27.10.11

papa'yı müslüman yapmak
















din adamlarımızda böyle bir hırs var mıdır, koyu müminler arasında böyle bir geyik konusu dolaşır mı bilmiyorum aslında, ama gayet olabilir görünüyor: padişahın müthiş bir müftüsü varmış, vatikan'a gitmiş. onu orada hıristiyan zannecekleri kadar iyi biliyormuş hıristiyanlığı. kafirlerin elindeki kutsal topraklardan gelen, zulüm görmüş bir katolik rahibi olduğuna inandırmış hepsini. papa'nın huzuruna çıkmış ve gizli görüşme talep etmiş; o gizli görüşme sırasında da papa'yı imana getirmiş, müslüman yapıvermiş. tabii büyük bir sır olarak kalmış bu, ama her papa, yerini alacak halefini gizlice müslüman yaparmış o günden beri.

şimdi nerden çıktı denebilir, açıklayayım: resimde görülen kupanın üstünde şunlar yazıyor: "bismillah - (kalp içinde) peygamberimi seviyorum" ve "elhamdülillah - (gül resmi) - trabzon il müftülüğü - 2011". güzel, zamana uymuş müftülüğümüz, çay-kahve içerken insanların yalnız trabzonspor'u hatırlamasına razı gelmemiş, müslümanlıklarını ve peygamberlerini de hatırlasa ne iyi olur demiş, yaptırmış kupaları.

yalnız sonraki adımda işler biraz tuhaflaşıyor: sayın müftü, türkiye'deki hıristiyan cemaatin ruhani liderlerinden birinin müftülüğü ziyareti sırasında (bölgedeki manastırları, kiliseleri gezmek amacıyla olsa gerek) bu ruhani lidere bu kupayı armağan etmiş. gavurda buna "what were you thinking?" diye sorarlar, "aklından ne geçiyordu?" diye çevirebiliriz. hakikaten, müftümüz ne düşünüyordu? "bak adamı nasıl müslüman yapıyorum" mu dedi, "hıristiyan adama müslüman hediyesi verdim, gol sevinci yaşıyorum" mu dedi, "bu memlekette misyonerlik lazımsa onu da biz yaparız" mı dedi, bilinçsiz bir terbiyesizlikten mi ibaretti bu hareket, yoksa mesela farklı dinlerin ruhban tayfası arasında böyle bir esprileşme biçimi mi var da ben bilmiyorum?

fakat sonrası da az ilginç değil: söz konusu ruhani lider bu kupayı atmamış, kırmamış, yanındakilere teslim etmiş (herhalde - koskoca lider elinde kupayla dolaşacak değil ya) ama peşini bırakmamış, "bir müslüman kupası vermişlerdi nerde o" demiş, geçerken bize uğramış (kendisi sevdiğimiz, saydığımız bir insandır) ve "buyrun bakın size ne getirdim" diye bize hediye etmiş. şimdi severek kullanıyoruz bu kupayı, mümin bir arkadaşımız var, o geldiğinde hemen onunla servis ediyorum kahvesini mesela. bir gün vatikan'a gidersem ve papa'yla görüşme talebinde bulunursam yanımda bu kupa olacak.


13.10.11

uyuşturucuyla imtihanım

herşey orta üçte başladı: haldun taner'in keşanlı ali destanı'nda keş karakter sipsi'yi oynamamla. (aslında belki de herşey ilkokul beşte, yılsonu müsameresinde, üst kattan atılan izmaritleri balkondan sayarak toplayan ve saydıkça sinirlenen uşak rolüne çıkmamla başlamıştı, bilemiyorum. fakat şimdi düşünüyorum da, bu nasıl bir mizansendir - uşağı olan biri apartmanda mı oturur? ayrıca balkondan balkona izmarit nasıl atılır? işte böyle şeyler beni bu hale getirdi. her neyse, konuya döneyim.) fotoğrafta da görüldüğü gibi, rolüme girmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, designer kostümlerimi okul bahçesinin çamuruna bulamaktan imtina etmemiştim. oyunun büyük bir bölümü boyunca bu pozdaydım: sahnenin seyirciye en yakın kısmında yerde kaykılmış oturuyor, elimde cigara kağıdı, sarıp sarıp tüttürüyordum. gerçekçi bir oyun olsaydı, perde indiğinde salondaki herkesin kafasının iyi olması işten değildi. bu tip okul gösterilerinde adet olduğu üzre, çok sayıda fotoğrafla sezonu kapattım.

