13.1.11

nasıl tartışmalı?

john stuart mill, "düşünce ve tartışma özgürlüğü"nde, yanlışlığından emin olduğumuz fikirlerin bile söylenmesini sağlamamız gerektiğini öne sürer, bunu tartışmak için de din örneğini kullanır - en zor örneği kasten seçer ki, söyleceklerinin bunun için doğru olduğunu gösterebilirse, daha kolay örnekler için de geçerli olabilsinler. der ki, birincisi, hiçbir düşüncemizin kesin doğruluğundan emin olamayız, dolayısıyla hiçbir düşünce için kesin yanlıştır diyemeyiz; ikincisi, bu kararı başkaları adına vermeye hakkımız yoktur, herkes kendi kararını kendi verir:

"Benim sözünü ettiğim şey, bu konuyu başkaları adına, karşı taraf için söylenebilecekleri duymalarına izin vermeden karara bağlama girişimidir. Bu kendini bilmezliği, en derin inançlarım adına kullanılsa da reddediyor ve lanetliyorum."

Bir görüşün ifade edilmesini yasaklamak, yalnızca o görüşün yanlışlığından emin olmak demek değildir mill'e göre, onun başkaları için zararlı olacağından da emin olmaktır, yani bu konuda hata yapmayacağından emin olmaktır.

en çok inandığı şey konusunda bile yanılıyor olabileceğini bilmek ve kimseyi düşüncelerden korumaya çalışmamak - "tartışma", ancak buradan başlayabilir - herhalde.

9.1.11

olmamış meyveler 3: kant kulübü 2 - oğuz'un koğuşu

“Elinden her iş geliyor bakıyorum; berberliği nerede öğrendin?”
                “Öğrenmedim Oğuz, siz ilk müşterimsiniz, sonuncusu olmanızı da istemiyorum, o yüzden lütfen kıpraşmadan oturun.”
                Oğuz, siyah hastabakıcı David’in elindeki usturaya bir an endişeyle baktı, sonra David’in gözlerindeki gülümsemeyi görünce o da güldü. Gür ve uzun saçlarının arasından kafa derisi şerit şerit görünmeye başlamıştı bile.
                Bu yıl Noel’in güneşli geçtiğini anlatmaya başlamıştı koğuştaki diğer hastalardan biri olan Robert, ama yılbaşında bol miktarda kar vardı; Oğuz’un bakışları pencerenin dışında, sabahtan beri aralıksız yağmayı sürdüren kara takıldı.
                “Sıkı yağıyor,” dedi ortaya.
                “Ciddi misiniz?” diye heyecanla sordu Youssuf, koğuşa Beyrut’tan katılıyordu, ömrü boyunca gördüğü üçüncü kardı bu. “David, beni dışarıda dolaştırmak zorundasın, itiraz dinlemem.”
                Usturada biriken köpükleri bir usta edasıyla öbür eline silen David güldü. “Tekerlekli sandalyede kar lastiği varsa neden olmasın, hem belki akşam için tombala filan alırız.”
                “Beyler, sizi uyarıyorum,” diye lafa karıştı Adelaide, “tombalanın kitabını yazdım ben, yeni yıla züğürt girersiniz.” Koğuşun en eski hastası oydu, ama ışın tedavisi yakında sona erecekti, çıkıyordu.
                Oğuz, en son ne zaman tombala oynadığını düşündü, birtakım çocukluk görüntüleri geldi gözünün önüne, ama tam olarak çıkaramadı; fakat aklı bu arama sırasında boş durmadı, “tombala” sözcüğünün hangi dilden Türkçeye gelmiş olduğunu kurcalamaya başladı. “Çinko” herhalde İtalyanca “beş”ten geliyordu, her sırada beş sayı olduğuna göre. Belki tombala da İtalya’da bir yer adıydı, ya da “torba” anlamına geliyordu, torbadan sayı çekildiği için bu ad verilmişti oyuna. Bazı filmlerde tombala turnuvaları düzenlenen geniş salonlar hatırladı Oğuz, ama Türkiye’de daha çok aile arasında oynan bir oyundu sanki. Bir hikaye fikri geldi aklına: Emekli bir albay, alt katta oturan kiracısı, onun hoşlandığı ama bir türlü açılamadığı kadın ve bakkalın çırağı bir Ramazan akşamı iftardan sonra –hiçbiri oruçlu olmadığı halde- tombala oynamaya oturuyorlar, çırak hepsinin parasını alıyor, emekli albay hiddetlenip ihtilal günlerini hatırlıyor, kiracı yine kadına duygularını anlatamıyordu. Kendi kendine gülümsedi Oğuz – ameliyattan sağ salim bir çıksın, yazacak çok şey vardı.
* * * 
Oğuz, aslında inşaat mühendisiydi, İstanbul’da yaşıyordu, ama son üç yıldır kendini roman ve öyküler yazmaya vermişti; ilk kitabı da bu yılın başında çıkmıştı. Çalıştığı üniversiteden ayrılmış, arada sırada aldığı projelerle geçiniyor, zamanının büyük bölümünü küçük masasının başında geçiriyordu. Defterler dolusu notlar alıyor, sonra bunları yazmak istediği romanlarda kullanıyordu. Aynı anda üç roman, bir öykü kitabı, bir de inceleme üzerinde çalışıyordu; hastalığı teşhis edilmeden önce bile, çok az zamanı kalmışçasına bir temposu vardı. Beynindeki tümör yeni ortaya çıkmıştı, İstanbul’daki doktoru da ameliyat olması için hemen Londra’ya, şimdi yattığı hastaneye gitmesi gerektiğini söylemişti; burada beyin cerrahı olarak çalışan Doktor Richardson, kendisinin çok yakın arkadaşıydı.
                Londra’da ameliyat olmak zordu; 1976 yılında Türkiye’den Londra’ya turist olarak gitmek bile zordu, yutdışına çıkışlar sınırlanmıştı, alınabilecek döviz de öyle. Bu koşullar altında ameliyat için gerekli izinleri almak, düzenlemeleri yapmak insanı epey uğraştıracak işlerdi. Oğuz, hayatı boyunca devlet dairelerinde işini yaptıramamış olmaktan yakınmıştı, ama bu kez her nasılsa bütün izinler hızla halledilmiş, o da kendisini yılbaşından hemen önce bu hastane koğuşunda bulmuştu.
* * *
“Çok yakışıklı oldunuz Oğuz. Zaten öyleydiniz ama şimdi Marlon Brando’ya benzediniz, öyle değil mi Adelaide?”
                Hastabakıcı David tıraşı bitirmiş, Oğuz’a ayna tutuyordu.
                “Müthiş,” dedi Adelaide, “yolda giderken görsem arabama alırdım sizi!”
                “Aman dikkat edin,” dedi Jonathan, koğuşun en yaşlısıydı, “kaldırımda kendi halinde yürüyen adama çarpmayın sakın, nasıl araba kullandığınızı tahmin edebiliyorum.”
                “Halt etmişsiniz,” dedi Adelaide, “buradan çıkalım, size güzel bir akşam yemeği ısmarlayacağım Oğuz.”
                “Şimdiden acıkmaya başladım,” dedi Oğuz.
                O sırada koğuşun kapısı açıldı, asistan doktorlardan James, tekerlekli sandalyede yeni bir hastayla içeri girdi.
                “Size yeni bir oyun arkadaşı getirdim,” dedi James, Oğuz’un yanındaki boş yatağa yönelerek; “Ne haber düşmanım?” dedi Oğuz’a – James Rum asıllıydı, Oğuz geldiğinden beri ona böyle takılıyordu.
                “İyidir,” dedi Oğuz, “insanın sizin gibi düşmanı olduktan sonra dosta ihtiyacı yok…” Bu da onun klasik lafı olmuştu.
                James yeni hastanın yatağa yatmasına yatmasına yardım etti, tansiyonunu ve nabzını ölçüp bir dosyaya yazdı, sonra diğer hastalara döndü, “Koğuş, bu beyefendi Maşet; Maşet, karşınızda koğuş.”

