18.3.12
"deneysellik peşinde değilim"
[melisa kesmez, radikal, 16 mart 2012]
Eksiltmeli öykülerini topladığı “Tekerleksiz Bisikletler” ve kült romanı “7”nin yeni baskısıyla, edebiyat alışkanlıklarımızı zorlamaya devam ediyor Cem Akaş.
Tekerleksiz bisiklet olur mu? Tekerleklerinden mahrum bırakılan bir bisiklet yitirir mi bisikletliğinden bir şey? Ondan beklenileni karşılayabilir mi? Tekerlekleri yok ama ya kanatları varsa? Yani uçarsa? Cem Akaş’ın bilerek ve isteyerek eksilttiği, bir tür olarak öykünün bilindik haliyle olmazsa olmazlarından mahrum bıraktığı öykülerini tek bir çatı altında toplayan ‘Tekerleksiz Bisikletler’, bisikletlerin tekerleksiz de olabileceğini ispatlıyor. “Bir öykü, içinden neler eksiltilirse öykü olmayı sürdürür?” sorusuna yanıt arayan kitap, bir yandan eksilirken, bir yandan beklenmedik yeni bir fonksiyon kazanarak kanatlanan öyküleriyle ezber bozuyor. Akaş’ın blog’unda not düştüğü, “dille, olay örgüsüyle, karakterleriyle, betimlemeleriyle, anlamıyla ilgili pek çok unsur var ‘öykü’ dediğimiz şeyin içinde; bunları eksiltmek, onu işlevsiz hale getirir mi, hangi noktada getirir, yoksa bazı eksiltmeler, öyküyü tam tersine kanatlandırır mı?” meselesiyle hemaguş oluyor.
Bugüne kadar yazdıklarıyla en çok biçim ve dil bağlamında akıl kurcalayan Cem Akaş, hakkındaki “ne anlattığından çok, nasıl anlattığına önem verir” yorumlarını salakça bulduğunu gizlemiyor. Kendni yaftaların aksine “deneysellik” peşinde bir yazar olarak görmüyor; “Sadece anlatığım şeyi en iyi ve ona en uygun formda nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum” diyor.
Tekerleksiz Bisikletler’de her öyküde başka bir şey deniyorsunuz. Ki sizin yazarlık serüveniniz bir tarz yaratma çabasının ötesinde özgür ve deneysel bir yolda ilerliyor aslında. Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa öyle mi gelişti hep olaylar?
Ben kendimi “deneysellik” peşinde bir yazar olarak görmüyorum. Sadece anlattığım şeyi en iyi ve ona en uygun formda nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum. Bence “kendiliğinden öyle” yazan birkaç “deli yazar” dışında (Sevim Burak örneğin) her yazarın zaten yapması gereken bir şey bu. Benim yaptığım göze batıyorsa bu beni en iyi ihtimalle abdurrahman çelebi kılar.
Eksik öyküler bunlar. Bilerek ve isteyerek eksiltilmiş, aslında eksilirken çoğalmış öyküler. Kitabın kapağındaki tekerleksiz bisiklet gibi, tekerlekleri yok ama kanatları var. Sürmek imkansız ama uçmak mümkün. Öykülerden eksilttikleriniz okuyucuya ne olarak dönüyor sizce? Kanatlar neyi temsil ediyor?
“Yaratıcı okur” olma olanağı sağlıyor belki. Bir tür yabancılaştırma etkisi de sağlıyor olabilir, yani okuduğuna kapılıp gitme zevkini elinden alır, ama karşılığında okuduğu şeyin neden öyle yazıldığı hakkında düşünme alanı/zorunluluğu yaratır. Bir de okuyacağı başka metinlerde “dolgu malzemesi”nden rahatsız olmaya başlamasına yol açabilir, böylece mutsuz okur olmasının önü de açılmış olur.
Öykünün sizde bir yazı biçimi olarak nasıl bir karşılığı var sizde? Yani mesela neden roman değil de öykü? Bazen roman olmak için yola çıkan bir metnin yolcuğunu öykü olarak bitirdiği oluyor mu?
Bu kitaptaki bazı metinler (“Eksiltilmiş Duygular Kütüphanesi” ve “Feniks’in Külleri”) benim roman niyetiyle yazmaya, notlar almaya koyulduğum metinlerdi. Borges’in taktiğine başvurmak bana cazip göründü burada: ikisi de roman olarak en az 300 sayfayı hak edecek projelerdi bunlar, üşendim; başkalarının çoktan yazmış olduğu kitaplarmış gibi yapmayı ve onlar üzerine yazmayı, onlardan parçalar almayı yeğledim.