geldik lise iki yazına. ben almanya doğumluyum, türkiye'ye 7 yaşımdayken döndük, izmit'e yerleştik (ailem izmitliydi), buradaki ikinci yazımızdan itibaren de yalova'da aydın 4, aydın 6, aydınkent gibi sitelere yazlığa gittik. bunun bir istisnası lise iki yazıydı - o yazı ben izmit'te, yeni taşındığımız evdeki küçük ve apartman boşluğuna bakan, dolayısıyla yemek kokan, epeyce karanlık odamda, stüdyo fm'in yeni başlamış stereo yayınlarını dinleyerek, yeni boyadığım gitarımı çalarak ve henry fielding'in tom jones'u gibi romanlar okuyarak geçirdim.

bir aktivitem daha vardı ama: almanya'daki çocukluk arkadaşım esra'ya mektup yazmak. olay burada hızlanıyor biraz: okuldan can arkadaşım erdoğan'a, esra'nın bir arkadaşını mektup arkadaşı olarak ayarlamıştık (o zamanlar böyle birşey vardı, özellikle yabancı dilde eğitim veren okullarda yaygındı, yabancı ülkelerden mektup arkadaşı edinerek hem güzel ama çoğunca kısa süreli dostluklar kurulur, hem romantik beklenti egzersizi yapılır, hem de işte biraz dil geliştirilirdi. iys diye bir kurum vardı hatta, bunların 10'luk formları olurdu, dokuz kişiyi üye ettiğinizde sizin üyeliğiniz bedavaya gelirdi, posta havalesiyle paralar gönderilir, iki ay kadar sonraysa bir adres listesi gelirdi, amerika'dan kız "penfriend" isteyenlere mesela trinidad ve tobago'lu oğlan çıkardı vs.) o sıralar bizim okul grubu, yazları görüşmezdi, ayrı bir varoluşa yelken açardık (ben yazlıkçı olurdum filan); dolayısıyla erdoğan'la, okul kapanmadan önce şöyle bir olay örgüsü belirledik (nedense. bunu parantez içinde yazdım ama can alıcı bir soru aslında.): önce bir müzik grubu kuracaktık, sonra iyice hard rock çalmaya başlayacaktık, sonra st. joseph'li bir başka grupla tanışacak ve birlikte çalmaya başlayacaktık, partiler filan olmaya başlayacaktı, orada içki, uyuşturucu, seks filan olacaktı. uyuşturucuda da kademeli bir sertleşme söz konusu olacaktı - bu konuda pek bir bilgimiz olmadığı için eroin mi önce gelir, kokain mi daha kötüdür karar verememiş, kokaini hiç karıştırmayalım demiştik. böyle bir batağa sürüklenme sürecimize tanık edecektik almanya'daki iki kızı. kuşkusuz çok eğlenceli olacaktı.

işte ben izmit'in sıcağında baydığım zamanlarda esra'ya bu minvalde mektuplar yazıp durdum. ne hikayeler - izmit'te "mal" bulamadığım için istanbul'a gitmeye çalışıyorum ama para da yok, evdekilere de çaktırmamak lazım, ama kriz de geliyor kardeşim, çok kötüyüm vs. esra'dan gelen cevaplar beni öldürüyordu - berbat bir krizi anlattığım mektubun ardından, giriş paragrafında "cem uyuşturucu çok kötü birşey, bırakman lazım" diyor, ikinci paragrafta saçlarını nasıl kestirdiğini anlatmaya başlıyordu.

fakat hesaba katmadığım birşey vardı (hep olur): ben esra'ya yazdığım mektupları önce müsvedde olarak yazıp sonra temize çekiyor, öyle yolluyordum; müsveddeleriyse banyoda yakmak yerine, masamın en kolay açılan çekmecesinin en üstüne koyuyordum. kaza geliyorum diyor, ben duymuyordum.