* * *
1974 yılında bahar, İstanbul’a erken gelmişti, ama yerin altında, siyah granitten oyulmuşa benzeyen, arı kovanı gibi düzenlenmiş bu yapıda değil baharın geldiğini anlamak, bir bombanın patladığını hissetmek bile imkansızdı.
                Zürafaları Lekeleme Komitesi’nin 28. Bölge Şefliği’nde hareketli saatler yaşanıyordu sabahtan beri; giriş-çıkış trafiğine bakılacak olursa bu hareketliliğin merkezi, Şeflik’in de merkezinde bulunan, normalde hiç kullanılmayan, yüksek tavanlı, çok geniş, altıgen bir odaydı.
                Odanın ekranlarla kaplı duvarının önünde duran uzun boylu, iri yapılı, yuvarlak suratlı kadın, kapının açılıp içeri birinin girdiğini fark etmemiş gibi, ekranlardan birinde akıp duran syı ve işaretleri izlemeyi sürdürdü.
                Belli etmeden içeri giren genç ve saçları tamamen kazıtılmış olan adam, gösterişli giysisine çekidüzen verdi, ardından saygılı bir sessizlik içinde beklemeye koyuldu.
                Kadın sonunda genç adama döndü, bir saniye kadar kim olduğunu hatırlamaya çalışırmış gibi onu süzdü, sonra büyük bir gülümsemeyle, “Nasılsın Maşet? Bu ne şık bir takım?” dedi.
                “Teşekkür ederim efendim,” dedi Maşet, ama kadının suratını buruşturduğunu görünce hemen düzeltti, “Teşekkür ederim Karac. Sizi görmek ne güzel bunca zamandan sonra.”
                “Eh, ben de kısa bir tatili hak etmiştim, buraya geleyim, eski dostları da görürüm dedim.” Yine gülümsedi.
                “Çok iyi ettiniz. Son gelişmeleri de izliyorsunuz galiba?” diye sordu Maşet, başıyla az önce Karac’ın karşısında durduğu ekranı işaret ederek.
                “Çalışma hastalığı işte,” diye yanıtladı Karac, ardından çok rahat görünen siyah deri koltuklara doğru ilerledi; Maşet onu takip etmek konusunda ikilemde kaldı, ama Karac otururken eliyle ona işaret edince bir koltuğa da o oturdu.
                “Bunu ben getirdim,” diyerek tuhaf görünümlü bir şişeden iki kadehe içki koydu Karac, “iyi bir içkinin saati olmaz, değil mi?” diyerek birini Maşet’e uzattı. Maşet çok ufak bir yudum aldıktan sonra kadehini koyu bir metalden yapılmış ama sanki içten gelen bir ışıkla parlayan sehpaya koydu.
                “Şadan Berk’in sorunu ne?” diye sordu Karac, arkasına yaslanıp gözlerini Maşet’in gözlerine dikerek.
                “Hala tam ikna olmuş değil, çalışıyoruz,” dedi Maşet, “diğer jüri üyeleri kolaydı, ama bu adam iyi edebiyattan anlıyor az çok, Dünyayı Sırtlananlar’ı da beğenmiş.”
                “Neydi yazarın adı?”
                “Oğuz Altay,” dedi Maşet, “ilk romanı, biliyorsunuz. Asıl engellememiz gereken kitabı ‘Kuram ve Eylem,’ onu daha yazmaya bile başlamadı, ama şimdiden cesaretini kırmak, hiç başlamamasını sağlamak istiyoruz.”
                “Doğru strateji,” dedi Karac, Maşet’i süzdü, “Hayatından memnun musun?” diye sordu birden.
                Beklemediği ve sonunun nereye varacağını kestiremediği bu soru karşısında şaşaladı Maşet, ama kendini çabuk toplayıp “Burada bana çok iyi bakıyorlar,” diyebildi. Yine de huzursuzluğu geçmemişti, sehpanın üzerindeki dergilere kaydı gözü.
                Senin sevdiğim özelliğin ne, biliyor musun,” dedi Karac, “işini kimseye yaptırmıyorsun, her şeyle kendin ilgileniyorsun, başından sonuna kadar.”
                Kafam öyle rahat ediyor, kim nerede hata yapabilir diye endişelenmek zorunda kalmıyorum,” dedi Maşet.
                “Doğru. Başarısız olduğunda da sorumluluğu atacak, suçlayacak kimsen olmuyor kendinden başka.”
                Maşet iyice huzursuzlandı, ama Karac bir kahkaha patlattı. “Moralini bozmak için söylemedim. Şadan Berk’i yola getireceğinden eminim.”
                Karac yerinden kalktı, altıgen odanın bir başka köşesindeki dev yerküre hologramına gitti. Kürenin çeşitli yerlerinde ufak, parlak ışıklar yanıyordu. Karac eliyle Maşet’i yanına çağırdı, Sibirya bölgesindeki ışıkları gösterdi.
                “Bunlar ne biliyor musun?”
                Maşet hayır anlamında başını salladı.
                “Bizden saklamaya çalıştıkları lekesiz zürafalar. Sibirya’ya yeni getirildiler. Birilerinin gidip onları lekelemesi gerekiyor.”
                “Bu yüzden buradasınız,” dedi Maşet.
                “Bravo,” dedi Karac, “ama bu işi birlikte yapacağım, her şeyine güvenebileceğim birine ihtiyacım olacak.”
                “Emrinizdeyim,” dedi Maşet, sırtını hafifçe dikleştirerek.
                “Tahmin ederim. Şu Şadan Berk işi bir elinden çıksın, konuşalım.” Kadehini kaldırıp Maşet’i selamladı. Görüşme bitmişti.

8.1.11

seksek (daha önce yayımlanmamış bir bölüm) – julio cortazar

 [ingilizcesinden çevirmişim vaktiyle. meraklısına.]