Peki, tersi? Aklınızdaki bir öykü, yazmaya başlayınca yolu roman olarak tamamlayabilir mi? Tersi bana hiç olmadı – öyküden yola çıkıp kendimi romanda bulmadım.
İkisi arasındaki fark ne sizin için? Ekonomisi, arkitektoniği çok farklı, dolayısıyla yazara sundukları zevkler farklı.
Bir kitap yazmaya oturduğunuzda ya da yazım sürecince hayatınızın diğer alanlarında farklı mıdır ruh haliniz?
Ben hayatın akışı içinde yazabilen biri olamadım ne yazık ki, yani sabah iki saat oturup üç sayfa yazan, yılsonunda bin sayfaya ulaşan bir yazar… Romanlarımı hep başka işleri bir yana bırakıp yazdım, bazen bir, bazen üç ayda (aktif yazma öncesi not alma, kafada evirip çevirme kısmını saymıyorum). O yoğunlaşmanın kafası hakikaten güzeldir. Uykum değişir, sokakta yürürken bazen kendi kendime konuştuğumu fark ederim, her şey romanıma dair bir işarete dönüşür, yazdığım metinle ilgili bir sürü şey rastlantı olarak karşıma çıkar vesaire. Evrenle aynı frekansta titreşmek gibidir.
Bir röportajınızda metinlerin artık kısaldığından bahsediyorsunuz. Artık yazarların da okuyucunun ister istemez daha küçük porsiyonlara yöneldiğini söylüyorsunuz. Buna ne neden oldu sizce? Bu sizin yazı pratiğinize tesir etti mi? Ki siz de bildiğim kadarıyla kısa yazmaktan hoşlanıyorsunuz?
Öncelikle bunun aksi örneklerin bol olduğunu söylemeliyim. Parasının karşılığını sayfa sayısı olarak almak isteyen pek çok okur var, “genre” romanlarına gömülmeyi sevenler arasında özellikle. Ama çok yukarıdan bir bakışla, “kısa” ağır basmaya başlıyor bana kalırsa. Bunun pek çok nedeni olabilir, belki senfoni formunun gözden düşmesinin arkasındaki nedenlerdir bunlar, belki yazarlığın demokratikleşmesinin bir etkisi vardır.
Siz de kısa yazmaktan hoşlanıyorsunuz…
Ben uzun yazdığımda bile hep kısa modülleri yan yana getirerek yazdım; hayatta kimse bana bir “Buddenbrooks” yazdıramadı, yazdıramaz!
"Edebiyat güzel söz söyleme sanatıdır" demiştiniz bir vakit. Hala öyle mi düşünüyorsunuz?
Tabii. Ama “güzel”den ne kastedildiğine bağlı, değil mi? Burada 300-400 yıl öncesinin estetik kategorisi olarak “güzel”den söz etmediğim açıktır herhalde.
Bu kitapla bisikletlerin tekerleksiz olabileceğini ispatladınız. Sizce? Eksiltince öyküler yitirdiler mi bir şeyler öykülüklerinden? Tekerleklerin gerçekten de gereksiz olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bazı şeyleri yitirdiklerine, bazı şeyleri kazandıklarına inanmak istiyorum. Gereklilik-gereksizlik meselesi değil aslında her zaman; başka birşeye dönüştürme meselesi. Örneğin Flaubert’in, Zola’nın, Nabokov’un, Beckett’in birer romanını farklı yöntemlerle eksilttim bu kitapta; o halleriyle yeterince iyi olmadıkları, fazlalıklar barındırdıkları için değil. Bu romanların “öz”ünü damıtmak mümkün olabilir mi, nasıl olabilir, onu görmek istedim. Bunu bazen hikayenin bence en kritik “an”ını bulmaya çalışarak, bazen de anlamı ve olay örgüsünü tümüyle atıp kalan şeye bakarak yaptım. “Badem özü”yle badem arasındaki, bademle DNA’sı arasındaki fark gibi bir şey belki.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
fotoğraf hakkında bilgi vermenizi rica edeceğim sayın akaş. deneysel bir poz/ kompozisyon.
YanıtlaSilevet, evet, öyle.