bir gün akşamüstü saatlerinde annem odama geldi, "salona gelsene, kahve yaptım, içelim," dedi. bizim böyle birlikte kahve içmek gibi bir ritüelimiz yoktu, nerden çıkmıştı, zaten gitar çalıyordum - "kahveleri koydum, gel," dedi annem. sesinin tınısındaki tuhaflık, beni yerimden kaldırdı, offlayarak salona gittim. annemin kaşı gözü oynuyordu, ama meselenin ne olabileceğine dair en ufak bir sezim yoktu. geleneksel "babanla ben, senin ve kardeşlerinin arkadaşıyız" girişini, bazı ağız yoklamaları izledi. sonuç çıkmayınca "esralar da istanbul'a geliyormuş," dedi annem, "aa, gidecek miyiz görmeye?" diye sorduğumdaysa kesin bir "hayır" cevabı aldım. "eh ben giderim bir otelde kalırım bir iki gün," dedim - ki böyle birşey yapmışlığım da yoktu o güne kadar. "bakalım mine teyzen isteyecek mi esra'yı görmeni?" dedi annem, gözlerinde yaşlarla. niye istemesindi ki, doğduğumuzdan beri arkadaştık esra'yla, aileler de öyle.

sonra mesele anlaşıldı tabii: mine teyze, esra'nın annesi yani, esra'ya yazdığım mektupları okumuş, anneme mektup yazmış, annem de benim yazdığım mektupları bulmuş, ne yapacağını şaşırmıştı (her tarafımız mektuptu o günlerde). babama da birşey söylememişti üzülmesin diye, ama eczane eczane dolaşıp "bir arkadaşımın oğlu" mizanseniyle, uyuşturucu bağımlılığına karşı ne yapılabileceğini öğrenmeye çalışmıştı. sonunda sinirleri bu durumu daha fazla kaldıramayınca, son çare olarak bana neskafe yapmayı akıl etmişti.

uyuşturucu filan kullanmadığıma, bunların hepsinin şimdi iyice kötü görünmeye başlayan bir şaka olduğuna, erdoğan'la böyle bir mavra tezgahladığımıza annemi inandırmam, beklediğimden çok daha uzun sürdü. ben ki aspirin bile kullanmazdım, annemi "hap" kullanmadığıma ikna edemedim bir türlü. sonra biraz biraz inanır gibi olduğunda da, "siz salak mısınız, okulun haberi olsa sizi atarlar, geleceğinizle oynuyorsunuz" hattından giderek iyice sinirlendi. "peki", dedim, "sen oğlunu hiç mi tanımıyorsun, nasıl ihtimal veriyorsun böyle birşeye, bütün gün gözünün önündeyim üstelik?" verdiği cevap, bir sanat kariyerinin devamlılığı ilkesini açıkça ortaya koyması açısından ibretlikti: "e sen de orta üçte keş rolüne çıkmıştın." keşanlı ali'deki bütün fotoğraflarımı yırtıp atmış olduğunu da ekledi tabii.

bunun doğru olmadığını yıllar sonra öğrendim - bir gün evin dolaplarını karıştırırken (en sevdiğim aktivitelerden biriydi, genetikmiş demek ki) o fotoğrafların hepsini buldum. anne yüreği işte - yine de kıyamamıştı oğlunun keş fotoğraflarını atmaya.



7.10.11

nasıl çevirmen oldum

bundan yirmi beş yıl önceydi. lise kütüphanesinde woody allen'ın üç kitabını bulmuş, üçünü de birkaç kez, altıma işeyerek okumuş, günlük konuşmalarımda woody allen gibi espri yapmaya çalışmaya sardırmış durumdaydım. sonra bu komiklikleri memleketim insanıyla paylaşmak zorunda olduğuma kanaat getirdim, fakat allen'ın çevrilemez olduğundan da hiçbir şüphem yoktu. yine de kasvetli bir sonbahar akşamı, küçük daktilomu çıkardım, without feathers'ı masaya koydum ve başladım denemeye. tabii o zamanlar internet, google vs yoktu, "oldsmobile" ya da "white westinghouse" nedir diye lisedeki sevgili ingilizce öğretmenim john heaney'nin başını ağrıtıyordum. 1987'de gergedan ilk öykümü yayımlamaya karar verdiğinde, dergi yönetimine bu çeviriden de söz ettim, "getir bir iki parça da bakalım" dediler, götürdüm. "ayaklanma kılavuzu" haziran 1987'de yayımlandı. ilk çevirimdi yayımlanan. o gün bugündür çeviriyorum.

yandaki fotoğraf ve aşağıdaki çeviri, o günlerin anısına gelsin öyleyse.