Belleğin tuzaklarını, kapanlarını gayet iyi biliyorum, ama bu “bastırılmış bölüm”ün (no 126) hikayesi yaklaşık olarak şöyle:
Seksek bu sayfalardan doğdu; bir roman olarak, bir roman niyetiyle doğdu, çünkü (daha sonra 8. ve 132. bölümler haline gelen) kısa birkaç metin o sırada zaten vardı, bir hikaye etrafında toplaşmaya çalışan metinlerdi bunlar. Bu bölümü bir oturuşta yazdığımı biliyorum, hemen ardından, sonradan “fayans bölümü” olarak adlandırılacak, eşit şiddette bir başka bölüm geldi (kitapta 41 numara). Böylece Oliveira, Talita ve Traveler’ın imgelerinin tanımlandığı, erken bir tür çekirdek ortaya çıktı; birden atılım sönüverdi, acı veren bir duraklama oldu, sonra yine şiddetli şekilde anladım ki hepsini öylece bırakmam, beklemem, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim bir olay örgüsünü geriye doğru katetmem ve sözü geçen kısa metinleri bir çıkış noktası olarak kullanıp, Paris bölümünün tamamını yazmam gerekiyor. 
“Öbür taraf”tan “bu taraf”a hiç çaba harcamadan atladım, çünkü Traveler ve Talita orada, sanki bekliyormuş gibi kalmışlardı, Oliveira da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi oraya onlarla buluşmaya gidiyordu. Sonra bir gün yazmayı bitirdim. Dağ gibi kağıtları yeniden okudum, ikinci bir okumadan sonra eklenmesi gereken bir dolu unsuru ekledim, ardından da temize çekmeye başladım. Sanırım romanın kendisini harekete geçiren bu ilk bölümün fazla olduğunu da o sırada anladım.
Bunun nedeni basit, ama bir o kadar da gizemliydi. Romanı yazmaya başlayalı iki yıl olmuşken, Horacio’nun akıl hastanesindeki gecesinin, bu ilk bölümün “hayali” bir versiyonunda geçtiğini fark etmemiştim; orada da bir mobilyadan bir başkasına iplikler bağlayan biri vardı, Oliveira için olduğu kadar benim için de anlaşılmaz bir törendi bu. Birden, artık eskimiş bu ilk bölüm bir tekrar haline gelmişti, gerçekte tam tersi olsa da. Onu çıkarmam, tüm binanın köşetaşını çekip atmak gibi tatsız bir işi gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Bu gerekli harekette suçluluğa benzer bir duygu vardı, bir tür nankörlük; bir çözüm bulmak mümkün olur mu diye aranmaya başlamam o yüzdendi, temize çekerken Talita ve Traveler’ın –bölümün baş karakterlerinin- adlarını çıkardım, böylece onları kuşatacak hafif bilinmezliğin, akıl hastanesi bölümüyle olan bariz koşutluğu sönükleştireceğini düşündüm. Dürüst bir yeniden okuma, bağlantıların bir santim bile oynamamış olduğunu, törenin benzeş ve mükerrer olduğunu göstermeye yetti, daha fazla düşünmeden köşetaşını çektim, bilebildiğim kadarıyla da bina yıkılmadı.
...Bu sayfalar, beni o sırada olduğum halimle, bir değişim, bir arayış dönemindeki, kuşların uçup gittiği bir dönemdeki halimle cisimleştiren bir kitaba hiçbir şey ekleyemez (ve umarım ondan hiçbir şey eksiltemez).

