Oysa distopya, varlığını ütopyaya borçlu; ama bunu daha iyi anlamak için önce ütopyanın ne olmadığını anlamak gerekiyor. Evet, ütopya hem “olmayan yer”, hem de “iyi yer”dir, ama son derece önemli bazı örnekleri (komünizm gibi) saymazsak, ütopyayı gelecekte belirsiz bir zamanda gerçekleşeceği düşünülen bir “yer” ya da düzen olarak görmek doğru değil. Ütopya yaratıcısı, aslında gelecekle ilgili değil, kendi günüyle ilgili söz alır – kendi toplumunda gördüğü ve temel olduğunu düşündüğü bir sorun (ve belki onunla bağlantılı bir sorunlar kümesi) için bir çözüm önerisi vardır. Bazen o çözüm önerisinin tam anlamıyla uygulamaya konduğu duruma ulaşmak için kat edilmesi gereken yolu inceler, ama çoğu zaman ara adımlar atlanır. Nasıl bir ülkenin yasaları, o ülke hakkında bize ipuçları sunarsa (“Yerlere tükürmek yasaktır. Cezası 70 TL” tabelalarını sık sık gördüğünüz bir ülkede, insanların sık sık sokaklara tükürdüğünü varsayabilirsiniz), ütopya ve distopyalar da, yaratıcılarının o günkü toplumsal düzeni algılayış biçimlerine dair ipuçları barındırır. Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya’da bunu veciz bir biçimde ifade eder, Marx’ı da bu açıdan eleştirir: “diyalektik materyalizm”, sanayi devrimi sonrası İngiltere’sine bakılarak yazılmıştır ve bunun kısıtlarına mahkumdur.
Distopyanın ütopyayla bağlantısı da burada ortaya çıkar. Ütopyanın temelinde ceteris paribus varsayımı, yani “kontrol” fikri yatar; bazı şeylerin değiştirileceği, diğer şeylerinse kontrol altında, değişmeden kalacağı varsayılır. Ama gerçek dünyada işler hiçbir zaman planlandığı gibi gitmez, ya da bir Hollywood klişesini kullanarak bir denklem kuracak olursak:
ütopya + something goes wrong = distopya
Yirminci yüzyılın başlıca distopyalarına bu gözle bakmak mümkün: hepsi birer ütopyanın yoldan sapmış hali değil mi? Yirminci yüzyıl insanı, hiçbir şey öğrenmediyse bunu iyice öğrendi herhalde: birşeyler her zaman ters gider. Bu haliyle distopya, yine gelecekte bir yerle değil, yaratıcısının kendi günüyle ilgili bir söz alıştır – burada varolan bir sorunun çözümü aranmaz, tam tersine, bir sorunun varlığına dikkat çekmek için, sorun “genleştirilir”. Mannheim’a göre ütopya yaratıcısı eyleme aşıktır, o yüzden eylemini engelleyecek ya da imkansız kılacak gerçekçiliğe katlanamaz. Burada Mannheim’ın normatif düşünceye haksızlık ettiğini söylemek gerekir: “nasıl olmalı” ve nasıl olmamalı” soruları, edebiyatın da, politikanın da ortak ve kurgusal temelini oluşturur. Yirmibirinci yüzyılda ütopyaların yeniden sahneye çıktığını görecek miyiz? Buna yanıt aramadan önce, basit ama belki üzerinde konuşulabilecek bir sınıflandırma yapayım. Dört çeşit “topos-kurgusu”ndan söz etmek mümkün:
1.planlı,
iyi
|
2.planlı,
kötü
|
3.plansız,
iyi
|
4.plansız,
kötü
|
1 ve 2, yaygın olarak kullanılan ütopya ve distopya şablonları, çünkü plan, modernist dönemin alameti farikalarından biri olageldi. 21. yüzyılsa, plansızlığa kucak açan, hatta plandan tiksinen bir yüzyıl olacak gibi görünüyor şimdiden. Bu doğruysa, ilk etapta 4’ün örneklerini görmeyi bekleyebiliriz. 3’e, yani plansız ütopyaya gelince: genç kuşakta giderek yaygınlaşan bir komünizm ilgisi gözlemleniyor, çünkü tarihsel bagajından, Sovyet deneyiminden arındırılmış bir fikir olarak görebiliyorlar komünizmi. Dolayısıyla bir ütopya potansiyelinden söz edilebilir, ama bence yeni kuşak, bunun plansız varyantını geliştirecektir. “Occupy Wall Street”, “Wikileaks” ve “Anonymous” dünyası da herhalde bunu gerektirir. Ve belki 21. yüzyıl romanı, bu tür bir ütopyanın nasıl bir şey olabileceğini bize önceden gösterir.
(Notos, Ekim 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
adınızın görünmesini istiyorsanız ama google hesabınız yoksa lütfen yorumunuzun sonuna adınızı ekleyin.