Ayaklanma ve Protestolar için Kısa Fakat Yararlı Bir Kılavuz
Woody Allen

Bir devrimi gerçekleştirebilmek için iki şeye gerek vardır: ayaklanmaya hedef olacak kişi veya şeyler ve ortaya çıkıp da ayaklanmakla uğraşacak birisi. Genellikle belirli bir giysi zorunluluğu yoktur, günlük giysilerle devrim yapılabilir. İki taraf da yer ve zamanı seçmekte özgürdür, ancak taraflardan biri kararlaştırılan saatte gelmezse devrim girişimi genellikle yatar. 1650’deki Çin Devrimi sırasında taraflardan hiçbiri gelmediğinden, salon için yatırılan depozit de boşa gitmişti.
Kendilerine karşı ayaklanılan kişi veya partilere “baskıcılar” adı verilir; bunları ayırdetmek oldukça kolaydır çünkü en büyük şamatayı bu “baskıcılar” yapar. Genellikle takım elbise giyerler, geniş arazileri vardır ve gecenin bir yarısı bangır bangır radyo dinlediklerinde kimse onlara kızmaz. Görevleri status quo’yu korumaktır; bu, herşeyin olduğu gibi kaldığı bir durumdur ama bazen iki yılda bir badana yapmayı kabul ettikleri olur.
“Baskıcılar” otorite ve disiplini fazla arttırırlarsa ortaya “polis devleti” çıkar; burada her türlü muhalefet yasaktır. Bunun yanı sıra kikirdemeye, papyon takmaya ve belediye başkanını “şişko” diye çağırmaya da izin verilmez. Bireysel özgürlükler büyük ölçüde kısıtlanmıştır, konuşma özgürlüğünün adı bile geçmez, ancak playback yapılabilir. Hükümete yönelik eleştiri yapmak, özellikle hükümet üyelerinin dans etmedeki becerilerini eleştirmek yasaktır. Basın özgürlüğü de kısıtlanmıştır; yönetimdeki parti haberleri “idare eder”, halkın yalnızca onaylanan politik görüşleri ve kargaşa çıkarmayacak maç sonuçlarını öğrenmesine izin verilir.
Ayaklanma çıkaran gruplara “ezilenler” adı verilir, genellikle sürüler halinde etrafta dolaşıp başlarının ağrıdığından yakınırlar. (Burada şunu da belirtmek gerekir ki, baskıcılar hiçbir zaman ayaklanıp ezilenler haline gelmeye kalkışmazlar, çünkü bu iç çamaşırlarını değiştirmelerini gerektirir.)

Bazı Ünlü Devrimler
Fransız Devrimi: Köylülerin zor kullanarak yönetimi ele geçirdiği ve hemen sarayın bütün kilitlerinin değiştirildiği, böylece soyluların uzun bir süre yeniden saraya giremediği devrim. Sarayı ele geçiren köylüler büyük bir parti verip karınlarını tıka basa doyururdular. Soylular yeniden saraya girmeyi başardığındaysa etrafı temizlemek zorunda bırakıldı – her yer yağ lekesi ve sigara yanığı içindeydi.
Rus Devrimi: Uzun süre kısık ateşte pişen bu devrim, serfler, Çar ve tsar’ın aynı kişi olduğunu anlayınca patlak verdi.
Gözardı edilmemesi gereken bir nokta, devrim tamamlandıktan sonra “ezilenler”in birden “baskıcılar” gibi davranmaya başladıklarıdır. Tabii bu durumda onlara telefonla ulaşmak olanaksızlaşır; onun için siz en iyisi ayaklanma sırasında ödünç verdiğiniz sigara ve çikletleri unutun.