-Julio Cortazar

     kalktı çünkü kahvesinin son yudumunu içtikten sonra işareti yapmış ama     ona boş boş bakıp ölüm ilanlarını okumak için gazeteyi almaya gitmişti, kahve içtikten sonra yapılacak şey buydu.     bir an durakladı, sonra da biraz daha kahve yapacağını söyledi, çünkü hala gerçek kahve içmek istiyordu,     ‘nın mavi teneke kutuda çekilmiş kahve kalmamasını mazeret göstererek yaptığı o beyaz sıvıyı değil.     buna aynı beyazlıkta bir bakışla yanıt verdi,     yine o işareti yaptığındaysa gözleri kendilerinin yavaş yavaş indirilmesine izin verdi ve (bir sabah gazetesinde) şöyle birşey aramaya başladılar, Juan Roberto Figueredo (huzur içinde yatsın) 13 Ocak 195  ‘de huzurlu bir şekilde aramızdan ayrıldı, Kilise tarafından kutsandı ve son ayinler yerine getirildi. Eşi, vs. Isaac Feinsilber (huzur içinde yatsın), vs. Rosa Sanchez de Morando (huzur içinde yatsın). Tanıdığı kimse yoktu, bugün yoktu, tanıdığı birine benzeyen ve kuşkulanmaya, soy ağacı çıkarmaya izin verecek tek bir ad bile yoktu işte.     kahveyle döndü ve     ‘nın fincanına kaşık kaşık şeker doldurmaya başladı,     bakmıyordu çünkü gazeteye gömülmüş, Remigio Diaz (huzur içinde yatsın) hakkında yazılanları okuyordu.     sonra      ‘nın fincanını ağzına kadar kahveyle doldurdu, sonra da kendininkini, bir yandan da boştaki eliyle bir sigara paketi çıkarıp ısıracakmış gibi ağzına götürdü, ama bu, diğer sigaralara dokunmadan dudaklarıyla becerikli bir şekilde tek bir sigara çıkarmak içindi.
“Çok uykum var,” dedi    on dakika sonra.
“Öyle haberler okursan,” dedi     , bu sözleri bekliyordu ve ciddi şekilde endişelenmeye başlamıştı.
    narin bir şekilde esnedi.
“Yatak yapılı değil, git tadını çıkar,” dedi     . “Sonra uğraşmak zorunda kalmazsın.”     ona, o işaretleri yeniden yapmasını umarmış gibi baktı, ama     ıslık çalmaya başlamıştı, gözleri tavana sabitlenmişti, daha doğrusu bir örümcek ağına. Sonra     ,     ‘ın yaptığı işaretlere beklenen yanıtla (elini sol kulağının üzerinden, sevecenlik ve uyum işareti olacak şekilde geçirmek)  karşılık vermediği için     ‘ın kendisine bozulmuş olduğunu düşündü ve biraz uyumaya gitti, nefis bir güveç yemeğinden arta kalanları da masada bıraktı.
     üç dakika bekledi, pijamasının üstünü aldı ve yatak odasına girdi.     çoktan uyumuştu, sırtüstü. Sıcak olduğu için hem battaniyeyi, hem de yorganı atmıştı;     ‘ın istediği tam da buydu, bir de    ‘nın o sabah kalktığında üzerinde olan gecelikten başka birşey giymiyor olması. Mavi sabahlık yatağın ucundaydı, kadının ayaklarını örtüyordu,    terliğinin ucuyla sabahlığı tutup bir köşeye şutladı. Kötü nişanlamıştı, sabahlık neredeyse pencereden dışarı uçuyordu, bu da tatsız bir durum olurdu.
          pantalonunun sol cebinden bir tüp Secotine zamkı ve bir yumak siyah iplik çıkardı. İplik parlak ve oldukça kalındı, neredeyse paket ipi kadar.     dikkatli bir şekilde elini pantalonunun sağ cebine soktu ve oradan da bir parça tuvalet kağıdına sarılmış bir jilet çıkardı. Tuvalet kağıdı yırtılmıştı, jiletin kenarı görülebiliyordu. Yatağa oturan     , bir opera parçasını gürültülü bir şekilde ıslıkla çalarak çalışmaya başladı.         ‘nın uyanmayacağından emindi, çünkü çok kahve içtiğinde hep derin bir uykuya dalıyordu, ayrıca uyanması     ‘ı çok şaşırtırdı, çünkü kahvesine yüklü miktarda oxtaline katmıştı. Tersine,     ‘nın uykusu oldukça olağandışıydı; püfleyerek nefes alıyordu, o yüzden her beş saniyede bir üst dudağı bir perde gibi şişiyor, o sırada hava da gürültülü bir püflemeyle altından içeri giriyordu.     bunu, siyah iplikten ne kadar lazım olduğunu göz kararı belirleyip ipliği keserken ıslıkla çaldığı opera parçası için bir ritim olarak kullandı.
Secotine zamkının tüpü, ağzını hem kapamak, hem de açmak için kullanılan yuvarlak toplu bir iğnenin çekilmesiyle açılır, bu da yapımcısının yeteneği hakkında bir fikir verecektir. İğne bir kez çıktığında çoğu zaman tüpün ucunda bir damla belirir, oldukça iğrenç bir maddedir bu, çoktan ünlü olmuş bir kokusu ve belgelenmiş yapışkan özellikleri vardır.     büyük bir dikkatle ve Bella figlia dell’amore’den çeşitlemeler yaparak siyah ipliğin ucunu Secotine’le ıslattı ve     ‘nın üstüne eğilerek, ıslak ucu kadının alnının ortasına bastırdı, ipliğin parmağına yapışmadan alına yapışmasına yetecek kadar bir süre parmağını orada tuttu, yani aşağı yukarı beş saniye. Ardından (tüpü, iğneyi ve iplik yumağını şifoniyerin üstüne bıraktıktan sonra) bir sandalyeye çıkıp ipliğin öbür ucunu, yatağın üstünde asılı olan ve     ‘ın (artık geçmişte kalmış ve yinelenmemiş) yalvarmasına karşın      ‘nın pencereden dışarı atmayı reddettiği avizenin kristal prizmalarından birine yapıştırdı.
İpliğin yeterince gergin olduğuna kanaat getiren      (çünkü insan yapısı şeylerde sarkmalardan nefret ederdi), elinde jiletle yatağın sol tarafına yerleşti ve tek bir hamlede     ‘nın geceliğini koltukaltından başlayarak kesti. Ardından kolu iki yanından, kol ağzına kadar kesti, aynı şeyi öbür tarafta da yaptı. Kol ağızları yılan derisi gibi düşüverdi, ama            geceliğin önünü kaldırıp     ‘yı çırılçıplak bırakma aşamasına geldiğinde       belirli bir ciddiyete bürünerek devam etti.     ‘nın bedeninde onun bilmediği hiçbir şey olamazdı, ama yine de onun bedenini birden karşısında görmek     ‘ın başını her zaman döndürmüştü, her ne kadar Büyük Gelenek bunun etkisini azaltmayı her zaman başarmışsa da. Hiçbir şey, bir bakışta      ‘nın göbek deliği kadar başını döndüremezdi; şekerleme gibiydi, nakledilmiş ama tutmamış bir organ gibiydi, bir davulun içine atılmış bir ilaç kutusu gibiydi.      bu göbek deliğini yukarıdan her görüşünde ağzını çok beyaz ve çok tatlı tükürükle doldurup yavaşça deliğe tükürmek ve onu sıcak, dantelsi sıvıyla doldurmak için karşı konmaz bir arzu duyuyordu. Bunu birçok kere yapmıştı ayrıca, ama şimdi bunun sırası değildi, o yüzden iplik yumağını bulmak için döndü ve önce bazı uzaklıkları ölçüp, ipliği çeşitli uzunluklarda kesmeye başladı. İlk iplik parçasını (çünkü alından avizeye giden parça, hesaba katılamayacak eski bir yemin gibiydi)     ‘nın sol ayağının baş parmağına bağladı; bu parça baş parmaktan tuvalet kapısının tokmağına uzanıyordu. İkinci iplik parçasını ikinci parmağa ve yine kapı tokmağına bağladı; üçüncüsünü üçüncü parmağa ve kapı tokmağına; dördüncüsünü dördüncü parmağa ve meşe şifoniyerin üstündeki bolluk sembolü biçimindeki, üç parçaya ayrılmış oymaya bağladı; beşinci iplikse serçe parmağından, avizenin başka bir kristal prizmasına çekildi. Bütün bunlar yatağın sol tarafında oluyordu.
     , memnun bir halde bir başka iplik parçasını     ‘nın sol dizine yapıştırdı ve otel avlusuna bakan pencerenin çerçevesinin üst kısmına çekti. Tam o anda dev bir kurt sineği açık penceren içeri girip     ‘nın bedeni üzerinde vızıldamaya başladı.     sinekle hiç ilgilenmeden      ‘nın kasığına, sol bacağının üst kısmına ve oradan yine pencere çerçevesinin üst kısmına başka bir iplik yapıştırdı. Karar vermeden önce bir süre düşündü, sonra Secotine tüpünü alıp     ‘ın göbek deliğine, doldurana kadar sıktı. Hemen altı ipliği buraya yapıştırdı ve bunları avizeden sarkan beş kristal prizmaya ve pencere çerçevesine uzattı. Bu yeterli gelmeyince deliğe sekiz iplik daha yapıştırdı, bunları da yedi prizmaya ve pencere çerçevesine yapıştırdı. İki adım geri çekilen (yatak, pencere ve     ‘nın bedeninden pencere çerçevesine uzanan ipliklerin arasında biraz sıkışmış gibiydi)     , bitirdiği işe beğeni dolu bir ifadeyle baktı ve yeterince iyi buldu. Bir sigara daha çıkarıp dudaklarını yakmaya başlamış olan izmaritle yaktı. Birden bir yarım düzine iplik daha kesip bunlardan birini     ‘nın sol meme ucuna, bir tanesini sol koltukaltının kıllarına, bir tanesini kulak memesine, bir tanesini ağzının sol kenarına, bir tanesini de sol gözünün kenarına yapıştırdı. İlk üçünü avizenin kristal prizmalarına çekti, diğerleriniyse pencerenin çerçevesine, ama çok zorlandı çünkü hiç hareket edecek yer kalmamıştı neredeyse. Bunu yaptıktan sonra sol elin her bir parmağına ve aynı taraftaki dirseğe ve omuza iplikler yapıştırdı. Ardından