gittim. basmane'nin alt taraflarında, konak'ta, alsancak'ta, kordon'da, arka sokaklarda yürüdüm. güzel denebilir, ama nedense hatırladığım, beklediğim, sandığım kadar da güzel çıkmadı. selanik gibi bir yer bekliyordum herhalde. bizim şu "sivil mimari" denen, iç karartıcı, saçma sapan apartman yığınıdır bence düşkırıklığımın müsebbibi. heykel'in göbeğinde, denize sıfır türk telekom binasını da esefle selamlıyorum.