Protesto Yöntemleri
Açlık Grevi: Haksızlığa uğrayan kişi ya da kişiler, istekleri yerine getirilinceye kadar yemek yemezler. Sinsi politikacılar, grevcilerin kolaylıkla uzanabileceği bir uzaklığa bisküi ya da peynir koyma yoluna gitse de, kişinin nefsine hakim olması gerekir. Eğer yönetimdeki parti, açlık grevi yapanlara birşeyler yedirebilmeyi başarırsa, ayaklanma kolaylıkla bastırılır. Eğer hem yemek yemeyi hem de hesabı ödetmeyi başarırlarsa kesin kazanmışlar demektir. Pakistan’da hükümet bir açlık grevini kırmak için grevcilere gerçekten enfes dana cordon bleu sunmuş, halk da bunu reddedememiştir; ancak böylesine kaliteli yemeklere açlık grevi tarihinde pek sık rastlanmaz.
Açlık grevinin en kötü yanlarından biri, insanın birkaç gün sonra epey acıkması ve grevi kırmak için tutulan hoparlörlü araçların, “mmm, tavuk nefis olmuş... şapırt – tam ağzıma layık... mmmmm... bezelyeler de harika” şeklinde yayın yaparak grevcilerin önünden geçmesidir.
Açlık grevinin, o kadar radikal olmayan politik görüşler için uyarlanmış hali, soğan yememe eylemidir. Bu küçük eylem, doğru kullanıldığında hükümetleri büyük ölçüde etkileyebilir. Mahatma Gandhi’nin salatasını karıştırmadan yemekte ısrar etmesi karşısında bu utanç verici duruma daha fazla dayanamayan İngilizlerin pek çok ödün verdiği hala hatırlardadır. Yiyecek dışında vazgeçilebilecek şeyler: vist oynamak, gülümsemek, tek ayak üstünde turna taklidi yapmak.
Oturma Grevi: Belirlenen yere gidin ve oturun, ama tamamen oturun yoksa yalnızca çömelmiş olursunuz ve eğer hükümet de çömelmiş durumda değilse bunun hiçbir politik yararı olmaz. (Hükümetlerin çömelmeleri pek az görülen bir durumdur, ama soğuk havalarda bazen büzüşerek otururlar.) Bu grev türündeki püf noktası, istenen ödünler koparılana kadar kalkmamaktır, ama açlık grevinde olduğu gibi hükümet, sinsice yolarla grevi kırmaya çalışacaktır. “Evet beyler, herkes kalksın, kapatıyoruz,” ya da “Bir saniye kalkabilir miydiniz, boyunuzun ne kadar uzun olduğunu görmek istiyorduk da,” diyebilirler.
Gösteri ve Yürüyüşler: Bir gösterideki en önemli nokta, gösterinin görülür olmasıdır. “Gösteri” terimi de zaten buradan kaynaklanmaktadır. Eğer bir kişi evinde kendi kendine gösteri yapmaya kalkarsa, teknik açıdan bu bir gösteri değil, “salakça davranmak” ya da “götlük etmek”tir.
Boston Çay Partisi, gösterilere iyi bir örnek oluşturur: Kızılderili kılığına girmiş kızgın Amerikalılar, İngiliz çayını denize döker. Sonra Amerikalı kılığındaki Kızılderililer, İngilizleri denize döker. Bunun ardından, çay kılığına girmiş İngilizler, birbirlerini denize döker. En sonunda da “Troya Kadınları”ndaki kostümlere bürünmüş Alman tüccarlar, ortada belirli bir neden yokken suya atlar.
Gösteri yaparken, amacı belirten pankartlar taşımak her zaman yararlıdır. Önerilebilecek bazı amaçlar: 1)Vergileri azaltın, 2)Vergileri arttırın, 3)Araplara sırıtmaktan vazgeçin.

Diğer Protesto Yöntemleri
Vilayet Binası’nın önünde durup, isteklerinizi kabul ettirinceye kadar “muhallebi” sözcüğünü yinelemek.
Alışveriş merkezine bir koyun sürüsüyle dalıp trafiği altüst etmek.
Yönetim üyelerine telefon edip “Bess, You is My Woman Now” adlı şarkıyı söylemek.
Polis üniforması giyip sokaklarda sekerek dolaşmak.
Enginar numarası yapıp sokaktan geçenlere yumruk atmak.

3.10.11

yeni yazın, yeni medya, yazar kimliği


bir gevezelik duyurusu:

Yeni Yazın, Yeni Medya, Yazar Kimliği
Nasıl Değişti?

Hakan Günday, Jasmin Ramadan, Péter Zilahy, Kaan Sezyum, Cem Akaş


Karga Bar - Kargart
4 Ekim Salı, 20:00 - 21:30

2.10.11

yeni anayasada yeni senato


hazır anayasa konusu önümüzdeki dönem gündeminin ana maddesi haline gelmişken, 2007'de radikal'de yayımlanan ve bize bir senato gerektiğini öne süren yazımı yeniden ısıtayım dedim - o zaman okumuş olanların hoşgörüsüne sığınarak. ("senato öldürür" konulu yandaki resmi de önce ben kullanayım da itirazcılara kalmasın!)