Secotine’in ağzını, bu iş için yapılmış iğneyle kapattı, pantalonunun kıç cebinde büyük bir dikkatle taşıdığı tuvalet kağıdıyla jileti sardı ve her ikisini iplik yumağıyla birlikte, sözü edilen giysinin sol cebine koydu. Hayret verici derecede gergin gözüken ipliklere dokunmamak için büyük bir özen göstererek eğildi, yatağın altına girdi ve tamamen tüy ve tozla kaplı bir şekilde öbür taraftan çıktı. Sokağa bakan pencerenin önünde silkelendi, iş gereçlerini bir kez daha çıkardı, kestiği iplik parçalarını     ‘nın bedeninin sağ tarafında çeşitli yerlere yapıştırdı, genelde sol tarafla bakışımlı olmasına dikkat etti ama arada çeşitlemeler yaptı; örneğin sağ kulak memesine denk gelen iplik, kulak memesiyle tuvalet kapısının tokmağı arasına gerilmişti; sağ gözün kenarından gelen iplik, sokağa bakan pencerenin çerçevesine yapıştırılmıştı. Son olarak (bu işi bitirmek için hiçbir acelesi olmamasına karşın)     oldukça çok sayıda iplik parçası kesip bunlara epeyce bir Secotine sürdükten sonra çılgın bir doğaçlamaya girişti, bunları     ‘nın saçları ve kaşları arasında dağıtıp çoğunu avizenin kristal prizmalarına yapıştırdı, ama yine de bazılarını sokağa bakan pencerenin çerçevesi, tuvalet kapısının tokmağı ve oyulmuş bolluk sembolü için ayırdı.
Tüpü, jileti ve iplik yumağını cebine koyduktan sonra yatağın altına giren      , tuvaletin kapısına gelene kadar yerde süründü. Kapı tokmağına ulaşan ipliklere dokunmamak için çok yavaş bir şekilde ayağa kalkıp yapıtına memnuniyetle baktı. Pencerelerden sarımsı, oldukça pis bir ışık geliyordu, örneğin karşıdaki boyası dökülen duvarın yansıması gibi; suratında keyifli bir ifadeyle birşeyler emen bir bebek resminin kalıntıları duruyordu duvarda hala; ama boya şeritler halinde dökülmüştü ve bebeğin ağız yerine morumsu bir yarası vardı, alttaki oldukça kekeme harflerle övülen ürün için pek de iyi bir reklam sayılmazdı bu. Sokak korkunç dardı ve bir taraftaki pencereler öbür taraftan en fazla bir buçuk metre uzaktaydı. O sırada     ‘nınkisi dışında tek bir pencere açık değildi, ama     o saatte büyük olasılıkla orada olmazdı, ya da uyuyor olurdu. Sinek    ‘ı çok sinirlendirmeye başladı, sineği pencereden kışkışlamak isterdi, ama bunu yapabilmek için yatağın ayak ucuna ilerlemesi ve elini avizenin hizasında sallaması gerekecekti, bu da o yöne çekilmiş çok sayıdaki iplik yüzünden imkansızdı.
“Çok sıcak,” diye düşündü     , alnını elinin tersiyle silerek. “Gerçekten korkunç sıcak.”
Aslında panjurları indirmeyi isterdi, ama iplikler arasında ilerlemenin güçlüğünden tümüyle bağımsız olarak,      ‘nın bedenini tam bir netlikle görmesi için gerekli olan ışık gelmezdi o zaman.      ‘nın çıplaklığı, fondan keskin bir şekilde ayrılıyordu, sırtüstü yatakta yattığı için değil, siyah iplikler her yerden toplanıp onun üstüne düşüyormuş gibi gözüktüğü için. O kadar gergin olmasalar yaratacakları toplam etki tümüyle karman çorman olurdu, bu yüzden     kendini el becerisinden ötürü kutladı, her ne kadar doğal olarak zor beğenen ruh hali yüzünden, pencere çerçevesinden sağ gözün kenarına giden ipliğin biraz gevşek olduğunu fark etmek zorunda kaldıysa da. Bir an için     ‘nın hareket ettiğini, gerilimlerin genel dengesini değiştirdiğini düşündü, ama ipliklerin tümüne bakması, bu olasılığı reddetmesi için yeterli oldu. Ayrıca     ‘nın kahvesine koyduğu uyku ilacı miktarı,     ‘nın gözlerini kırpmasına bile izin vermezdi.      en gevşek ipliğin oraya kayarak gidip gerginleştirmeyi düşündü, ama büyük olasılıkla onunla pencere çerçevesinde birleşen ipliklerden bazılarını bozacaktı. Sonuç olarak işin iyi olduğuna ve biraz dinlenip bir sigara daha içebileceğine karar verdi.
Sekiz dakika sonra izmariti pencereden sokağa fırlatıp, olduğu yerden ayrılmadan giysilerini çıkardı. Uzun, ince bedeni bir gravürden çıkmış gibiydi (     bunu sık sık söylerdi). Her ne kadar     onu göremese de,     anlaşmış oldukları işareti yaptı ve bir otuz saniye boyunca yanıt bekledi. Sonra yatağa yanaşmaya başladı, yavaş yavaş, sonsuz bir özenle, tuvalet kapısının tokmağına giden ipliklere değmemeye çalışıyordu. Bunu yapabilmek için her gerektiğinde eğilip kalkıyordu, sonunda yatağın tam ayak ucuna geldi,     ‘nın iki ayağı ve kendi bedeninin oluşturduğu üçgeni kapattı.     gözlerini açıp ona bakmaya başlayana kadar bir süre bekledi.      ‘nın onu gördüğünden emin olunca (çünkü bazen bilinçsizlik durumu uyandıktan birkaç dakika sonrasına kadar devam ediyordu) bir parmağını kaldırdı ve ipliklerden birini işaret etti.      ‘nın gözleri iplikler boyunca gidip geldi, kaşlarından ve gözlerinin kenarlarından çıkanlardan başladılar ve tüm bedenini boylu boyunca taradılar. Avizenin kristal prizmalarına uzanıp çıkış noktalarına geri geldiler; yeniden başlayıp avluya bakan pencereye uzandılar, sonra dönüp bir dizde ya da meme ucunda duraladılar; sokağa bakan pencereye giden siyah yolu izleyip yeniden kasığa ya da ayak parmaklarına döndüler.     kollarını kavuşturmuş bekliyordu,     ‘nun mavi dönem resimlerinden çıkmış gibiydi tam.
    iplikleri gözden geçirmeyi bitirince, iç geçirmeye benzer birşey göğsünü şişirdi ve dudaklarını kabarttı. Dikkatli bir şekilde sağ kolunu oynattı, ama avizenin kristal prizmalarının şıngırdadığını duyunca durdu. Kurt sineği ağır ağır uçuyordu, ipliklerin arasından kayıyor,     ‘nın karnının etrafında dönüyordu, tam     ‘nın     kabartısına konacaktı ki tavana doğru yükseldi ve kartonpiyerlerden birine yapıştı.     ve     onun uçuşunu yorgun bir ilgiyle izledi; sineğin tavana tamamen orada kalmak niyetiyle konduğundan emin olana kadar da birbirlerine bakmadılar.
     bir dizini yatağğın kenarına koydu, başını eğdi ve onu kıpırdamadan izleyen     ‘ya doğru eğilmeye başladı. Öbür diz de yatağın kenarında belirdi, gövdeyse yatay bir şekilde ilerliyordu, ellerden biri, tam     ‘nın bacaklarının arasından döşeği kavramaya çalıştı. İpliklerle çevriliydi, ama hareketleri öyle ince hesaplanmıştı ki dizlerinden birini kaldırıp döşeğe koyduğunda tek bir tanesine dokunmadı bile: ardından ikinci diz, öbür elle birlikte geldi,      dizlerinin üstünde,      ‘nın bacakları arasında bir yay gibi gerilmiş duruyordu, hızlı hızlı nefes alıyordu çünkü manevrası yavaş ve zor olmuştu, baldırları ağrıyordu, hala yatağın kenarında duruyordu.
     başını kaldırıp     ‘ya baktı. İkisi de terliyordu, ama     saydam ter damlacıklarının oluşturduğu ince bir ağla sarılıyken,      ‘nın hem yüzü, hem de omuzları tere batmıştı, oysa göğüsleri ve karnı kuruydu.
“Birisi işareti yapıyor, ama öbürü bulutlarla oynuyor,” dedi     .
“Bulutlar da bir yanıttır,” dedi     .
“Başkasının lafı.”
“Tam sana layık.”
     bekledi.
“Sonunda becerdin,” dedi     . “Aylardır beni bunun için hazırlıyordun. Önce bana boktan şeyler ezberleyip okumayı, bir Tibet kadını gibi dans etmeyi, bir Eskimo gibi yemek yemeyi, bir köpek gibi sevişmeyi öğretme saplantınla. Sonra beni tırnaklarımı kesmeye zorladın, dolu yağdığı o gün beni sokağa attın, kızılötesi bir lambası olan tahta bir kutunun içine kilitledin, bir pul albümü aldın bana. Bunlar hiçbir şeydi.”
“Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun,” dedi     , o kadar alçak bir sesle söyledi ki bunu,      şaşırmışçasına gözlerini açtı. “Benim aşkım bu yumruğun içinde sıkı sıkı tutuluyor, paramparça ediliyor, kırılıp dökülüyor, vınlayan bir top haline gelene kadar, cebimden çıkarıp yakmak için, dövmelerle bezemek için bedeninin yanına koyabileceğim portatif bir yıldız haline gelene kadar. Sana işaret yaptığımda hiç yanıt vermiyorsun, yıldız bacaklarımı kızartıyor, kaburgalarımın üzerinden Sargasso Denizindeki bir fırtına gibi geçiyor, Kraken’in yüzdüğü, binlerce denizanasının gecenin içinde yavaşça döndüğü, fosfor ve plankton banyosunda çifleştiği o varolmayıştaki bir fırtına gibi.”
“Bütün bunlar da benim suçum, öyle mi?”
“İplikleri oynatacaksın,” dedi     . “Ağzını oynattığında iki ipliğin konumu değişiyor.”
“Nedir bu iplikler?” dedi     .