* * *

Hukuk kurallarının zorlanmasıyla kesilen son cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’deki parlamenter sistemin bazı aksaklıklarını yeniden gündeme getirdi, yasama ve yürütmenin iç dengelerini yeniden sorgulamaya açtı. Bu sorgulamada daha çok cumhurbaşkanının yetkileri ele alındı; 1982 Anayasası’yla genişletilen bu yetkilerin sorun yarattığı, 1961 Anayasası’ndaki yetki ve görev tanımına dönülürse cumhurbaşkanlığının büyük oranda simgesel bir makam haline geleceği ve bu kadar tartışılmayacağı vurgulandı.
            Bu analiz büyük oranda doğruydu. Cumhurbaşkanının yetkileri konusunda 1961 ve 1982 Anayasaları arasındaki en belirgin fark, ikincisinde cumhurbaşkanına çok önemli bazı devlet kurumlarının yöneticilerini (1961 Anayasası’nda belirtilenlere ek olarak örneğin üniversite rektörlerini, YÖK üyelerini, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını, Danıştay üyelerini, Devlet Denetleme Kurulu üyelerini ve başkanını, Askeri Yargıtay üyelerini, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini) seçme ya da atama yetkisinin verilmesiydi. Bu yetkilerin tek elde toplanması, partizan ve “sorumsuz” bir cumhurbaşkanının kendi partisine Meclis dışında da ciddi bir güç sağlamasına yol açabilecekti. Bu yetkilerin daraltılması, söz konusu kurumların iç demokrasilerini işletebilmeleri açısından da önemliydi: Üniversite rektörlerinden oluşan ve üniversitelerarası eşgüdümle ilgilenmesi beklenen bir kurumun kendi başkanını seçemeyeceğini düşünmek, hem demokrasiye, hem de üniversitelere inançsızlık demekti.

Aydın Düşmanlığı
Ne var ki mevcut parlamenter sistemin tek aksaklığı bu değildi, belki en ciddisi bile değildi. 1982 Anayasası’nın TBMM bünyesinde yaptığı en önemli değişiklik, Cumhuriyet Senatosu’nun kaldırılması ve iki meclisli bir yapıdan tek meclisli yapıya geçilmesiydi. Bu yalnızca yasamayla ilgili pratik ve biçimsel bir değişiklik olmanın çok ötesindeydi ve ideolojik bir gerekçe de barındırıyordu. Bu ideolojik gerekçe, Türkiye’de aydınlara duyulan güvensizlikten ve kimi durumlarda düşmanlıktan besleniyordu. Siyaset kuramında iki meclisli parlamenter sistem, halkın temsilcilerinden oluşan birinci meclisin kararlarının; akademisyenler, bürokratlar, iş adamları, yöneticiler, kanaat liderleri, yazarlar, sanatçılar, asker kökenliler gibi aydınlardan oluşan ve yine halk tarafından seçilen ikinci bir meclis tarafından denetlenmesini öngörür. 1961 Anayasası’nı yapanlar, ülke yönetiminde aydınların söz sahibi olmasını sağlamak gerektiğini düşünürken, 1982 Anayasası’nı yapanlar, 1980 öncesi buhranın faturasını aydınlara kesmiş, onların mümkün olduğunca safdışı bırakılması gerektiğine karar vermiş gibiydi.
Bu kararın sonuçları da, 1987 seçimlerinden bu yana net bir şekilde görülegeldi. Partiler aday belirleme döneminde “vitrin”lerini düzenlerken türkücüsünden sporcusuna çeşitli konu mankenlerini öne çıkardı, ama “aydın” olarak nitelendirilebilecek isimlerden özenle kaçınmayı marifet saydı. Bu tepkinin yalnızca parti yönetimlerine özgü olduğunu söylemek güç: 1980 sonrasında “halktan kopukluğu” iyice artan, politikaya tiksintiyle bakan aydınlar, seçmen nezdinde de pek matah sayılmaz oldu. Özal döneminde en büyük öncelik haline gelen ve toplumun tüm kesimlerini saran materyalist değerler, entelektüel birikimi, toplum için bireysel özveriyi, idealizmi bir kenara iterken, bunların öznesi sayılabilecek aydının saygınlığını da yerle bir etti. Kinisizm çağında halkın aydına gereksinimi kalmamıştı.