“Ne demek nedir bu iplikler?” dedi     . “Yarım saat uğraştım, her tarafım tüy, toz oldu. Yatağın altını hiç süpürmüyorsun. Daha da beteri, odayı süpürüp pisliği yatağın altına saklıyorsun. Şimdi keşfettim bunu. Benim aşkım da böyle, biraraya gelen, birleşen, kaynaşan, birbirine yapışan ufak tefek parçalar gibi. Ama ben terliyorum, pislik terlemiyor.”
“Sanki yüz yıl uyumuş gibiyim,” dedi     . “Ne kadar uyudum,     ?”
“Yüz yıl,” dedi     .
“Çokmuş, yüz yıl.”
“Uyanık kalan için, evet.”
“Korkunç sıkılmışsındır.”
“Kesinlikle,” dedi     . “Sen uyuduğunda dünyayı da yanında götürüyorsun, bense perspektif çizgilerinin kestiği bir tür hiçlikte kalıyorum. Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor.”
O yüzden böyle oyunlar oyu,nuyorsun,” dedi     , ipliklere bakarak.
“Bu oyun değil,” dedi     . “Çırılçıplak birbirine bakmak.”
“Yemin ediyorum,” dedi     . “Galiba işareti görmedim.”
“Tabii ki gördün.”
“Görseydim yanıt verirdim. Seninle uyanık olmayı tercih ederim.”
“Açıklamalar arıları emzirmeye hiçbir zaman yetmemiştir,” dedi     .
“Belki de gördüm ve karşılık vermedim, ama bunun nedeni havanın sıcaklığıydı, hem sonra yatmadan önce bulaşıkları yıkamam gerekecekti.”
“Önce bulaşıklar,” dedi      . “Mükemmel bir ilke. Kimbilir kaç bıçaklamanın altında hiçbir hakimin kabul etmeyeceği bu özür yatıyordur. Göğsümü yalamaktansa küçük ve çalışkan bir sümüklüböcek gibi bulaşıkları yalamayı yeğlersin. Dört ya da sekiz şeklinde bir iz bırakırsın. Hatta daha da iyisi, yedi şeklinde bir iz, kutsallıktan sarhoş olmuş bir sayıdır ya. Ama hayır, önce bulaşıkları yalayacağız, Kraliçe Victoria da öyle derdi, Önce bulaşıkları yalayacağız.”
Ama çok pisler,     ,” dedi      . “Mutfakta en son on beş gün önce birşey yıkadık. Kirli tabaklarda yemek yediğimizi fark ettin sen de, böyle devam edemeyiz.”
“İplikleri bozuyorsun,” dedi      .
“Şimdi bana işareti yapsan, şu anda bile...”
Bir ıslık duyuldu, S biçimindi. Sokağa bakan pencereden geliyordu.
     bu,” dedi     . “Beni çağırıyor.”
“Dışarı eğilmeden önce üstüne birşey giy,” dedi     . “Çıplak olduğunu hep unutuyorsun.”
“Ben hep çıplağım. Bunu unutan sensin.”
“İyi öyleyse,” dedi     . “Ama en azından pijamanın altını giy. Peki ben ne kadar böyle kalacağım?”
“Bilmiyorum,” dedi     . “Önce gidip bir      ‘e bakayım, ne istiyor diye.”
“Birşey almak içindir, eminim. Bir sigara, kibrit, öyle birşey.”
“Bağımlılığı var.”
“Ama sen de onu koruyorsun.”
“Eh, normal insanları koruyacaksan....”
“Doğru,” dedi     . “ne e olsa     iyi bir adam. Baksana nasıl ıslık çalıyor. Islık çalışı inanılmaz. Ben denesem ağzım paramparça olurdu.”
     simyacı,” dedi     . “Havayı bir cıva şeridine dönüştürüyor. Kahretsin, kafayı yemiş.”
“Baksana bir ne istiyormuş? Bu ipliklerle pek rahat değilim ben.”
     bir süre sessiz durup      ‘nın sözlerini düşündü.
“Biliyorum,” dedi. “Seni bırakayım da şu bulaşıkları yıka istiyorsun.”
“Vallahi istemiyorum. Burada seninle kalırım. İşareti yaparsan yemin ederim ki...”
“Orospu, orospu, seni orospu,” dedi     . “İşareti yaparsam, öyle mi? Şimdi gelmiş, işareti kullanarak barışmak istiyorsun. İşaretten baba ne, sen uyurken seni nasıl olsa becermişsem? Şimdi bile tek yapmam gereken şey bir yarım metre kaymak, bu nefis kara ağın içinden, bu kadırganın yelken ipleri arasından bir martı gibi geçmek ve bir hamlede içine girip sana çığlık attırmak, çünkü beklemediğin bir anda içine girdiğimde hep çığlık atıyorsun. Sen de istiyorsun, son beş dakikadır kokunu alıyorum ve fena halde istediğini biliyorum, kullanılmış bir eldivene elimi sokar gibi sokabilirim sana, çiftleşme konularında uzman olanlar tarafından önerilen mükemmel nemlik derecesindesin, seni azgın deniz salyangozu seni.”
“Ben uyurken yaptın mı gerçekten?” dedi      .
“En kusursuz şekilde hem de, ama bunu asla anlayamazsın sen,” dedi      , ipliklere derin bir beğeniyle bakarak. “İşaretin, pis mutfağının ve herşeyden çok da senin hayvani arzularının ötesinde. Ses çıkarma, ipleri oynatıyorsun.”
“Lütfen,” dedi     ,”gidip      ne istiyormuş bak, sonra panjurları indirip bana gel. Yemin ediyorum hareket etmeyeceğim, ama çabuk ol.”
     bir kez daha sessizce düşündü       ‘nın sözlerini.
“Belki,” dedi. “Hareket etme. Seni havluyla biraz sileyim mi? Kakım gibi terlemişsin.”
“Kakımlar terlemez,” dedi     .
“Su gibi terlerler hem de,” dedi     .
Barışırken hep kakımlardan söz ederlerdi.
“Şimdi sorun buradan nasıl çıkacağımda,” dedi      . “O kadar çok iplik var ki birine çarpabilirim, geri geri giderken de altıncı hissin ileri giderkenki kadar güçlü olmaz. İnsanın ileri gitmek için yaratılmış olması inanılmaz birşey. Arkadan birer hiçiz. Geri viteste giderken en acarı bile ilk vites değişiminde bir posta kutusuna geçirir. Bana yol göster. Önce şu bacağı çıkarıp şu dizi yatağın kenarına koyacağım.”
“Biraz daha ileriye, sağa doğru,” dedi      .
“Galiba ayağımla bir ipliğe dokunuyorum,” dedi     , arkasına bakıp hareketini düzelterek.
“Şöyle bir değdin, o kadar. Şimdi öbür dizini çıkar, ama yavaş yavaş. Çok güzel görünüyorsun, ter içinde. Pencereden gelen ışık da seni yeşile boyamış gibi. Küflenmiş birşeye benziyorsun, yemin ederim. Hiç bu kadar güzel görünmemiştin bana.”
“İltifat etmeyi kes de yönlendir,” dedi      , hiddetle. “Sence ayağımı yere mi koyayım, yoksa kayarak mı ineyim? Öyle yaparsam inciklerim soyulacak, bu yatağın kenarı çok keskin.”
“Önce sağ ayağını yere koy,” dedi     .”Mesele şu ki yeri göremiyorum; hareket bile edemezken seni nasıl yönlendireceğim?”
“Tamam,” dedi     . “Şimdi yavaşça eğilip geri geri gideceğim, santim santim, tıpkı      ‘ın romanlarındaki gibi.”
“O uğursuz kuşun adını anma,” dedi      .
Bir bataklık timsahı gibi sürünen      , pencere çerçevesine giden ipliklerin altından yavaş yavaş geçti. Bir daha      ‘ya bakmadı, şifoniyerdeki bolluk sembolünü incelemeye verdi kendini, bolluk sembolünden bir ayak parmağına ve      ‘nın saçına ve kaşlarına giden ipliklerin üstesinden gelme sorununa yoğunlaştı. Bu şekilde ipliklerin çoğunun altından geçti, ama sonuncusunun üstünden atladı. Ancak o zaman, eli tokmaktayken dönüp baktı      ‘ya, uyuyor gibiydi. Pencereye gitmek yerine kapının yanında durmakta olduğunu fark etti, buradan ipliklere dokunmadan yatağın başucuna ulaşmak kolaydı. Parmak uçlarında       ‘ya yaklaşıp saçına üflemeye başladı. İplikler titreşti, kristal prizmalar şıngırdadı.
“Buraya gel,” dedi      , çok alçak bir sesle.
“Yoo, olmaz,” dedi      , uzaklaşarak. “Sana işaret yaptım, yanıt vermedin.”
“Gel dedim, çabuk buraya gel.”
      kapıya doğru baktı.       güçlükle nefes alıyordu, siyah iplikler kanını emiyordu sanki. Son bir kristal prizmanın billur sesi duyuldu, sonra da öğlen uykusunun sessizliği. Karşı evden korkunç bir ıslık yükseldi, alt kattan da birinin gaz çıkarmasına benzer bir yanıt geldi.
“Şahane bir osuruk yolladılar bizimkine,” dedi      .”Gerçekten hak ediyordu ama.”
“Lütfen buraya gel,” diye yalvardı     . “Seni böyle beklemek çok acı veriyor, ölecek gibi oluyorum. Bu akşam sana kim et pişirecek sonra?”
       kollarını açtı, derin bir nefes aldı ve yatağa atladı, bir kol hareketiyle bütün iplikleri süpürdü. Kristal prizmaların çıkardığı gürültü,    ‘ın yatağın öbür tarafında yere atlamasının sesiyle ve iki eliyle karnını tutan      ‘nın çığlığıyla çakıştı.       ,        ‘ın üstüne düşüp onu ezdiğinde, tüm ağırlığıyla üstüne yüklendiğinde, onu ısırdığında ve –meye başladığında       hala acıyla çığlık atıyordu. “Göbek deliğim çok acıyor,” demeyi başardı     , ama      onu duymuyordu, sözcüklerden çok uzaktaydı. Odanın havası iyiden iyiye Secotine kokmaya başladı, kurt sineği de sallanan avizenin çevresinde uçmaya koyuldu. Siyah iplik parçaları her tarafta böcek bacakları gibi oynuyordu, yatağın kenarından aşağı düşüyor, birbirlerinin üstünden geçiyor ve kopuyorlardı.
İplik parçaları     ‘ın ağzına burnuna girmişti, bir tanesi ensesine dolanmıştı,     ise ellerini neredeyse bilinçsizce hareket ettiriyordu, okşamaları, her tarafından çıkan ipliklerden kurtulmak için umarsızca elini kolunu oynatmasına karışıyordu. Bütün bunlar neredeyse sonsuza kadar sürdü, bolluk sembolü yere düşmüş ve üç yerinden kırılmıştı, parçalardan biri daha büyüktü, diğer ikisi neredeyse aynı boydaydı, bu da altın orana uygundu.