Senatonun Yararları
Ne var ki bu durum, Türkiye’nin yararına değil. Alanında öne çıkmış, aydın bakışlı insanların ülke yönetiminde rol almalarını sağlamak, “halk iradesi”nin üstüne “seçkinler iradesi”ni koymak olarak algılanmamalı. Ülke yönetiminde, her biri ortalama 40 bin kişinin sözcük anlamıyla “vekil”i olan kişilerden oluşan bir Millet Meclisi’nin varlığı çok önemli elbette; ama dar ve yerel bir seçmen kitlesinin sorun ve çıkarlarının ötesine geçebilecek, ülkeye ve dünyaya daha geniş bir açıdan bakabilecek, kendi uzmanlığını ülke yararına sunacak, her biri Cumhurbaşkanı olabilecek niteliklere sahip kişilerden oluşacak bir Senato’nun varlığı da bir o kadar önemli. Türkiye, aydınlarını dinlememeyi bir lüks değil, bir bahtsızlık olarak görmeli.
İki yapılı parlamenter sisteme dönmenin ve bir “Türkiye Senatosu” kurmanın başka yararlarından da söz edilebilir. Birincisi,  Cumhurbaşkanına “Meclisi ve hükümeti denetleme”de çok daha az görev düşecek ve bu da söz konusu makamı daha az tartışmalı bir hale getirecek. İkincisi, Millet Meclisi’nin denetimi, yine halk tarafından seçilmiş, üstelik çoğulcu bir yapısı olan bir Senato tarafından gerçekleştirileceği için, daha sağlıklı olacak. Üçüncüsü, bu sayede aslında Senato’da olması gereken kişileri Millet Meclisi’ne sokmak zorunluluğu ortadan kalkacak, böylece hem Millet Meclisi’nin “temsiliyet” niteliği artacak, hem de parti yönetimleri, bu adayları merkez kontenjanından listeye sokmak zorunda kalmayacağından, parti içi demokrasi daha çok işleyecek.
Bu noktada, böyle bir Senato’nun yine de gerekli olmadığını, “ne idüğü belirsiz” birtakım “aydın”lara senatörlük verilmese de Millet Meclisi’ne seçilerek gelenlerin demokratik bir yönetim için gayet yeterli olduğunu söyleyecekler çıkabilir. Buna verecek üç yanıtım var: Birincisi bilgi ve muhakemeyle; ikincisi “temsil” kavramıyla; üçüncüsüyse hukuksal denetimin ötesinde siyasal denetim ve demokrasinin özünü oluşturan zengin tartışma platformuyla ilgili.

Bilgi ve Muhakeme
Gündelik hayatta pek çok konuda, doğru karar verebilmek için bilgiye ve muhakemeye ihtiyacımız oluyor, ama bugünkü dünyada bu ikisine birden sahip olabildiğimiz alanlar giderek daralıyor. Beyninde tümör çıkan bir insanın aklına, imam-hatipli x'e ya da bakkal y’ye gitmek gelmez. Bilgisine ve muhakemesine güvenebileceği uzman doktorlara gider – bir değil, mümkünse birkaç doktora, çünkü bilgi mutlak olmadığı gibi, muhakeme de ancak karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde iyi olup olmadığı anlaşılan birşeydir.

İş ülke yönetimine, siyasete, "70 milyonun kaderini yönlendirme"ye geldiğinde çok daha rahatız. Yanlış anlaşılmak istemem: "Siyaset yalnızca uzmanların yapabileceği bir iştir, cahil halk yerini bilsin, kenarda otursun, ona söyleneni kabul etsin" demiyorum kesinlikle. Millet Meclisi’ndeki herhangi bir milletvekilinin önüne a ve b seçenekleri konduğunda ve sonuçları tüm ayrıntısıyla açıklandığında, akıllıca bir seçim yapmayacağını; yani muhakemesinin kötü olacağını düşünmemiz için bir neden yok. Ama Meclis'e gelecek her konuda, seçeneklerin a ve b'yle sınırlı olmadığını düşünebilir mi, c ve d seçeneklerini üretebilir mi, bu dört seçeneğin sonuçlarını kendi başına ayrıntılandırabilir mi, işin içine kişisel çıkar sokmadan durabilir mi, çok emin değilim. Türkiye demokrasisiyle olan kişisel deneyimimiz, bu konuda iyimserlik göstermemizi zorlaştırıyordur herhalde.