olmamış meyveler 2: pulp


"Naber lan cadı?"
Şahizar'ı epeydir görmüyordum - istemediğimden.değil; hayatımda iyi kötü sabit tuttuğum üç-dört hatundan biriydi, ama ışlerim sıkışmıştı. "Odasından çıkmadan dünyanın en şik cinayetlerini işleyen adam" olan (kendisinden üçüncü şahısta söz ederken böyle derdi) Halim Selmen, yani patronum, son romanını dört yıllık bir kanamadan sonra nihayet bitirmiş ve bana teslim etmişti. Yazdığı altı yüz sayfalık müsveddeden yaklaşık üç yüz sayfalik bir roman çıkarmam ve bunu da mümkünse üç haftada yapmam gerekiyordu, sonra Halim tatilden dönmüş olacaktı. Günlerden Perşembeydi, Pazartesi günü üçüncü hafta bitiyordu ve toplantımız vardı, bense daha tek satır okumamıştım. Yine de çok iş yapıyormuşum gibi bütün sosyal etkinliklerden el çektirmiştim kendime - eve kapanıp zaman harcıyordum. Halim'in eski kitaplarını okuyordum, çok daraldığımda da bir bara gidip birşeyler içiyor, sonra eve gelip televizyonun karşısında sızıyordum.
Şahizar'ın ses çıkarmadan, ayağa kalkıp beni öpmeden, gülümsemeden, başıyla oturmamı işaret etmesi pek garip sayılmazdı - gene kendisini ve abuk meselelerinden birini aşırı ciddiye alma tribindeydi herhalde. Masal Evi'nde buluşmayı o istemişti - telefondaki sesi de şu anki triple uyumluydu aslında.
"Ne içeceksin?" diye sordu.
"Senin içtiğinden değil."
"Nesi varmış?"
"Ayna vereyim mi?"
"Murat, dakka bir gol bir, gelir gelmez sinirimi oynatma, noolur." Rakısını dipleyip garsondan bir duble daha istedi, ben de bir bira söyledim – kadınların yanında, ciddiyet isteyen şeyler içmemeyi öğreneli çok oluyordu.
Şahizar'ın sinirini oynatmaya gelmezdi - beklenmedik anda parlar, insan neye uğradığını şaşırırdı. Sonra sen daha kendine gelemeden sakinleşirdi. Bunca yıldır hala alışamamıştım buna - her seferinde kızgınlığını ciddiye alırdım, ne de olsa balıktım. Hatuna yakışıyordu da aslında - siyah, kocaman gözleri daha bir koyulaşır ve irileşir, biçimli yüzünün hatları keskinleşir, omuzları bile genişlerdi. Yine de sinirlerinin alınmasını tercih edebilirdim.
"Sana birşey anlatacağım, geyik yaparsan ağzına sıçarım, ona göre," dedi. "Geyik yapamayacaksam hiç değilse içkılerin gelmesini bekleseydik," diyecektim, ama tam zamanında yutkunmayı akıl edebildim. Ayrıca burası Masal Evi'ydi, neyin ne zaman geleceği belli olmazdı.
"Birisini öldürdüm," dedi ve son sözü bu olacakmış gibi kapattı ağzını.
"Nasıl yani?"
"Cenk... Dün gece Hayal'den çıktık, dolmuşa binecektik, biraz yürüyelim dedim, Gümüşsuyu'ndan aşağı vurduk, parkın merdivenlerinin başında sarıldım, boynunu jiletle kestim, sonra onu orada bırakıp Taksim'e çıktım, dolmuşla eve geldim."
Garson çocuk içkileri getirmişti beklenmedik bir şekilde - daha da şaşırtıcı olanı, rakıyı bana çakmaya çalışmamasıydı.
"Peki neden abi?"
Tabii ki dünyanın en aptalca sorusunu sormuştum. Hatta sanırım bir önceki rekor da bana aitti. Eve gidip sevişsek bir işe yarar mıydı acaba?
"Bilmiyorum. Durup dururken. Değıl tabii - jilet taşıyordum yanımda. Ama birkaç gündür taşıyordum. Cenk'e denk geldi."
Kafıye konusunda yorum yapmamaya özen gösterdiğim için kendimi için için kutlayarak teknik bir ayrıntıya işaret ettim. Teknik-ayrıntılar konusunda çok iyiydim ve nitekim Halim Selmen'in asistanıydım.
"Ölmemiştir belki güzelim. Belki şah damarını ıskalamışsındır, belki yeterince derin kesememişsindir, belki herifi hastaneye yetiştirmişlerdir."
"Fışkıran kanı görmedin sen. Gecenin ikisiydi, kimse yoktu etrafta. Kesin öldü."
"E telefon edelim adama, öğreniriz."
Gözlerime baktı - aynı anda ikisine birden. Bunu ben de yapabilmeyi isterdim. Bir eliyle rakısındaki buzları şıngırdatıyordu. Şahizar’la konuşmak beni çok yoruyordu.
"Ben ne yapacağım şimdi?"
Şahizar'a belli etmemeye çalışıyordum, ama bu durumu ciddiye almakta gerçekten zorlanıyordum. Bu hikayeyi ben anlatmış olsam mesleki deformasyon derler, hatta boktan bir hikaye olduğu için de aşağılarlardı. Şahizar kimseyi öldüremezdi. Arkadaşlarımdan hiçbiri öldüremezdi. Daha da ileri gidip, tanıdığım hiç kimsenin, tanıyor olmam hasebiyle, katil olamayacağını rahatlıkla söyleyebilirdim. Bundan hiçbir rahatsızlık duymazdım. Belki Şahizar'ı ve onun sorunlarını ciddiye almıyor olmaktan rahatsız olmalıydım, ama sanırım bütün kadınlara karşı takındığım ve hayata bağlılığımı arttıran bir tutumdu bu ve içinde bulunduğum durumla doğrudan bir ılişkisi yoktu.
"Sakin ol yavrucum, ben şimdi polise telefon ederim, götürürler seni merkeze." Şansımı fazla zorluyordum, ne var ki Şahizar bunu farketmedi çünkü ağlamaya başlamıştı. Ağlayan kadınlara dayanamam, bütün karakter puanlarım sıfırlanır. Sarılmak, saç okşamak, el tutmak, masa altından sevecenlikle bacak sıvazlamak gibi şeyler yapmak isteyen ellerimi durdurmam zorlaşır. Gene öyle oldu - masanın karşısında oturan yavrucuma doğru uzandı avucum.
"Dokunma bana!"
Pıstım ve yerime oturdum.
"Babayı yedim oğlum, herkes gördü bizi Hayal'de, bir-iki güne kalmaz izimi bulurlar, ne diyeceğim ben, ya jileti bulurlarsa?"
"Ne yaptın jileti?"
"Hatırlamıyorum ki. Oraya attım herhalde. Sıçmışım ben abi."
Olaya el koysam iyi olacak diye düşündüm. Vatan benden hizmet bekliyordu. Bekletmek olmazdı.
Kesin olan bir şey varsa o da hatunun kafayı yemiş olduğuydu. Sezgilerim beni asla yanıltmazdı ve bu tür durumlarda böyle cümleler kurabilmenin büyük yararını görürdü insan. Onun bu hali aslında beni itiraf etmek isteyeceğimden fazla üzmüştü - hiç dalga geçiyor/kafaya alıyor gibi değildi, belki o gece fazla içmişti (sanırım buna kesin gözüyle bakılabılirdi), belki asit fılan da atmıştı, sonra da enflasyon oranlı dünyayla ilişkisini kesmişti. İlk aklıma gelen strateji bence hala en iyisiydi - Cenk denen çocuğu bulup Şahizar'ın karşısına dikmek.
...

7.1.11

azizim watson

siz ingilizleri anlamak hakikaten zor, azizim. yanda resmi görülen (ve bir kameranın tecavüzüne uğramak üzere olan) david chaytor onurlu ve güvenilir bir milletvekiliydi, ama sahte belge düzenleyerek hazineden harcama yardımı almakla suçlandı, partisi zarar görmesin diye istifa etti, bugün davası sonuçlandı: yaklaşık 44,000 liralık, varolmayan bir masraf gösterdiği için (zaten kendine ya da ailesine ait evleri kiraladığını iddia etmiş, kira masraflarını devletten almış) 18 ay hapse mahkum oldu, parayı da geri verecek. şu temiz yüzlü ihtiyara reva mı şimdi bu, watson kardeşim? ne yaptınız siz? böyle adalet sistemi mi olur? böyle milletvekilliği mi olur? yani herkes bu kafada olsa, parlamentosu terk edilmiş amerikan kasabasına dönecek ülkeler biliyorum ben. kötü örnek oluyorsunuz, azizim watson.

6.1.11

put geçmiş, pot geçmemiş

"Bir grup Başbakanlık muhabiriyle makamında sohbet toplantısı düzenleyen Devlet Bakanı Aliye Kavaf'a son günlerin tartışma konusu olan 'Muhteşem Yüzyıl' isimli dizi de soruldu. Fragmanları izlemediğini söyleyen Kavaf'a dizide Kanuni'nin 'kadın ve içki düşkünü' olarak tanıtıldığı ve 'harem' vurgusunun eleştirilere neden olduğu hatırlatıldı. Kavaf, bunun üzerine, Osmanlı ile ilgili yerli ve yabancı filmlerde harem vurgusunun yapıldığını dile getirerek, "Haremle ilgili bu yaklaşım oryantalist bir bakış açısı. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu çok daha büyük ve geniş bir yapı." değerlendirmesinde bulundu."

diziyi sormuşlar. bakan izlemediğini söylemiş. gazeteciler "ne önemi var," demiş. bakan da "doğru," demiş, saydırmış ezberindekileri. kültür dünyamızın özeti mi bu, değil mi?

ama onun da ötesinde, yahu ne zaman bıkacağız şu herşeyimizi ama herşeyimizi ve özellikle geçmişimizi putlaştırma/ dokunulmazlaştırma/laf söyletmeme güdüklüğünden? birinci elizabeth'in aşk hayatını anlatan bir roman mesela, bakirenin aşığı gibi iç gıcıklayıcı bir başlıkla çıkmış; "ingiltere bundan ibaret değildir haşa" diyen bir bakan olmuş mudur acaba? aslında keşke olsa bir yandan da. bizim tımarhane pot yapmaz o zaman genel satıhta. her yer tımarhane olunca tımar daha tatlı olur, olmaz mı?

4.1.11

olağan şüpheliler

medya -malum- şöyle çalışıyor: gündem denilen kuyuya birisi taş atıyor, medyacılar bu taş hakkında bilgi toplama, üretme, bütünlüklü birşey çıkarma yetisine/ eğitimine/ zamanına sahip değiller, o yüzden birilerini taş hakkında konuşturmak istiyorlar, genellikle taş hakkında o kadar az şey biliyorlar ki doğru insanlara doğru soruları sormaları bile çok zor oluyor. o zaman ne oluyor - geniş taş kategorileri için belledikleri standart insanlar var, hemen onların kapısını çalıyorlar.

ben de bu olağan şüpheliler arasına hasbelkader girmişim anladığım kadarıyla. şeytan ayetleri'yle ilgili bir internet sitesi görüp blogda yazdım diye, türkiye'nin salman rushdie uzmanı haline gelivermişim. bu kitap nasıl yayımlanacak diye bana soruyorlar. üşenmeyip ahkam kessem kendime ekran kariyeri yapabilirim belli ki.

yazın kar yağsa benden bilecekler yakında, gibi hissettim birden.