“Temsil” Sorunu
Denebilir ki, "Tek başına bir milletvekili bu sayılanları yapamayabilir, o yüzden zaten 550 milletvekili seçiliyor, birbirlerini tamamlamaları isteniyor." Bunda da doğruluk payı var, akıl akıldan üstün olduğu gibi, kolektif akıl da genelde bireysel akıldan üstündür (güçlü ama tek bir cumhurbaşkanı yerine, güçlü senato ve zayıf cumhurbaşkanı seçeneğini biraz da bu yüzden öne sürüyorum). Ama burada, Millet Meclisi'nin yapısından kaynaklanan bir kaygım var: "Temsil" kavramını problemli buluyorum. Yine örnek babında, Rizeli fındık üreticisini temsil eden milletvekillerinin, fındık fiyatı ve devletin fındık alımı konusunda, Türkiye'nin daha geniş perspektifli çıkarlarını ve önceliklerini gözetebileceğinden, hatta bunları saptayabileceğinden emin değilim. Bu milletvekilleri, gerekli bilgiye ve muhakeme gücüne sahip olsalar da bunun gereğini yerine getiremeyebilir diyorum. Örneğin "üreticiyi değil, tüketiciyi korumaya öncelik vermeliyiz" gibi bir ilke, hangisinin beyninde çınlayabilir, bunun sonuçlarından nasıl doğru politikalar üretebilirler, bilmiyorum.

Dolayısıyla elitizmle popülizm arasında, kitlelerden korkmakla aydınlardan korkmak arasında bir orta yol bulunması gerekir, çünkü kitlelerden de, aydınlardan da yararlanmak bu ülkenin hakkı. Burada demokrasinin zedelenmesi ve yarı-korporatist bir “aydın sultası” altına sokulması değil, tam tersine zenginleştirilmesi ve çok daha kapsamlı bir şekilde işlemesinden söz ediyorum.

Siyasal Denetim ve Tartışma Platformu
Temsili demokrasinin sorunlarından biri de, yürütmenin ve yasamanın gerçekleştirdiği icraatın o anda kurumsal olarak yalnızca hukuksal bazda denetlenebilmesi (örneğin Anayasa Mahkemesi). Oysa bir Senato, bunun ötesinde siyasal bir denetim getirecektir, hükümet politikalarını gündelik siyaset kısıtlarının ötesinde ele alarak tartışma alanını genişletecektir, kamuoyuna yeni görüşler, seçenekler, muhakemeler getirerek demokrasinin özüne hizmet edecektir. Bunu yapacak insanlar da yine halkın oyuyla Senato'ya gireceği için, seçkinlerin kendi erklerini besleyeceği ve sürekli kılacağı bir durum ortaya çıkmayacaktır.  

Senatör Seçimi
1961 Anayasası, 150’si seçimle gelen, 15’i Cumhurbaşkanı’nca seçilen 165 senatörden oluşan bir Senato öngörüyordu (27 Mayıs darbesini yapanların “tabii senatörlüğü”nü burada konu dışı tutabiliriz). Bugünkü koşullarda doğrudan halkoyuyla seçilecek, cumhurbaşkanı olma yeterliliğine sahip 200 kişilik bir Türkiye Senatosu düşünülebilir; 1961 Anayasası’nda olduğu gibi senatörler 6 yıl için seçilebilir (ama bir kereliğine seçilmeleri daha doğru olur); dört yılda bir Senato’nun üçte ikisi yenilenebilir (burada önemli olan, milletvekili seçimleriyle senatör seçimlerinin aynı zamana denk gelmesinden kaçınılmasıdır). Bu senatörlerin seçiminde iki noktayı daha göz önünde bulundurmak gerekir: 1-Bağımsızların adaylığının kolaylaştırılması (örneğin 10 bin imza toplayan ve adaylık ücretini yatıranların senatör adayı olabilmesi), 2-Partilere değil, bizzat adaylara oy verilmesi (her seçim bölgesinin senatör adaylarının tümünün, partilere göre gruplandırılarak da olsa oy pusulalarına yazılması ve seçmenlerin, bölgeden çıkacak senatör sayısı kadar adayın adını işaretlemesi); hatta belki bir adım ileri giderek, senatör seçilenlerin varsa partileriyle ilişkilerinin kesilmesi.

Entelektüelden Aydına
Türkiye Senatosu ve Millet Meclisi’nden oluşacak bir TBMM, sistemin hızlı çalışmasını sağlayacak düzenlemelerle, küreselleşme döneminin karmaşık koşulları bağlamında Türkiye’nin yararını çok daha iyi gözetebilecek, ufkunu dar siyasal hesapların ötesine taşıyabilecek bir yapı olarak öne çıkabilir. Bu hem siyasal partilerin ve kitlelerin “aydın alerjisi”ni aşmanın bir yolu olabilir, hem de aydınların, kendi işlerini iyi yapan, entelektüel birikime sahip bireyler olmanın ötesine geçerek, ülkeleri adına politikaya atılmalarını, yani gerçekten “aydın” olmalarını sağlayabilir.